31 Mart 2012 Cumartesi

Senaryo denemesi

Merhabalar,

Bir aralar gaza gelip kendi seyretmek istediğim türde bir dizi yazmaya çalışmıştım, pek "çekilesi" bir dizi olmadı ne yazık ki. Maaşlı çalışmaktan sıkılan, kendi işini kurmak isteyen ve karşısına fırsat çıktığında nasıl olduysa gözünü karartıp işe giren büyük şehir insanlarını anlatıyordu hikaye.

İlginizi çekebilir belki...

5

İşte hepsi bu. Bu metnin dış dünyada nasıl bir yankı uyandırdığını bize gelen mektuplardan üç aşağı beş yukarı anlıyorduk, haftalık mektuplarımızdan gazete bile okumadığımızı öğrenen bazı hevesliler bir haber ajansı gibi çalışarak bize olup biteni yazıyordu. Bir lanet gibi ortada kaldığı için üzerime aldığım mektupları okuma görevi nedeniyle Türkiye’nin dört bir yanından gelen bir sürü hayran mektubunu, haberi ve tehdidi okumak bana düşüyordu. Elime ulaşan bilgilerin ne kadarının doğru, ne kadarının yanlış olduğunu kesin olarak anlamanın hiçbir yolu yoktu, yine de tahminimizden çok daha fazla ses getirdiği muhakkaktı. Başlarda her gün 5 - 10 mektup okurken manifesto yayınlandıktan sonra bu sayı önce 20 - 25'e, şimdilerde ise 50’lere dayanmıştı. Artık korkutucu bulmaktan sıkıldığım tehditleri dosyalıyor, para gönderenlerin parasını bir teşekkür mektubuyla iade ediyor ve memleketin gidişatını anlatanları okuyup durumu anlamaya çalışıyordum. Mektup yazmayı bilmeyen yeni nesil daha kimin okuyacağını bilmeden fazlasıyla samimi ve kişisel şeyler anlatıyordu genelde, onları ciddiye almayan sevgililerinden, ana babalarından ve öğretmenlerinden şikâyet ediyor, dünyanın ne kadar boktan olduğunu kendilerinin de fark ettiğini yazıyorlardı bize. Günde birkaç tane işinden ve patronundan bıkmış beyaz yakalının bize nasıl da özendiğini okuyor, kendi tarlamı çapalarken kafamın içinde onlarla konuşuyordum. Üniversitede okurken özendiğim, sonraları küçümsediğim, daha sonra acıdığım ve şimdi kendimden farksız gördüğüm her gün kravat takan adamları ve siyah pantolon beyaz gömlek giyen kadınları küçümsemeye hakkım yoktu. Bir gün onlardan biri bu veya başka bir çiftlikte benden çok daha adanmış, çok daha faydalı veya çok daha başarılı olabilirdi. Yahut yaptığı iş sayesinde dünyayı değiştirebilir, hatta şu anda bir benden daha erdemli biri olabilirdi.

Bunların dışında bize akıl öğreten emekli asker ve polis amcalar, tebliğ vazifesini yapıp bizi hak yoluna çağıran bilinçli Müslümanlar, İsa’nın aslında bizi ne kadar sevdiğini anlatan Protestan misyonerler ve meraklılar vardı. Meraklıların ciddiye alınacak sorularını not alıyor ve haftalık mektuplarda cevaplıyorduk ama zeytinyağı mı tereyağı mı kullandığımızı, Fransız mallarına uygulanan boykot konusunda ne düşündüğümüzü, hangi radyoyu dinlediğimizi (bizim için şarkı isteyecekmiş kızcağız), Hakan ile Sevda'nın evlenip evlenmediğini soranları (Hayır, hâlâ nişanlılar) pek ciddiye alamıyorduk. "Sizce para ortadan kalksa adaletsizlikler de ortadan kalkar mı?" gibi bizim de ilgimizi çeken soruları ise tartışıp elimizden geldiğince cevaplamaya çalışıyorduk.

Son üç aydır beklediğim o sarı zarf ise henüz gelmemişti. Gönderen kısmında “Pamukova Cumhuriyet Savcılığı” yazan, bize açılan davayı bildiren, kahverengi kocaman bir zımba teliyle kenarından zımbalanmış bir zarf. Her gün bugün gelir diyerek bekliyordum, yasaların dışına çıkmadan sistem dışına çıkmanın mümkün olmadığına inancım tamdı.

Kapıda biri var. Sanırım bugünün postası geldi.

30 Mart 2012 Cuma

4

İnsanlardan, insanlıktan, ülkemizden, başka ülkelerden, dinden, devletten, sanattan nefret etmiyoruz. Yukarıda açıklananlar dışında hiçbir amacımız, planımız veya niyetimiz yok. Biz durmak ve düşünmek istiyoruz. Kendimize kulübeler inşa edeceğiz, arazimizden geçen sudan faydalanıp tarım yapacağız, hayvan yetiştireceğiz, akşamları ateşin başında oturup konuşacağız. En kötü TV dizisinden bile sıkıcı bir yaşamımız olacak, yine de bize katılmak istiyorsanız bunun için bir süre beklemeniz gerekecek. Yeni üyelerin neyle karşı karşıya olduğunu bilmesi açısından çiftliğimizde geçerli olan aşağıdaki kuralları gözden geçirmesi gereklidir.

· Çiftlikte yaşayacak herkes 18 yaşından büyük (veya ebeveynleriyle birlikte) olmalıdır. Vasilerin ve/veya ebeveynlerin yazılı izni bile olsa 18 yaşından küçük kişiler çiftlikte yaşayamaz.

· Çiftlikte kimse ortak faaliyetlere katılmaya zorunlu değildir (oylamalar hariç). Ancak herkes kendisi için ayrılan toprağı işlemek veya hayvanlarla ilgilenmek zorundadır. Tarım veya hayvancılık faaliyetleri sonucunda elde edilen ürünler toplanır ve kişilere çiftlik sorumlusu tarafından eşit biçimde dağıtılır.

· Çiftlikteki tüm kararlar oylama ile ve konsensüs sağlanarak verilir. Tüm çiftliği ilgilendiren konularda tüm üyeler oylamaya katılmak zorundadır. Çiftlik içindeki olası gruplar da kendi kararlarını aynı biçimde vermelidir.

· Oy kullanma yaşı 12’dir. 12 yaşından büyük herkesin bir oy hakkı vardır.

· Oy hakkı devredilemez, vekâlet ile kullanılamaz. Oy vermesi gereken herhangi bir üye oy verebilecek durumda değilse, oybirliğiyle bu üyeyi temsil edecek 5 kişilik bir heyet oluşturulur.

· Konsensüs sağlamak için hiç kimseye fiziksel veya psikolojik şiddet uygulanamaz, ayrımcılık veya baskı yapılamaz.

· Çiftlikten ayrılmak, işlerin ve üretimin aksamaması açısından en az 15 (on beş) gün önceden bu isteği bildirerek gerçekleştirilebilir.

· Çiftlik için kuruluş sırasında belirlenen üye sayısı değiştirilemez. Bu sayı 100 kişi olarak belirlenmiştir. Ancak çiftlikte doğan kişiler bu sayının dışındadır.

· Çiftlikten ayrılan üyelerin yerine yeni üye alınabilir, ancak bu alım tüm üyelerin onayı ile gerçekleşebilir. Tek bir mevcut üye bile itiraz etse adaylar reddedilir.

· Oybirliği ile kabul edilen adaylar için 3 aylık bir deneme süresi vardır. Bu süre içinde mevcut üyelerden biri adayın kesin kabulüne itiraz ederse aday reddedilir.

· Çiftlikte ortak yönetim esastır; çiftlik sorumlusu ve dış ilişkiler sorumlusu dışında bir unvan veya görev yoktur. Bu ikisi oylama ile belirlenir ve aynı kişi olabilir. Her sene yeniden oylama yapılır ve bu görevlerin yürütülmesi konusunda sayı sınırlaması yoktur.

· Çiftlik sorumlusu çiftliğin yöneticisi değildir; toplantıların yerini, zamanını veya gündemini belirleyemez. Yalnızca kayıtları tutar ve ürünlerin depolanmasını ve dağıtılmasını organize eder.

· Dış ilişkiler sorumlusu, çiftlik dışındaki yetkililerle olan tüm yasal ve maddi ilişkileri üyeler adına takip eder; çiftlik bütçesini yönetir ve tüm alışverişi yürütür.

· Toplantıların nasıl ve ne sıklıkla yapılacağı, gündemleri, çiftlikteki iş bölümü uygun görüldüğü biçimde ve uygun görülen kişiler eliyle yürütülür, bu konuda kalıcı kurallar konulamaz. Yeni ve kalıcı makamlar oluşturulamaz.

· Çiftlik mümkün olduğu sürece kendi kaynaklarıyla sınırlı bir hayat sürer. Gerektiğinde depolama, araç-gereç, ulaşım, iletişim ve sağlık konularında mevcut çağdaş kaynaklardan faydalanır.

Çiftlikte yaşayan kişilerin tüm yasal işlerini takip etmekle yükümlü olan avukatlık bürosunun ve muhasebe bürosunun iletişim bilgileri aşağıdadır."

29 Mart 2012 Perşembe

3

Bu durumun çiftlik sakinleri arasında neden olduğu sevinci anlamlandırmakta zorlanıyordum. Tamam, benim korkumu paylaşmıyor olmaları belki de normaldi, hiçbiri benim gibi eğilim tasarımı ve yönetimi konusunda tecrübeli değildi neticede. Ama neden bu kadar mutluydular yeni çiftlikle kurulacak diye? İdeolojisini, en azından dünya görüşünü sağlam biçimde temellendirmiş bir parti değildik ki kalabalıklaşıp iktidara yürüyelim; bir fikri pazarlamıyorduk ki kapımıza gelen her kişiyle biraz daha zengin olalım; kafamızda dolaşıp duran düşünceleri doğru düzgün ifade edemiyorduk ki kalabalıklaştıkça doğruyu bulduğumuzu, haklı olduğumuzu görüp sevinelim.

Ama bu sabah anladım bu sevincin nedenini, bu satırları yazmaya da ancak gerçeği görünce karar verdim. Bazılarımız, hatta ben dâhil birkaç kişi dışında neredeyse hiç kimse, bu yaptığımız şeyden emin değilmiş meğerse. İçlerinde "Lan ben deli miyim? Ne işim var burada!" diyen bir ses varmış ve diğerleri tarafından, çoğunluk tarafından onaylanmaya ihtiyaç duyuyorlarmış. Daha belli belirsiz bir manifesto yazabildik, o da ne düşündüğümüze, kendimize dair neler keşfettiğimize veya hayatımızı nasıl anlamlandırdığımıza dair bir kutsal kitap, bir müjde, bir yol haritası olmaktan çok uyacağımız genel kuralları ortaya koyan birkaç sayfalık bir metin. Aşağıya aynen alıyorum bu metni:

“Biz hayatının dizginlerini elinden kaçırdığı için mutsuz olan insanlarız. Dolaylı veya dolaysız olarak nasıl evlerde oturacağımıza, neye para harcayacağımıza, zamanımızı nasıl geçireceğimize ve neyle mutlu olacağımıza bizim adımıza karar verilmesinden, hayatın akışına anlamsızca kapılıp sürüklenmekten bıktık. Kurulan sosyal, politik ve ekonomik sistemlerin alternatifsiz olduğunun söylenmesinden bıktık. Yapabileceğimiz tercihlerin birileri tarafından iki seçeneğe indirilmesinden bıktık. Her bir üyesi mutsuz olduğu halde varlığını devam ettiren bütün kümelerden, gruplardan, yapılardan, hiyerarşilerden bıktık. Var olan bu durum içinde kendimizi oyalamaktan, ruhumuzda açılan yaralara pansuman yapmaktan ve geçici çözümlerden bıktık. Üstelik bu saydıklarımızı değiştirmek için ne yapmamız gerektiğine dair en ufak bir fikrimiz yok!

Yamalı bohçaya benzer bu düzeni nasıl değiştireceğini düşünmek yerine her yırtılan yere bir yama uyduran zihniyetin bizi getirdiği hal ortadadır, hepimiz bir biçimde sakatlandık. Biz yama uydurmak, komşunun yamasına özenmek, güçsüzün yamasını çalmak yerine yeni bir kumaş dokumak gerektiğini düşünüyoruz. Hayatımızın temeline oturttuğumuz her şeyi tek tek sorgulamak istiyoruz. Bu kumaşı dokuyamayacağımızı biliyoruz, ama bunu denemek bize geçici çözümlerden çok daha anlamlı geliyor. İnsanoğlunun kültür adına yarattığı her eseri, her düşünceyi tartışmak istiyoruz. Sonuna kadar.

Bunu yapmanın en kolay yolu olduğundan kendimizi diğer insanlardan izole etmeye karar verdik. Mümkün olduğu sürece ve biz hazır olana kadar:

· Sizlerle mektuplaşmak dışında iletişim kurmayacağız, kendi beslenmemizi kendimiz sağlayacak, kendi suyumuzu içecek, kendi tarımımızı yapacağız.

· Fotoğraf çektirmeyecek, röportaj vermeyeceğiz.

· Parayla hiçbir mal ve hizmet satın almayacak, ürettiğimiz hiçbir metayı satmayacağız.

· Doğaya da zarar vermeyeceğiz, diğer insanlara da. Elbette birbirimize de. Sağlıkla ilgili konularda çağdaş tıptan faydalanmaktan vazgeçmeyeceğiz.

· İçinde bulunduğumuz ülkenin devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olduğumuzdan, bu bağın tüm gereklerini seve seve yerine getireceğiz. Vergimizi verecek, yasalara uyacak, askerlik görevini yapacağız.

· Mahremiyetimizi korumak için kanunların izin verdiği çerçeveyi asla aşmayacağız, güvenliğimizi sağlaması için devlete güvenmekten başka bir önlem almayacağız.

28 Mart 2012 Çarşamba

2

***

Dışarıda, odamın kapısının hemen dışında büyük bir fırtına kopuyor. Herkes mutlu, herkes sevinç içinde görünüyor. Nadiren yapıldığı üzere içkiler içiliyor, müzikler çalınıyor bazen, insanlar birbirlerine sarılarak kutluyorlar olup bitenleri. Çılgınca bir coşku, içkiden değil başarıdan sarhoş insanların neşesi beni daha da fazla korkutuyor. Neyi başlattığımın, daha doğrusu neyi tetiklediğimin farkında olan ben şu lanet olası cümleyi tekrarlamaktan, arada titreme nöbetleriyle boğuşmaktan ağlamaya bile vakit bulamıyorum. Dışarıdakilere bir oyun, bir zafer, bir devrim gibi gelen şeyin ardından ne takibatlar geleceğini, nasıl kan akacağını, nasıl bir kaos olacağını sadece ben görüyorum.

İlk günlerde uyarmaya çalıştığım herkes bana boşuna paniğe kapıldığımı, yeni bir düzenin kurulmakta olduğunu, elbette bazı sancılar çekileceğini ama her şeyin iyi gideceğini söyleyip durdular. Bazıları da fazla iyimser olduğumu, hareketin birkaç “şube” (onların deyimiydi bu) açmasının hiçbir kayda değer sonuç yaratmayacağını, bugün bizimle ilgilenen sosyal medyanın birkaç hafta sonra yeni bir konuya odaklanacağını, hareketin en fazla modern hayattan bunalanlara bir sığınak sunabileceğini söylediler. Ne bu ülkenin ne de dünyanın düzenini değiştiremeyeceğimizden çok eminlerdi.

Ben de söylenmeyi bıraktım. Oturup olup biteni yazmaya karar verdim. Bu satırları benden başka kim okuyacak bilmiyorum ama okuyucunun hikâyenin sonunu görebilmesi için elimden geleni yapacağım. Kafam çok karışık, vicdanım rahatsız, korkum dağlardan büyük.

İki gün önce, yani hareketin manifestosu yayın organlarına gönderildikten 3 ay sonra, Pamukova’nın göbeğindeki bu kamp kurulduktan 2 yıl 15 gün sonra, Lütfiye abla kardeşi Osman abiye bu çiftliği kurmak istediğini söyledikten neredeyse 7 yıl sonra iki ayrı grup geldi çiftliğe. Bir grup, gözlerinden akan uykuya ve hareketlerinden okunan yorgunluğa rağmen yüzlerindeki heyecanı koruyan 5 kişi, Fatsa'dan gelmişti. Uzun zamandır bizim tarafımızdan yazılan mektupları yayınlamak dışında çok da büyük bir foruma ev sahipliği yapan bir internet sitesinin en aktif kullanıcıları arasında olan bu beş Fatsalıdan bazıları Lütfiye abla gibi akıl hastalığı tedavisi görmüş, Ünye Akıl Hastanesinde uzun süre kalmıştı. Aralarında topladıkları parayla aldıkları 10 dönümlük bir arazide "şube" açmak istiyorlardı!

Diğer grup ise sürdürülebilir ve organik tarım konusunda çalışan, birkaç yıldır Aydın’ın Sultanhisar ilçesinde genişçe bir çiftliği ekolojik yöntemlerle işletmeye çalışan genç ve idealist ziraatçılardı. Sözcülük görevini üstlenen Bahadır’ın dediğine göre “Neredeyse bir komün" oluşturmuş olan bu grup da "şube” olmaya talipti!

İnternetteki forumda dalga geçen, küfür eden, Mason-Yahudi-Komünist-Ateist-İslamcı olduğumuzu ima ve hatta ilan eden, kim olduğumuz merak edip bilgi edinmeye çalışan, komünler hakkındaki bilgisiyle (!) hava atmaya çalışan, sevgili arayan on binlerce üye arasında umut arayan üyeler kısa süre sonra birbirini bulmuştu. Ellerinde fırsat olan bu iki grup dışında yakın zaman içinde kapımıza geleceğini söyleyen, para bulmaya çalışan, arsa arayan gruplar ve annesinin ağlaması kesilince çiftliklerden birine girmeye yemin eden, Pamukova’ya gelmek için emekli ikramiyesini bekleyen, yakınlarda bir çiftlik kurulması için yalvaran, öğrencilerin yaz aylarında gerekirse stajyer olarak kabul edilmesi gerektiğini savunan onlarca insan vardı daha. Bahadır'ın dediğine göre genel forumda tanışıp bu konuda ciddi olanlar tarafından kurulan gizli bir forum daha vardı ve gerçek hevesliler orada toplanıyordu. Fatsalılar ve Sultanhisarlılar orada tanışmış, uzun süre tartışmış ve aynı günde buraya gelmeye karar vermişlerdi. Onların olumlu haberlerle dönmesini bekleyen kişilerin sayısı da az değildi; en az dört grup daha vakıf veya dernek kurarak kısa zaman içinde buraya gelmeyi planlıyordu.

26 Mart 2012 Pazartesi

1

"Köklere geri dönemezsin, ancak köklerin kendisi olabilirsin. İnsanlar bir yaprak oldukları halde köklere geri dönebileceklerini sanıyorlar. Sonunda daldan düşüveriyorsun, ancak böyle dönebiliyorsun. Oysa köklerin ta kendisi olmalıyız" Bob Marley

Cehennemde bana gülecekler. Gülecekler ve ben hiçbir şey yapamayacağım, çünkü artık bütün hesaplar görülmüş, defterler kapanmış olacak; yeni bir günah işlemeye, yeni bir kavga başlatmaya hakkımız olacağını sanmıyorum. Zaten böyle bir şansım olsa bile gelmiş geçmiş bütün kötülerin en beceriksizi, en talihsizi, en iyiye niyetlenip kötüsünü yapmış kişisi olarak kavgada galip gelmem pek muhtemel görünmüyor.

Cehennemde bana gülecekler. Kendi işledikleri suçları, yaktıkları canları, gasp ettikleri hakları düşünüp kendilerine acırlarken, günahlarının kefaretini öderlerken bir fırsat bulurlarsa eğer, bana bakacaklar ve gülecekler. “Ne bakıyorsun?” diyemeyecek kadar kendi azabımla meşgul olsam da uzaktan bana bakıp güldüklerini, daha da kötüsü bana acıdıklarını içten içe bileceğim. Daha fazla yanacak canım, ruhumun ıstırabı daha da artacak.

Cehennemde bana gülecekler. Gülecekler, çünkü hepsi başarıları nedeniyle orada olacak. Gülecekler, çünkü tüm kötülerin ortak yanı başarılarıdır. Cennette, iyi şeyler yapmaya niyetlenip başarısız olmuş kişilerle iyilikte başarılı olmuş, bayrağı daha yukarı taşımış olanlar kol kola oturacak belki; ama cehennem başarılılara tahsis edilmiştir. Ancak gözünü karartıp kalplerindeki karanlık planları başarıyla gerçekleştirenler “kötü” olarak anılmaya hak kazanır ve cehennemin yolunu tutar sırası geldiğinde. Ben ise, zamanım geldiğinde, bilerek, isteyerek, kasıtlı biçimde değil, sebep olduklarım yüzünden katılacağım aralarına.

Cehennemde bana gülecekler. Kendi kendime bunu söyleyip duruyorum. Parlak bir fikirmişçesine aklıma gelip acı acı gülümsememe neden olduğundan beri aklımdan çıkmıyor bu üç kelime. Sürekli bunu tekrarlarken buluyorum kendimi; en alakasız zamanda, mesela mutfak tezgâhında biber doğrarken geliyor aklıma. Kaç gündür zaten şu üç kelimeyi bir süre kafamdan kovmadan uyku muyku yok bana, ama aynaya her baktığımda, klozete her oturduğumda, kısacası her yalnız kaldığımda aynı şeyleri söylüyorum kendime: "Cehennemde bana gülecekler!"

Cehennemde bana gülecekler. Tek başlarına veya birkaç kişi bir araya gelip parmaklarıyla beni göstererek. Anırırcasına, haykırarak, ağızlarından aktığı anda buharlaşan salyalarıyla, pis pis gülecekler. Dünyadan bildiğimiz anlamda bir vücutları olmayacak belki; ama o kadar acı çekmeye yazgılı olduklarına göre haykıracak bir ağızları olacak mutlaka. Birbirlerine acılarını ve pişmanlıklarını duyurmak için kullandıkları o ağızları kullanıp bana gülecekler.

Cehennemde bana gülecekler. Benim ise bunu durdurmak için yapabileceğim hiçbir şey yok. Varsa da ben bulamıyorum. Bugün öyle bir hızla yuvarlanıyorum ki tutunmak, durmak, hatta yavaşlamak mümkün değil benim için. Tutunup kendimi durdurabileceğim bir dal bulabileceğime dair tüm ümitlerimi kaybettim; durup düşünmek ve bir çözüm bulmak için bir an durma lüksüne veya kendimi öldürüp uçurumun daha da derinlerine inmeden oyundan çıkma fırsatına bile sahip değilim. Çabaladıkça batmak nedir, ilk elden öğreniyorum.