“Ben gidip şunu okuyayım,” diye mırıldanarak
binaya girdiğinde kimse peşinden gitmedi. Bilgisayarın karşısına oturur oturmaz
zarfı oradaki bir kalemle açıp, çıkardığı kalınca mektubu okumaya başladı:
Merhaba Uğur,
Bir süredir sana ulaşmaya
çalışıyordum, numaranı yazıp arama tuşuna bastığımda, Facebook hesabını
bulduğumda ya da mektup yazmak için elime kalemi aldığımda söze hangi cümleyle
başlayacağımı dahi bilmeden. Seni ve memleketi terk edip gittiğim o günlerde,
uçağa binmeden önce ardımda bırakmak istediğim bütün insanları, bütün telefon
numaralarını, bütün adresleri hafızamdan ve rehberimden sildiğim için, ismin ve
soyadınla internette yaptığım hiçbir arama da sonuç vermeyince, bu çabamdan birkaç
hafta önce vazgeçmiştim. Ta ki dün bir bölümünü yeniden okumak için kitaplıktan
çıkardığım Yeraltından Notlar’ın sayfalarının arasından Çiğdem Teyze’nin cep
telefonu numarası düşene kadar.
Annen beni oldum olası pek sevmez,
bilirsin, o yüzden aramaya çekindim önce. Ama sağ olsun, belki biraz da seni
özlediğinden ve dert yanacak birilerine ihtiyaç duyduğu için, çok iyi karşıladı
beni. Çiftliğe gitmeye karar verdiğin günden beri olanları anlattı üstünkörü,
mektup adresini vermesini rica ettiğimde de beni kırmadı. Hoş, orada olduğunu
öğrendikten sonra basit bir aramayla adresini kendim de bulabilirdim, zira
sizin küçük sevimli çiftliğiniz artık kamuya mal oldu biliyorsun, en az haftada
bir defa haber bültenlerinde ya da televizyon şovlarında adının geçtiğini
duymak mümkün. Alternatif olarak doğup zamanla “ana akım”a malzeme olması
açısından, çiftliğinizin şimdiye kadar bütün tahminlerimi haklı çıkardığını
söyleyebilirim. Yakında kolejli lise öğrencilerinin sırt çantalarında sizle
ilgili rozetler görürsem, ya da televizyonda çiftlik konseptli yarışma
programları düzenlenmeye başlarsa da çok şaşırmayacağım.
Aslına bakarsan gazetede Melis
Kuyucu'nun çiftlikle ilgili haberini ilk okuduğumda bir an için aranıza
katılmayı düşündüğümü inkâr edemem. O zamanlar senin çiftlikte olduğuna dair en
ufak bir fikrim yoktu tabii. Bunun yanı sıra hayata karşı tahammül sınırlarımı
bugüne kadar en çok zorlayan dönemlerden birinin içinden geçiyordum. Hayatımın
Tutunamayanlar romanının bir köşesine konu olmayı hak edecek bir başarısızlık
öyküsü olduğu gibi klişe bir düşüncenin içindeyken Demir isimli adama âşık olup
(evet, senden sonra da aşklarım oldu), kendimi birden bataklığın içinden
bulutların üzerine yükselmiş gibi hissetmiş, ardından yine fazlasıyla klişe bir
evlilik, aldatılma ve boşanma zinciri ile giderek yükselen bir ivme eşliğinde
çamurun içine geri dönmüştüm. İşte gazetedeki o röportajı görmem, tam bu döneme
rastlıyor.
Bırak konuşmayı, kimsenin yüzünü
dahi görmek istemediğim o günlerde bazı şeyleri etraflıca sorgulama fırsatım
oldu. Uzun yıllarımı doğanın kendine özgü bir adalet anlayışı olduğuna ve
hayatta başımıza gelen her küçük şeyin bir şekilde kendi eylemlerimizin sonucu
olduğuna inanarak geçirmiştim. İşimi çok iyi yapabiliyorsam ya da yeterince
etkileyici bir iletişim yeteneğine sahipsem, insan olmanın onuruna yakışmayan
ego mücadelelerine girmeden de başarılı bir kariyer elde edebilirdim mesela. Ya
da üniversitede deliler gibi âşık olduğum hocamın karısıyla arasındaki bağa
kendi arzularımdan daha çok saygı duyduğum için onunla ilişkiye girmeyi
reddettiysem, zamanı geldiğinde bir başka üniversite öğrencisi de benim
ilişkime aynı saygıyı gösterebilmeliydi. Yani basitçe ifade etmek gerekirse,
hayatın gerekli malzemeleri gerekli ölçülerde karıştırıp fırına verdiğimde bana
lezzetli bir kek sunacağına inanmıştım aptalca. Bu aptallığın farkına varmamı
sağlayan şeyin daha da aptal bir aşk hikâyesi olması ise beni daha da
öfkelendirmekten başka bir işe yaramamıştı. İyiyle kötünün birbirini
dengelediği falan yoktu. Çünkü ölçeği tek bir insana indirdiğimizde, iyiyle
kötü o insanın içinde birlikte barınıyordu. Tüm hayat öykümü birbirine
zincirlenmiş görüntüler halinde düşündüm uzun uzun, seni, Mete’yi, Enis’i, Deniz’i,
Demir’i… Ben mi sizi terk etmiştim, o masalardan kalkan, o kapıları kapatan, o
valizleri toplayan ben miydim, yoksa siz mi beni bırakıp gitmiştiniz çok daha
öncesinde? Kişisel olanın aynı zamanda politik ve toplumsal olduğu varsayımı
üzerinden, sizinle olan ilişkilerimde sorun olarak gördüğüm ne varsa bunları
topluma mal ettiğim için, bir şeylerin yolunda olmadığını hissettiğimde var
olan sistemden daha çok nefret ediyor ve işleri hepimiz için daha karmaşık hale
getiriyordum. Duvarlarınızı kıramayacağımla yüzleştiğimde ise tek yaptığım
çekip gitmek oluyordu.
Mektup için Seval'e çok teşekkür ederim...
YanıtlaSil