15 Haziran 2012 Cuma

49


“Ben gidip şunu okuyayım,” diye mırıldanarak binaya girdiğinde kimse peşinden gitmedi. Bilgisayarın karşısına oturur oturmaz zarfı oradaki bir kalemle açıp, çıkardığı kalınca mektubu okumaya başladı:

Merhaba Uğur,
Bir süredir sana ulaşmaya çalışıyordum, numaranı yazıp arama tuşuna bastığımda, Facebook hesabını bulduğumda ya da mektup yazmak için elime kalemi aldığımda söze hangi cümleyle başlayacağımı dahi bilmeden. Seni ve memleketi terk edip gittiğim o günlerde, uçağa binmeden önce ardımda bırakmak istediğim bütün insanları, bütün telefon numaralarını, bütün adresleri hafızamdan ve rehberimden sildiğim için, ismin ve soyadınla internette yaptığım hiçbir arama da sonuç vermeyince, bu çabamdan birkaç hafta önce vazgeçmiştim. Ta ki dün bir bölümünü yeniden okumak için kitaplıktan çıkardığım Yeraltından Notlar’ın sayfalarının arasından Çiğdem Teyze’nin cep telefonu numarası düşene kadar.

Annen beni oldum olası pek sevmez, bilirsin, o yüzden aramaya çekindim önce. Ama sağ olsun, belki biraz da seni özlediğinden ve dert yanacak birilerine ihtiyaç duyduğu için, çok iyi karşıladı beni. Çiftliğe gitmeye karar verdiğin günden beri olanları anlattı üstünkörü, mektup adresini vermesini rica ettiğimde de beni kırmadı. Hoş, orada olduğunu öğrendikten sonra basit bir aramayla adresini kendim de bulabilirdim, zira sizin küçük sevimli çiftliğiniz artık kamuya mal oldu biliyorsun, en az haftada bir defa haber bültenlerinde ya da televizyon şovlarında adının geçtiğini duymak mümkün. Alternatif olarak doğup zamanla “ana akım”a malzeme olması açısından, çiftliğinizin şimdiye kadar bütün tahminlerimi haklı çıkardığını söyleyebilirim. Yakında kolejli lise öğrencilerinin sırt çantalarında sizle ilgili rozetler görürsem, ya da televizyonda çiftlik konseptli yarışma programları düzenlenmeye başlarsa da çok şaşırmayacağım.

Aslına bakarsan gazetede Melis Kuyucu'nun çiftlikle ilgili haberini ilk okuduğumda bir an için aranıza katılmayı düşündüğümü inkâr edemem. O zamanlar senin çiftlikte olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu tabii. Bunun yanı sıra hayata karşı tahammül sınırlarımı bugüne kadar en çok zorlayan dönemlerden birinin içinden geçiyordum. Hayatımın Tutunamayanlar romanının bir köşesine konu olmayı hak edecek bir başarısızlık öyküsü olduğu gibi klişe bir düşüncenin içindeyken Demir isimli adama âşık olup (evet, senden sonra da aşklarım oldu), kendimi birden bataklığın içinden bulutların üzerine yükselmiş gibi hissetmiş, ardından yine fazlasıyla klişe bir evlilik, aldatılma ve boşanma zinciri ile giderek yükselen bir ivme eşliğinde çamurun içine geri dönmüştüm. İşte gazetedeki o röportajı görmem, tam bu döneme rastlıyor.

Bırak konuşmayı, kimsenin yüzünü dahi görmek istemediğim o günlerde bazı şeyleri etraflıca sorgulama fırsatım oldu. Uzun yıllarımı doğanın kendine özgü bir adalet anlayışı olduğuna ve hayatta başımıza gelen her küçük şeyin bir şekilde kendi eylemlerimizin sonucu olduğuna inanarak geçirmiştim. İşimi çok iyi yapabiliyorsam ya da yeterince etkileyici bir iletişim yeteneğine sahipsem, insan olmanın onuruna yakışmayan ego mücadelelerine girmeden de başarılı bir kariyer elde edebilirdim mesela. Ya da üniversitede deliler gibi âşık olduğum hocamın karısıyla arasındaki bağa kendi arzularımdan daha çok saygı duyduğum için onunla ilişkiye girmeyi reddettiysem, zamanı geldiğinde bir başka üniversite öğrencisi de benim ilişkime aynı saygıyı gösterebilmeliydi. Yani basitçe ifade etmek gerekirse, hayatın gerekli malzemeleri gerekli ölçülerde karıştırıp fırına verdiğimde bana lezzetli bir kek sunacağına inanmıştım aptalca. Bu aptallığın farkına varmamı sağlayan şeyin daha da aptal bir aşk hikâyesi olması ise beni daha da öfkelendirmekten başka bir işe yaramamıştı. İyiyle kötünün birbirini dengelediği falan yoktu. Çünkü ölçeği tek bir insana indirdiğimizde, iyiyle kötü o insanın içinde birlikte barınıyordu. Tüm hayat öykümü birbirine zincirlenmiş görüntüler halinde düşündüm uzun uzun, seni, Mete’yi, Enis’i, Deniz’i, Demir’i… Ben mi sizi terk etmiştim, o masalardan kalkan, o kapıları kapatan, o valizleri toplayan ben miydim, yoksa siz mi beni bırakıp gitmiştiniz çok daha öncesinde? Kişisel olanın aynı zamanda politik ve toplumsal olduğu varsayımı üzerinden, sizinle olan ilişkilerimde sorun olarak gördüğüm ne varsa bunları topluma mal ettiğim için, bir şeylerin yolunda olmadığını hissettiğimde var olan sistemden daha çok nefret ediyor ve işleri hepimiz için daha karmaşık hale getiriyordum. Duvarlarınızı kıramayacağımla yüzleştiğimde ise tek yaptığım çekip gitmek oluyordu. 

1 yorum: