11 Ekim 2012 Perşembe

86


"Keşke," dedim kendi kendime, "planlandığı gibi Bahadır abi'yle birlikte, aynı gün gelebilseydim buraya."

Alev'in yarattığı tartışma nedeniyle, çantam hazır olmasına rağmen ertesi gün yola çıkamamıştım. Sabah uyanıp yola çıkacakken Hakan abinin ricasıyla birkaç gün beklemiş, ortalık sakinleşince ortadan kaybolmuştum. Ama burada bu kadar meşgul olan Bahadır abiyle birlikte yola çıksak böylesi konuşmaları sürekli kısa kesmek zorunda kalmaz, bütün yol boyunca konuşurduk gibi geliyor bana.

İkinci günün koşuşturması arasında annemle babam telefonla aramış, bir hafta sonra Aydın'a gelebileceklerini söylemişlerdi heyecanla. Ben her ne kadar onlar kadar heyecanlanmadıysam da yine de seviniyordum geleceklerine.

Onlar gelene kadar bir hafta boyunca kendi aralarında gayet fonksiyonel biçimde ayrışmış olan gruplarla yaşanabilecek sorunları tartıştık. Paradan neredeyse tamamen vazgeçmiş olmamızın yaratacağı zorlukları tartışmak istiyorlardı sürekli, oysa biz çiftlikte üretemediğimiz ve zaruri olan şeyleri hâlâ maalesef parayla satın alıyorduk ve "zaruri" kelimesinin içini doldurmak pek de zor değildi. Sigaranın zaruriyeti konusundaki tartışmayı anlattım onlara, kişisel alışkanlıklar ve arzular dışında pek de bir sorun yaşanmıyordu - o bölgede yetişmeyen, mevsimi olmayan sebze ve meyveleri satın almayacak kadar "organik" bir bilinç geliştirmişlerdi zaten. Esas sorun olarak gördüğüm Roninlerden burada eser yoktu, iş-bölümü konusunu uzun zaman önce halletmişlerdi, kişisel ilişkiler her toplumdaki gibi bir şekilde yürüyordu, teorik tartışmalar için de pek acele ettikleri yoktu. Bir haftanın sonunda buradaki varlığım anlamsız gelmeye başladı.

Ama elbette bu çiftliğin ahalisi benden çok memnundu, çünkü Ceyda ile Ceren'i başlarından almıştım. Bana âşık olduklarını söyleyip biraz övünebilmek isterdim burada ama ilgileri böylesi bir ilgi değildi, sadece uzun zamandır kendilerinden bıkmış ve onları artık dinlemeyen ahalinin aksine ben onları ikinci cümlenin yarısında kovamıyordum ve böylece aralarında hakem olmak zorunda kaldım. İlk günlerde bana olan ilgilerini biraz yanlış yorumlamış olsam da bir falso vermedim, zaten ilk hafta sonunda biri İzmir'den biri Ankara'dan gelen iki sevgili soramadığım sorunun cevabını verdi kendiliğinden. Sevgililer aynı hafta geliyordu çünkü birinin sevgilisi gelip diğerininki gelmezse birbirlerine trip atıyor, sorun çıkartıyor ve hatta oğlanları canlarından bezdiriyorlardı.

Ben ise sevgililer sayesinde kafamı dinledim ilk hafta sonumda, bir yandan da onu izledim. Birileriyle samimi mi, cepten mesajlaştığı veya normalden çok konuştuğu oluyor mu, internet cafeye gidiyor mu, tek başınayken yüzünden okunanlar bana ümit verebilir mi? Yanında insanlar olduğunda sevimli, anlayışlı, esprili kız maskesini takıyor, bir yerlerde yalnız kaldığında ise sıkıntılı görünüyordu. Ama ifadesiz surat ile sıkıntılı surat arasındaki farkı anlamakta pek yetenekli olmadığımdan emin olamadım hiç. Kimseye soramıyordum, bir şey anlarlar ve lise düzeyinde dalga geçerler korkusuyla onunla yalnız kalmaktan kaçıyordum. Aynı ortamdaysak yüzüne bakmıyordum bir iki defadan fazla, kimsenin anlamadığından emindim. Oysa o anladı.

Ailemin geleceği gün otogara gitmek üzere hazırlanırken yanıma geldi.

"Sakın" dedi ve gitti.

Ben altını doldurdum o sakının. Sakın bana bulaşma, sakın bana âşık falan olma diyordu. Benim de niyetim yoktu zaten. İyice uzak durdum ondan, kalbim tutuştuğunda her zaman yaptığım gibi. O gece yatağımda o sakının arkasına koyacak olumlu, ümit vaat eden tek bir laf bulamadım. İyice emin oldum sakınmam gerektiğinden.

* * *

Oturup yukarıdakileri yazdıktan sonra Bahadır abinin zoruyla Sultanhisar'a gittiğimizde o köşe yazısını internetten aldım, buraya eklemem gerektiğini hissettim. Okudukça sinirim bozuluyor, sırf sakinleşmek için on beş kere falan okudum baştan sona. Pamukova'ya dönünce cevap yazmaya karar verdim bir de, kafamdan cevap vermeye başlayınca sakinleştim az biraz. Metin aşağıda.  

18 Ağustos 2012 Cumartesi

85


Gece başımı yastığa koyana kadar onu hiç düşünmedim. Ama gözlerimi kapatınca onunla ilgili hayaller doluşuverdi kafamın içine, yarın sabah yanıma gelip konuşacağını, akşam yine beni bulacağını, birlikte çay içeceğimizi düşünmek aşk hayallerinden bile daha tehlikeliydi, çünkü gerçek olabilecek gibiydi. Neden olmasındı? Olmayacak dedim ve uyumaya çalıştım. Bir saatten uzun süre yatakta döndükten sonra pes edip radyomu açtım. Uzun zamandan sonra kafamdaki sesi susturmak için dış sese ihtiyaç duymam moralimi bozdu. Uyumadan önce en zehirleyici cümleyi söylüyordum kendime tekrar tekrar; "zaten sevgilisi vardır!"

Sabah kalktığımda Bahadır abiyle arazileri gezmeye çıktık, ama tarım üzerine bilgimin ilkokul düzeyinde olduğunu görünce bizim çiftlikle ilgili esas merak ettiği soruları sormaya başladı: Toplantılar nasıl yapılıyordu? Konuyu kim belirliyordu? İlerleme kaydedebiliyor muyduk? Gerçekten her konuyu sıfırdan ve hiç kimseden alıntı yapmadan mı tartışıyorduk? Bunun gerçekten bir faydası var mıydı? Amerika'yı yeniden keşfetmeyi değil tekne yapmayı bile yeniden keşfetmeyi neden bu kadar önemsiyorduk?

Elimden geldiğince bu sorulara cevap vermeye çalıştım. Ne kadar faydalı oldu bilmiyorum, çünkü buradaki insanlar da bizim gibi idealistti ama kendilerini dünya karşısında elleri kolları bağlı, ne yapacağını bilmez, olup bitene anlam veremeyen kişiler olarak görünmüyorlardı bana. Elbette soruları ve sorunları, bunları düşünmek için de bu neredeyse kutsanmış, bereketli topraklara ihtiyaçları vardı. Ama bizim gibi kadim meselelere kafalarını takacaklarını sanmıyordum. Yanılmışım.

Ben Amerika-tekne alegorisi üzerinden giderek elimden geldiğince şunu anlattım: Biz sadece Amerika'yı yeniden keşfetmek istemiyoruz, sahilde durup düşünmek, içimizdeki keşif merakının nedenini düşünmek, doğaya en az zarar verecek biçimde ve yeni bir anlayışla tekneler yapmak, teknenin tasarımını sıfırdan yapmak ve eski teknelere öykünmemek, teknedeki hiyerarşiyi ve iş bölümünü tartışmak ve Amerika'yı bulacaksak böyle bulmak istiyoruz dedim. O da "Amerika zaten keşfedildi, işgal edildi, yağmalandı, halkı öldürüldü, sonra yeni bir ülke ve yeni şehirler kuruldu orada" dedi. "Siz ilkel bir tekneyle yeniden oraya gittiğinizde bakir bir kıta bulmayacaksınız ki, destroyerler karşılayacak sizi!"

Kendimi söz oyunlarında başarılı biri zannederken bu kadar bariz bir şekilde yenileceğimi hiç düşünmemiştim, lakin buna söyleyecek sözüm yoktu. "Bize ilişmeyecekler o mega ordular, uçaklar, destroyerler; çünkü bizde istedikleri bir şey yok.  Biz önce ilkel sallar, sonra basit sandallar yapacağız. Sonra yeni ve daha güçlü, daha sağlam bir medeniyet kurmaya çalışacağız."

"Kırk derviş bir postta oturur, iki hükümdar bir dünyayı paylaşamazmış" diyerek kesip attı Bahadır abi. "Yeni bir medeniyet hayalin varsa mevcut olanla önünde sonunda çarpışırsın. Sen o medeniyeti kurmayı başaracak gibi olduğunda meydan okuduğun güç sen daha kuvvetlenmeden saldıracaktır. O yüzden destroyeri alıp geliştirmek daha makul gibi geliyor bana!"

17 Ağustos 2012 Cuma

84


Bize doğru koşan iki kız çocuğunu neden sonra fark ettim, çünkü girişe en yakın masadaki bir kıza takılmıştı gözlerim. O Bahadır abiye bakıp gülümsüyordu, ben de diğer herkesi bırakıp ona dikmiştim gözlerimi. Uzun zamandan sonra ilk defa bir kıza bakıp üzüldüm; "bu kızın gönlünü çalacağım" veya "bu kız benim olmalı" dediğim zamanlar geçmişti, "bu kız asla bana bakmaz" deyip çabalamadan vazgeçtiğim zamanlar da geçmişti, güzel kadınlara bakıp onlarda doğanın mucizesini görmeye şartlandırmıştım kendimi. Bir de üç saniye kuralım vardı elbette, yanlışlıkla pota altına girersem üç saniye içinde dışarı atıyordum kendimi, çok hoş bir kız gördüm mü üç saniyeden uzun bakmıyordum. Ama ilk defa bu kıza bakıp "Bu bir işkence" dedim, sonra da Bahadır abinin kolumdan çekmesiyle gözlerimi ondan ayırıp küçük kızlarıyla tanıştım.

Bahadır abi işi uzatmadan beni sofra başında bekleyenlere takdim etti ve sonra kendi masasına aldı. Onu göremeyeceğim biçimde oturdum, ona bir daha bakmaya dayanamazdım. Ama ona sırtımı dönük oturmak için kalan tek iskemle Ceyda ve Ceren adlı ikizlerin arasındaydı.

Biri ziraat mühendisi, diğeri mimar olan bu iki kız kardeş aralarına oturduğum andan itibaren hiç susmadılar. O ilk yemeğe dair unutamadığım tek şey yanlış iskemle seçtiğimdir, o kadar söyleyeyim. Ne yediğimizi hatırlamıyorum, masada içki var mıydı hatırlamıyorum, diğer masalardan uğrayıp bir şeyler diyenleri hatırlamıyorum. Bahadır abi ve eşiyle neredeyse hiç konuşamadığımı, normalde çocuklarla iyi anlaştığım halde Bahadır abinin kızlarıyla şakalaşamadığımı, kalkma zamanı gelince büyük bir cendereden kurtulmuş gibi olduğumu hatırlıyorum sadece.

Daha sonra Bahadır abinin dediğine göre hiç gerçekten kavga etmeseler de sürekli tartışırlarmış, ben gelmeden 3 gün önce küsmüşler birbirlerine. O gün Işıl ablanın, Bahadır abinin eşinin zoruyla aynı masaya oturmuşlar ve aralarında bir boş iskemle bırakmışlar başkası gelip tampon bölge oluştursun diye. O tampon bölge de ben oldum acemiliğim yüzünden.

Daha ben oturur oturmaz Ceren, yani ziraatçı olan, Güney'e bakan binanın en yüksek bina olmasından şikayet etti. Odalar avluya değil dışarı baktığından herkes yazın kavrulacak diyerek saldırıya geçti. Ceyda, yani mimar olan, yüksek bina sayesinde avlunun çoğu zaman gölgeli olacağını ve kışın da ısıtma masraflarının azalacağını söyleyerek cevap verdi. Ayrıca, dedi, Kuzey ve Güney binaları 3 katlı, Doğu ve Batı 2 katlı, öyle en yüksek bina diye bir yer yok. Bunun üzerine Ceren de Kuzey'de fazla oda olmadığını, idari ofisin, arşivin ve depoların orada olacağını, Güney'dekilerin ise her yaz yanacağını söyledi ve bana döndü:

"Sen ofiste çalışıyorsun Pamukova'da, değil mi? Ofisin o kadar soğuk olsun ister misin?" diye beni konuya çekmeye çabaladı. Ben kekelerken Ceyda benim adıma cevap verdi:

"Adam yazın, güneşin alnında 12 saat Güney cephede mi çalışsın, onu mu öneriyorsun?" diyerek kardeşine çıkıştı.

"Bizim orada güneş…" diyecek oldum, dinlemeden birbirlerine girdiler yine. Binaların yapısı, biçimi, inşaata neden Güney binasından başlandığı gibi sonsuz bir tartışmanın içinde buldum kendimi, ama domatesli pilav gelince (bir tek bu yemeği hatırlıyorum) çok sevdiklerini söyleyip bir anda neşelendiler, hiç tartışmamış gibi yemeğe başladılar. Benim Bahadır abi ve Işıl ablayla edebildiğim 3-4 cümle de o araya rastlıyor. Daha sonra ise Ceren'in ziraatçilik konusundaki başarısızlığına yönelik karşı saldırı geldi, bu yıl ekilmesini önerdiği bitkilerden hiçbiri, ya da neredeyse hiçbiri kabul edilmemişti. Tatlılar gelince bir 'es' daha verdiler, Bahadır abinin kızları uyuklamaya başlayınca kalktığımızda kimin daha iyi domatesli pilav yapacağı konusunda birbirlerine laf sokuyorlardı.

"Yapın da yarın yiyelim" dediğim anda ne kadar hatalı bir cümle sarf ettiğimi anladım, yapıp önüme getirirlerse birini seçmek zorunda kalacaktım. Müsaade isteyip masadan kalkarken "kafanı şişirdik" diyerek ikisi de öptü beni, Bahadır abinin kahkahaları biz arabaya binene kadar kesilmedi.

16 Ağustos 2012 Perşembe

83


Ben şahsen aradaki bu farkın babalıktan ileri geldiğini düşünüyorum. Hakan abi baba 'gibi' davranıyor, evet, ama çocuklara yardım etmekten yana. Ama Bahadır abi takma akıldan akıl olmayacağını, çocukların kendilerinin öğrenmek zorunda olduğunu 'biliyor'. Çocuklara takıldıklarında on kere yardım ederseniz, on birincide engeli aşmaya çalışmayıp "babaaa!" diye sizi çağıracaklarını biliyor. Bunları açıkça konuşmadık hiç, ama sanırım artık daha iyi bir gözlemci oldum ve teşhisi kendim koydum.

Yol boyunca sürekli konuşmak istesem de çenemi tutup Bahadır abiyi gözledim; araba kullanışını, halini, tavrını, hareketlerini. Dikkatli bir sürücü olmasının yanı sıra boş konuşmayı da pek sevmiyordu, açtık TRT FM'i dinledik. Neredeyse bir yıldır radyo dinlemediğim için bana gayet ilginç geldi aralardaki konuşmalar, şarkılar, türküler ve haberler. Radyonun normal yayınları hatırladığım gibiydi, ama haberler iyice partizanlaşmıştı. İktidar "belirtiyor" ve "en güzel cevabı veriyor", muhalefet "iddia ediyor"du; yarın iktidar değişse roller aynı kalacak, sadece oyuncular değişecekti.

Bunları düşünürken Bahadır abi ilk defa konuştu: "Bak yaklaşıyoruz" dedi, tabelaya göre Sultanhisar'a 12 km kalmıştı. Sultanhisar uzaktan göründüğünde Bahadır abi soldaki bir köy yoluna saptı ve "Madem daha hava kararmadı, bizim tarlaları göstereyim sana" dedi.

Eskihisar köyüne giden yol üzerinde bir noktada durduk ve kenara çektik. Tarlalarda kimse kalmamıştı, o yüzden kimseyle tanışamasak da ilk brifingimi orada aldım. Gözümüzün gördüğü neredeyse tüm araziler çiftliğe aitti, Bahadır abiye göre küçük tarlalar birleştirilmiş ve işleme açısından daha verimli hale getirilmişti. Hepsi düzenli biçimde ekilmişti, şimdilik fıskiyelerle sulansa da seneye damla sulama sistemi kurulacaktı. Mevsim nedeniyle çoğunda sebze vardı, ama sonbaharda buğday, kışın da patates ekmeyi düşünüyorlardı. Eskihisar köylüleri seneye nadasa bırakmayı planlıyordu arazilerin çoğunu, Bahadır abinin gazıyla ürün değiştirmeyi denemeye ikna olmuşlardı; ama bu kadar işbirliği bizim izolasyona dayalı çiftlik anlayışımıza nasıl uyacak bilmiyordum. Elbette bunu o anda söylemedim. Bahadır abi mahsulü ve tarlaları gururla gösterirken bunu söylemek istemedim doğrusu.

Yaklaşık on dakika konuştuktan sonra, hava neredeyse tamamen kararmışken görebildiğim en uzak noktada, tarlaların ortasında bir ışık yandı, sonra bir tane daha, sonra bir daha.

"Hadi," dedi Bahadır abi, "bizim inşaat orası. Bizim tayfa orada güzel bir masa kuruyordu senin için, hazırdır muhtemelen. Daha fazla bekletmeyelim."

Arabaya atlayıp binaların bulunduğu alana doğru hareket ettik. Asfalttan çıkıp stabilize yola girdiğimizde uzaktan ancak iki bina görülebiliyordu. Fakat içeri girince aslında birinin kabası bitmiş dört bina olduğunu fark ettim, 3 katlı binanın kabası tamamlanmış, hatta zemin katın pencereleri bile takılmıştı, diğer üç bina ise daha birinci katları çıkmış haldeydi. Dört bina birbiriyle eşit gibi görünüyordu, ortasında kare şeklinde bir avlu bırakılarak dört yana dört bina yapılmıştı. 80'li yılların filmlerindeki inşaatlar gibi kolonların geleceği yerlerde demir filizleri görünüyor,  binaların aralarında bir beton karıştırma makinesi, bol miktarda kum ve çimento torbaları vardı. Bu yerleşkenin çevresi tel örgü ile kapatılmış, bizim girdiğimiz Kuzey ucuna ve tam karşıdaki Güney ucuna daha sonra kapı yapılacak birer boşluk bırakılmıştı. Avlunun ortasında muhtemelen havuz yapılacak bir çukur görünüyordu. Çukurun etrafında da bir sürü insan, çıplak ampullerle aydınlatılmış masalarda oturmuş bize bakıyor ve gülümsüyordu.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

82


Ben, daha doğrusu çiftliğe gelmeden önceki ben, sıkıntılı bir adamdım. Milletin tezlerini yazıyor, kendi yazdığım hikâye ve romanları bir türlü bitiremiyor, ailesinin yanında kalan bir adam için ancak cep harçlığı olacak kadar para kazanıyordum. Ailem bana neden ve nasıl bu kadar uzun süre sabretti bilmiyorum, ama bir an önce 'iyileşip' maaşlı, sigortalı bir işe girmezsem yakında ikisinden birinin yüreğine ineceğinden eminim – onlara en azından bunu borçluyum. Osman abiye bunları anlattığımda "annem ve baban için yaşayamazsın, ama onlara rağmen yaşamak da mümkün değil" demişti bana. Vakfın İstanbul'da bir iletişim ofisi açmayı ve başka hayır işleriyle ilgilenmeyi planladığını, istersem orada çalışabileceğimi söyledi. O hazır olduğunda ben de hazır olursam bunu yapabiliriz diye umuyorum, bu haberi de annemle babama yaş günümde vermeyi planlıyorum.

Gelelim Sultanhisar'a. Aydın'da otobüsten indiğimde Doblo'suyla Bahadır Abi karşıladı beni. Neredeyse akşam olmuştu, ama yine de o gün gündüz gözüyle çiftliği görmeyi ümit ettiğimi söyledim Bahadır Abi'ye.

"Göremezsin," dedi gülerek.

"Neden?"

"Yani görürsün de sizdeki gibi bir yer göremezsin. Bizim tarlalar köylülerin tarlalarıyla yan yana, öyle arada tel örgüler falan yok. Şimdilik binalardan da bitmediği için bir kısmımız orada, bir kısmımız burada kalıyor. Ama biz de sevmiyoruz bu durumu. Yine de sana tarlaları gösteririm. Sonra hep beraber bir şeyler yeriz, daha sonra da bizim evde kalırsın."

"Abi hiç zahmet olmasın size, ben ..."

"Sen zaten sürekli bizde kalmayacaksın, merak etme. Ama bugün yol yorgunusun, yarın düşünürüz uygun bir çözüm. Çiftlik ahalisinin bir kısmı inşaat halindeki binaların orada kamp kurdu, seni de oradaki pis bekârların yanına atarız. Uyku tulumun yoksa buluruz bir tane!"

Bu çözüm benim de hoşuma gitmişti. Aydın'ın bereketli topraklarını seyrederek ilerlerken açık havada yatmanın hayalini kuruyordum, çünkü burada hava çok sıcaktı ve betonarme binalarda kavrulmaktansa yerde ve açık havada uyumayı yeğlerdim. Yol boyunca Bahadır abi dağdan inen yaban domuzlarından, yerde gezen akreplerden, ne olduğunu hiç bilmediğim kulağakaçan'lardan bahsederek eğlendi benimle (hiçbirine inanmadım ama hepsinin doğru olduğunu öğrendim sonraki günlerde).

Onu ilk tanıdığımdan itibaren Bahadır abinin buradaki Hakan abi olduğundan pek emindim. Ama kendi doğal ortamında gördüğümde onun çok farklı biri olduğunu fark ettim; Hakan Abi'den en az on yaş büyük (gerçek yaşını hiç sormadım), çok neşeli ve güçlü bir karısı ve iki kızı var. Hakan Abi gibi onun da sakalı var ama kısa ve bakımlı. Gövdesi çok daha geniş ve heybetli. Birazcık göbeği var ama hareketli yaşantısına engel olacak kadar değil. Elleri kocaman, çok uzun zamandır elleriyle çalıştığını belli ediyor. Saçları kısacık.

Ama esas farkları kişiliklerinden kaynaklanıyor diyebilirim. Hakan abi herkese yardım etmek, işlerin yürümesini sağlamak için çabalar sürekli, heyecanlıdır ve heyecanını bize bulaştırmayı bilir, insanlara soğuk davranarak cool olanlardan değildir, ona ve bildiklerine ve yaptıklarına ve hoşgörüsüne ve herkesi ciddiye almasına ve neşesine ve sükûnetini korumasına hayran olduğunuz için cool biri olarak görürsünüz onu. Ama Bahadır abi daha farklı biçimde hallediyor işleri; burada doğal bir lider olarak saygı görse de asla işlerini nasıl yapacaklarını söylemiyor insanlara. Hatta mümkün olduğu sürece ne yapacaklarını da söylemiyor. Sizi özgür bırakıyor ve öğrenmeye mecbur bırakıyor. Başınız sıkışınca gelip sorunu sizin için çözmüyor, sizin çözmeniz için sadece manevi destek veriyor. Kendi işine bakıyor. 

14 Ağustos 2012 Salı

81


Aydın otobüsüne bilet aldıktan sonra hemen evi aradım, annem açtı telefonu. Bir süredir benim için endişelenmeyi bırakmıştı, çünkü evde günlerce, haftalarca tavanı seyreden o suratsız adamın çok fazla konuşmasa da neşeli, keyfi yerinde bir çiftçiye dönüştüğünü görmüştü. Ancak bir öğlen vakti aradığımda çok endişelendi:

"Ne oldu?" diye açtı telefonu, numaramı gördüğü anda korktuğu sesinden belliydi.

"Yok bir şey anneciğim," dedim, "Aydın'da da bir çiftlik kuruluyormuş, danışman olarak oraya gidiyorum. Bursa otogarındayım, bir sesini duyayım dedim."

"Aman be oğlum, korkuttun beni. Demek Aydın'a gidiyorsun, iyi bakalım. Ne kadar kalacaksın?"

"Bilmiyorum ki, bir ay kadar sürebilir. Oradayken daha sık konuşabiliriz belki, cebim açık olacak."

"Dönüşte uğrayacak mısın eve?"

Bu soruyu bekliyordum, ama ne cevap vereceğimi bilemiyordum.

"Hiçbir fikrim yok," diye itiraf ettim, "yol üstünde olsaydı mutlaka uğrardım ama şimdi nasıl yaparız bilemedim. İstiyorsanız siz gelin, al babamı da Kuşadası'na tatile gidin mesela. Orası buraya yakın, 1-2 gün de burada kalırsınız."

"Baban dışarıda şimdi, bankaya gitti. Gelince sorarım bakalım."

Biraz daha konuştuk, ama içeriğini çok hatırlamıyorum. Aydın otobüsü kalkana kadar son iki ayda sülaledeki tüm önemli olayları anlattı bana, bir de son haftanın dedikodularını tafsilatlı biçimde, keyfini çıkararak boca etti üzerime. Otobüs kalkacağı zaman telefonda vedalaştık, Aydın-Kuşadası konusunu babamla konuşmaya söz vererek telefonu kapattı.

Çiftlikte ailesinin üzülmesi konusunda benim kadar endişelenen başkaları da vardır eminim, ama benim çiftliğe gelme kararını alırken en çok zorlandığım nokta ailemden ayrılmak oldu. Çoğu çiftlik ahalisinin aksine benim ailemle ilişkim gayet iyiydi, uzun süren depresif dönemlerimde bile onlarla kavga etmemiş, kendi başıma kalamamıştım. Birbirine bağırıp çağıran ailelerden olmadık hiç, kısacası onları bırakıp çiftliğe gelmek zor olmuştu. İlk senemi doldurduğumda babam yazdığı bir mektupta ne zaman geri döneceğimi sormuştu, ona göre çiftlik hayatı bir terapi, geçici bir durumdu. Çiftlikte mutlu ve huzurlu olmama sevindiğini ama bu işin bir de yaşlılığı olduğunu ima ediyordu. Çiftlik bize emekli maaşı verebilecek miydi?

Hiçbir zaman o kadar ileriyi düşünmediğimi ancak şimdi görebiliyorum. Hayatımın son on senesi ancak bir gün sonrasını düşünecek kadar güç bulabildim kendimde, "bir ay sonra tatile çıkacağız" dediklerinde bunu bir masal dinlermiş gibi dinler, heyecanlanmayı veya o günü iple çekmeyi beceremezdim. Sabah kalktığımda "bu günü de hayırlısıyla, kazasız belasız atlatsak" dışında bir şey düşündüğümü hatırlamıyorum. Kendime haksızlık ettiğimi düşünüyor olabilirsiniz, bazı sabahlar uyanıp masmavi gökyüzünü gördüğümde dışarı çıkmak istediğimi, pencereden gülümseyerek baktığımı hayal ediyor olabilirsiniz. İşte o hayal ettiğiniz kişi ben değilim.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

80


Kendimden bu kadar bahsetmek değildi niyetim, Sultanhisar çiftliğini anlatmak istiyordum kısaca. En baştan başlamak gerekirse, şu anda çiftlikte bulunan 47 kişiden yaklaşık 20 tanesi ziraat mühendisi ve tarımla ilgilenen kişiler. Çoğu son yirmi yılda oluşmaya başlayan büyük tarımsal şirketlerde çalışmış, bir kısmı organik ürün tüccarı, birkaç kişi de kendi bahçesinde tarımla uğraşan hevesli amatör. Sektördeki sorunları tartışmak üzere açılan bir forumda tanışmışlar, bir süre sonra da hayallerinin ortak olduğunu fark etmişler; büyük şehirlerden uzaklaşmak, kendi toprağına sahip olmak, kendi işini yapmak. Daha 2008 yılında Aydın bölgesinde karar kılmışlar, İstanbul'daki ve İzmir'deki evlerini, arabalarını satıp buradan tarla almışlar. 2009 yılında da buraya taşınmışlar, çoluğu çocuğu olanlar ilçe merkezi Sultanhisar'a taşınmış, kalanlar da tarım arazilerine yakın diye Eskihisar köyüne yerleşmişler.

Başlarda İzmir'de anlaştıkları bir tüccara mallarını satmak için bir kooperatif kurmakta bile zorlanmışlar, herkes özgürlüğün tadını aldığından birlikte hareket etmek istememiş. Ancak tek başlarına satmaya kalktıklarında mallarının ne kadar ucuza gittiğini gördüklerinde önce İzmir'in manavlarına doğrudan satış yapmayı denemişler, sonra da zorunlu olarak kooperatif kurmuşlar. "Hepimiz" dedi bana Bahadır Abi ilk gece, "kendimize kadar sebze, meyve yetiştirip kalan tarlaların mahsulünü de dışarı satmaya çalışıyorduk. Ama olmadı. Şimdi 2 senedir zorunlu olarak merkezi planlama yapıyoruz."

Organik tarım sertifikası konusunda ağızları daha önceden yandığı için sertifikasyon için uğraşmamışlar bile, ancak Aydın Valisinden randevu alıp kendi sertifikasyon şirketlerini kurmak istediklerini, bunu da devlet destekli olursa çok ucuza yapabileceklerini söylemişler, henüz bir cevap çıkmamış.

Ben Pamukova'dan otobüse bindiğim sabah, tarlalarının ortasındaki 'taşlı tarlaya' binalar yapmak ve bizimki gibi bir çiftlik oluşturmak üzere çalışmalar başlamıştı.

O sabah mümkün olan herkesle vedalaşıp çiftlikten çıktığımda, hiç de yeni bir maceraya atılıyormuş gibi hissetmedim kendimi. Aklımdaki tek şey Pamukova minibüsünü kaçırıp kaçırmadığımdı. Neyse ki kısa süre sonra işe gidenlerle dolu kalabalık bir minibüs durdu ve beni aldı. Ne kimse çiftliğin önünden bindim diye şaşırarak baktı bana, ne de kendi aralarında fısıldaştılar. On dakika sonra Pamukova'da otobüs firmasının önünde, 4 saat sonra Bursa otogardaydım.

Her ne kadar bir seneden uzun süredir çiftlikte olsam da uzun yol reflekslerimi kaybetmemiştim; yanımda mp3 oynatıcım, bir adet kitabım, sessize aldığım cep telefonum ve asla başkasının oturmasına izin vermeyeceğim pencere kenarı biletim vardı. Bütün yol boyunca kitaba bakmadım demek isterdim, ama pencereden bakmak kadar kitap okumayı da özlemiştim. Nedense "Ecinniler"i seçmişti Hakan Abi yolda okumam için, başlarda biraz sıkıldıysam da ondan sonraki her gün mutlaka birkaç sayfa okudum. Pamukova'yı geçtikten sonra başlayan yüksek dağlar ve ormanları seyretmek eskisi kadar etkileyici değildi, çünkü artık beton yığınlarıyla dolu bir şehirden çıkıp dağlarla karşılaşmamıştım, bir çiftlikten birkaç saat önce çıkmıştım. Beni ilgilendiren daha çok içinden geçtiğimiz yerleşim merkezlerindeki, yol kenarındaki tesislerdeki, dükkânlardaki ve diğer arabalardaki insanlardı. Farklı insanlar görmek iyi geldi bana.

Bursadaki otogara indiğimde birden insanlar üstüme üstüme gelmeye başladılar. Çok fazlaydılar, çok kalabalıktılar, çok hızlı yürüyorlardı ve yüzleri hiç gülmüyordu. Üstelik burası bekleyen insanların yeriydi, çok az kişinin acelesi vardı. Neredeyse hepsi cep telefonlarıyla ilgileniyor, pek çevrelerine bakmıyorlardı. O zaman benim de bir cep telefonum olduğunu ve annemi neredeyse 2 aydır aramadığımı hatırladım.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

79


Bahadır Abi yazıyı okumayı bitirdiğinde huzursuz bir homurdanma başladı. Bir yandan bize haksızlık yapıldığını söyleseler de, daha faaliyete geçmeden aynı nefretin nesnesi olmaktan çekindikleri de aşikârdı. Daha üç ay önce köylülerle aynı kahveye gidip, aynı pazara çıkarken, birden yabancı ve tehlikeli insanlar haline gelmekten korkuyorlardı.

Pamukova büyükelçisi olarak bir şeyler söylemem gerektiğini biliyordum ama bu kadar çok insana konuşma fikri hiç de hoşuma gitmedi. Yine de fırından çıkan sıcak ekmeklere bir an evvel kavuşmak için birkaç şey söyledim:

"Arkadaşlar," dedim normalde kullandığımdan biraz daha yüksek bir sesle, çevremdekiler durup dinlese de sesim üç metrenin ötesine pek ulaşmamıştı. Bir daha "Arkadaşlar" dedim, sonunda herkes bana bakıyordu:

"Bu adamın yazdıklarına bu kadar önem vermeyin lütfen. Biz hiçbir suç işlemedik, o fikirlere 'geri kafalı' denebilir, 'işe yaramaz' denebilir, başka ne demişti … 'ham hayal' denebilir, ama hepsi o kadar. Biz fikrimizi söyledik, o da söylüyor. Bizim sesimiz uzun vadede daha çok duyulacaktır, onun sesi üç gün sonra unutulacaktır. Ne insanları bize karşı kışkırtabilir, ne de başımıza bela açabilir. Bence ekmekleri daha fazla soğutmayalım!"

Bu konuşma neticesinde elde edebildiğim sadece birkaç gülümseyen yüz (o gülümsemedi) ve herkesi kahvaltı için sofraya toplayabilmek oldu. Kahvaltı boyunca başka hiçbir şey konuşulmadı desem yalan olmaz. Bir türlü erken kalkıp yardım edemediğim sofraya misafir gibi oturdum yine, çayımı aldım, yanımda oturan Bahadır abiyle iki çiftlik arasındaki mal mübadelesini nasıl yapacağımızı konuşarak kahvaltımızı yaptık. Malların değerini nasıl hesaplayacağımızı henüz bilmediğimizi, vereceğimiz yakıt masrafına değip değmeyeceğini, iktisadi işletme üzerinden fatura ve irsaliye kesmezsek sorun olacağını konuşsak da, yaratıcı bir çözüm bularak o dalında gördüğüm henüz olgunlaşmamış incirleri mutlaka Pamukova'ya götürmek istediğimi itiraf etmeliyim.

Bütün kahvaltı boyunca bana hiç bakmadı. Uzak bir köşede arkadaşlarıyla oturdu. Ona bakmamak için kendimi zor tuttum kahvaltı boyunca. Neden bakmak istediğimi de bilemiyordum; ondan hoşlanıyor muydum, ona âşık mı olmuştum, onu ilginç mi bulmuştum, dengemi bozduğu için ondan korkmalı mıydım? Kendimi dinlediğimde bir cevap bulamıyordum, içimde huzur vermekten çok can sıkan bir sessizlik vardı. Kendime sürekli "sakın ha!" dedim burada geçirdiğim her gün, onu her gördüğümde, yanına gidip konuşmak için bir sürü bariz bahaneyi kafamda evirip çevirdiğimde. O yüzden sanırım ancak üç defa birkaç cümle konuştuk onunla, hakkında ne az şey biliyorum. Adını biliyorum, ama artık bu dosya Hakan Abiye ve Uğur efendiye de açık, o yüzden ne adını ne arkadaşlarının adını yazmıyorum; bu dosyanın içine sokup kirletmeyeceğim adını. Kendime saklayacağım.

Yıllardır kimsenin adını kafamdan bu kadar çok geçirmedim, yıllardır kimsenin adı beni böyle heyecanlandırmadı. Ama bu seçimi nasıl yaptığımı anlamakta güçlük çekiyorum; kampta ilk gün gördüğüm ilk bekâr kıza âşık olacak kadar şirazeden çıktım mı? Yoksa onu on gün sonra görsem de aynı şeyi mi hissederdim? İçimdeki boşluğu kapatmak için gördüğüm ilk makul adaya mı sardırıyorum? Her hoşlandığım kız için tüm bunları düşünmek ve bu duygunun saflığını parça parça etmek zorunda mıyım? Acaba beni fark etti mi diye düşünmekten neden bu kadar utanıyorum?

Kadınlar söz konusu olduğunda ne yapacağımı bilmiyorum, evet. Bugüne kadar hoşlandığım, sevdiğim, âşık olduğum, arzuladığım hiçbir kadının kalbine giremedim. Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bilmiyorum. Önce arkadaş mı olmalı, yakınlarında takılıp fark etmesini mi beklemeli, doğrudan flört mü etmeli; önceden araştırma mı yapmalı, içinden geleni mi söylemeli? Hiçbiri işe yaramadı. Bir süredir vaz geçmiştim o yüzden açıkçası; kendi inimde rahattım. Şimdi kış uykusundan uyandım ve yabancı bir yerde kontrolümü kaybediyorum!

10 Ağustos 2012 Cuma

78


BÖLÜM 7

"Hayatım, ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu."
Oğuz Atay

Eğer bu çiftlikte gazete alınmıyor olsaydı sanırım tekrar yazmak aklıma bile gelmezdi, ama ne yazık ki o köşe yazısını gördüm ben de herkes gibi. Az evvel uyandığımda aklımda sadece listeyi tamamlamak vardı, ondan sonra da Bahadır Abi'den izin isteyip Pamukova'ya dönebileceğimi düşünüyordum. Neden buraya geldiğimi bile anlamakta güçlük çekiyorum, buranın ahalisinin her açıdan bizden daha iyi durumda olduğunu itiraf etmek hoşuma gitmiyor ama en azından her çiftliğin bizimki gibi birer tımarhane olmayacağını görmek hoşuma gitti. Ziraat Mühendisi veya ekoloji meraklısı herkes; uzun zamandır tarımla ilgili çalıştıkları ve bir süredir birlikte yaşadıkları için sorunsuz biçimde işlerini yürütüyorlar. Bilinçli bir tercihle bir araya gelmişler, bizim gibi kendilerini sürgünde hissetmiyorlar, burayı son sığınak olarak görmüyorlar.

Henüz çiftlik arazisindeki evlerin inşaatı tamamlanmadığından Eskihisar Köyünde kiralanan evlerde kalıyor aileler şimdilik, biz bekârlar ise çiftliğin kabası bitmiş merkez binasında uyku tulumlarında kalıyoruz. Sabah uyandığımda kapının önünde her zamankinden farklı bir kaynaşma vardı; yufka ekmeği yapılmasına rağmen Eskihisar'dan gelecek ekmekleri ve gazeteleri bekleyen benim gibi şehirlilerin her zamanki gürültüsünden çok daha fazlası uyandırdı beni. Buranın sıcağından dolayı ancak gece 2 gibi dalabilmiştim dün gece uykuya, sabahın yedisinde uyanmaya hiç de niyetli değildim aslında. Ancak kapının önündeki heyecanlı konuşmalar birden durunca uykum açılıverdi; yavaş yavaş artan gürültüye alışabiliyor insan, ama birden sessizlik olunca şaşırıyor. İçine girmeden üzerinde yattığım uyku tulumu üzerinde doğrulduğumda Bahadır Abinin sesi duyuluyordu sadece, konuşma yapmayıp bir yazıyı okuduğunu anladığımda kapıya ulaşmıştım.

Kapının önüne çıktığımda Bahadır Abi durdu ve bana baktı. Onun ardından da çevresine toplanan neredeyse otuz kırk kişinin gözleri üzerime çevriliverdi. Bir kabahat işlemiş gibi utandım birden, ama Bahadır Abi "Gel sen de dinle!" deyince kalabalığa karışıverdim. Elinde katlanmış bir gazete, okumaya devam etti. Belki öğleden sonra Sultanhisar'daki internet cafeye gidip o köşe yazısının tam metnini buraya alırım, ama bir cümleyle bize giydiriyordu adam. Uğur ben gittikten sonra bir blog açılması konusunda Hakan Abiyi ikna etmiş, blog daha ilk haftadan on binden fazla hit almıştı. Blogdaki bir yazıya sinirlenen yazar bize karşı çok ağır ithamlarda bulunup dalga geçmişti, mektuplardaki "hayatımızı değiştirmek için bize ne önerebilirsiniz?" sorularına verilen cevapların hiç hoşuna gitmediği aşikârdı.

Dinleyiciler arasında yazıdaki beceriksizce yapılmış aşağılamaları, mantıksızlıkları hatta safsataları, ithamları ve kötü sözleri dinleyip de sinirlenmeyen, hatta gülümseyen tek kişiydim; çünkü adamın kızdığı cümleler Uğur'un devrim için çizdiği yolun ilk adımlarıydı! Uğur muhtemelen beklediğinden çok daha çabuk ve hızlı bir tepki almıştı, hem de doğrudan basına yansımasını sağlamıştı fikirlerinin. Hâlâ yüzümden silinmeyen gülümsemeye bakarak, bu günlüğe ilk satırları yazdığım zamanki kadar korkmadığımı fark ediyorum şimdi olup biteceklerden; bu kadar çabuk yozlaşacağını, ayağa düşeceğini, ağızlara sakız olacağını beklemiyordum ben devrim düşüncesinin. Sanırım yanılmışım. 

PDF dosyası olarak ilk 6 bölüm


Merhaba,

İlk 6 bölümü PDF dosyası olarak aşağıdaki linkten indirebilirsiniz:

http://s2.dosya.tc/server18/VJZiQq/BOLUM1-6.pdf.html

9 Ağustos 2012 Perşembe

77


"Bunu deneyen kaçıncı kişi olacaksın merak ediyorum" dedi Hakan. "Anneleri babaları denedi, amcaları dayıları denedi, okulda hocaları, birlikte komutanları denedi. Biz onlara bu baskıyı yapmadığımız için burada duruyorlar. Bırakalım biraz somurtsunlar, haytalık etsinler. Bırakalım sıkılmaktan sıkılıp kendi yollarını çizsinler. Olmaz mı?"

"Öyle yapıyoruz zaten. Ama şimdiye kadar bir ilerleme kaydedemedik."

"Bence kaydettik. Kendi zamanlarının kendi kontrollerinde olabileceğini öğrendiler. Şimdi de o zamanı nasıl harcayacaklarını bulacaklar."

"Oğlum," dedi Lütfiye, "bu nişan falan çok değiştirdi seni. İyice iyimser oldun sen. Ben bütün ömrünü böyle harcayanlar gördüm. 6 sene kanepede oturup depresyonu geçsin diye bekleyenler biliyorum."

"Ama kalktı değil mi 6 senenin sonunda?"

"Evet, ama öğrendiği şey o altı seneye değmezdi."

"Bunu bilemeyiz. Ama benim dediğim şey o değil. Ben diyorum ki, bu Roninlerin hiçbiri bütün hayatı boyunca haytalık eden tipler değil. Hepsi okulunu okumuş, iyi evlat olmuş, ama iyi olmaktan sıkılmışlar. Çünkü iyilik içlerinden gelmemiş, dışarıdan öğretilmiş ve kontrol edilmiş bir iyilik söz konusu. İyi olmaya, uslu olmaya, efendi olmaya zorlanmışlar. Bazılarının hiç sevgilisi olmamış, çünkü iyi çocuk olmaktan fırsat bulamamışlar."

"Tamam, tamam, bu konuda karışmayacağım sana. Daha önce de söz vermiştim hatırlarsan. Ama içim içimi yiyor."

"Tam babaanne oldun sen Lütfiye Abla, vallahi diyorum bak."

"Senin yarın yapacak işin yok mu? Hadi git başımdan yahu!"

Hakan ateşin başından kalktı, "Yarın görüşürüz" deyip tepede gördüğü ateşe doğru yürümeye başladı. Daha 30-40 adım atmıştı geldiğini gören Roninler el çırpıp tempo tutmaya, onu çağırmaya başladılar:

"Ha-kan A-bi, Ha-kan A-bi!"

Biraz daha yaklaştığında Sevda'nın da aralarında olduğunu fark etti. Muhtemelen onu merak etmiş, ama Lütfiye ile konuşurken yanlarına gelmemişti. Şimdi ona bakıyordu. Şamataya karışmadan, alkış tutmadan, her adımda daha net görülen bir gülümsemeyle Hakan'ı bekliyordu.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

76


"Özür dilenecek bir şey yok, bu kadar büyütülecek bir mesele değildi. Alev'in tutumu bence…"

"Ben zaten Bülent'i seçtiğim için değil, Alev'i buraya davet ettiğim için özür diliyorum" dedi Hakan. "Tam da teşhis ettiğin gibi burayı bazen bir model olarak düşünüyorum."

"Sana bir sır vereyim mi?" dedi Lütfiye sesini alçaltarak. "Bazen ben de aynısını düşünüyorum. Eğer bu ülkenin topraklarında huzurlu ve onurlu yaşamanın yolunu bulmuşsak bunu neden bir model haline getirmeyelim? Ama bunu şimdiye kadar sana bile söylemedim, sadece bazen Hasan ile konuştuk. Bizim neslimiz gaza gelip bir şeylere başlamayı, sonra da eline yüzüne bulaştırmayı çok iyi bilir. O yüzden ümitlerimi seslendirmeye hiç cesaret edemedim. Ben istiyorum ki burası bir model olacaksa bile bizim ittirmemizle olmasın, doğal olarak gelişsin, başka sesler ve başka fikirler eklensin ve bizim başlattığımız şey sağlıklı biçimde, uzun zaman içinde bambaşka bir umuda dönüşsün. Öyle ki, biz bile görünce tanıyamayalım!"

"Anladım dersem yalan olur," diye itiraf etti Hakan. "Şu tepedekilere baktığımızda bile aynı şeyi gördüğümüzden emin değilim."

"Ben yoğurdu üflemeden yemek istemeyenlerdenim, sen yoğurdun etrafına sarılan battaniyeyi zamanından önce açıp mayalanıp mayalanmadığına bakanlardansın. Ben o tepedeki başıboş çocuklara baktığımda kaosu görüp endişeleniyorum, zamanlarını kötü kullandıklarını düşünüp kızıyorum; sen onların potansiyelini görüyorsun, özgürce düşünmeyi öğrenip çok büyük aşama kaydedeceklerini düşünüyorsun. Ama çok ilginç biçimde 'eylem adamı' olan Alev bende nefret uyandırıyor, sende ise hayranlık. Bu gece ondan neden nefret ettiğimi, daha kötüsü onu neden küçümsediğimi sen de gördün."

"Gördüm, evet. Ama neden böyle davrandığını anlamadım."

"Bu patolojiyi çok yakından tanıyorum ben. Alev benim gördüğüm kadarıyla tam bir anti-pragmatist. Amaç aracı haklı çıkarır diyen pragmatistlerden o kadar nefret eder ki Alev gibiler, aracı kutsarlar. Onlar için araç amacı haklı çıkarır. Demokrasiye inanırsa demokrasinin mükemmel işlemesi için bir Alaman-caponu gibi çalışır. Sonuçta ne olacağını düşünmez, umursamaz. Yöntemsever diyebiliriz onun gibilere. Komünistlerin içinde de, faşistlerin içinde de vardır böylesi. Sisteme taparlar. Oysa amacın da aracın da haklı olması gerektiğine inanıyoruz biz, en azından ben inanıyorum. Bir yöntemsever faydalıdır, teraziyi dengelerler, ama bu onu sevmemizi gerektirmez."

"Canımı sıkan haklı olması" dedi Hakan neden sonra. İkisi de ateşi seyrediyor, birbirlerine bakmıyorlardı. "Başka biri yapsa ben de karşı çıkardım. Bu kadar sert olmazdı belki tepkim, ama tepki gösterirdim."

"Ya boşver onu, sen şu Roninler konusunda ne yapacağımızı düşün. Alev'i değiştiremeyiz, ama şu tepedekilerin en büyüğü 25 yaşında. Onlarda bir şansımız olabilir."

7 Ağustos 2012 Salı

75


"Gençlikte heyecan iyidir…"

"Aman da aman, laflara bak! Babaannem gibi konuşmalara bak. Sanki benden çok büyüksün de."

"Sen," dedi Burcu, "kaç yaşındasın?"

"27."

"Ben neredeyse 35 olacağım yakında. Yani senden büyüğüm."

"Hiç bilmiyordum, çok daha genç gözüküyorsun. Benden küçük olduğunu söylesen inanırdım, buna inanmak daha zor."

"Teşekkür ederim. Öyle derler genelde. Sevdiğim işi yaptığım için yaşlanmıyorum diyordum eskiden, şimdi bir yıldır kaz ayakları falan görüyorum gözümün çevresinde." Bunları söylerken gülümsüyor olmasa yüzündeki çizgilerden endişelendiği düşünülebilirdi.

"Yok yok, gayet genç görünüyorsun. Hiç takma sen kazı ördeği!"

Birbirlerine gülümseyerek çaylarından birer yudum aldılar. Birbirini çok iyi tanımayan kişilerin sessizlik karşısındaki huzursuzluğu onlarda yok gibiydi.

"Evet ya," dedi Bülent birden bire. "Cüzdanı nereye koyduğumu hatırladım."

Burcu artık gülümsemeyi bırakmış açıkça gülüyordu.

"Nereye koymuşsun bakalım?"

"Çantayı açar açmaz ilk onu attım içine, lazım olacak diye!" İkisi de gülüyordu artık.


* * *

 Kulübenin önünde, her zamanki yerde bir ateş yanıyordu. Sırf bu amaçla kazılmış olan çukurun dibinde uzun zamandır toprak görünmüyordu, kül ve kömür parçalarıyla kaplı zeminin üzerine dizilmiş dişbudak ve kayın dalları büyükçe bir ateşi besliyordu. Çukurun çevresine dizilmiş kocaman taşlar artık kararmış olduğundan alevlerin bütün aydınlığını reddedip dışarı yollar gibiydi. Dumansız, çıtırtısız, hipnotize edici bir ateş yakmak çiftlik ahalisinin üzerinde uzun zaman çalıştığı bir konuydu. Zannedildiğinin aksine erkekler değil Lütfiye başarabiliyordu bunu. Ateşin altına koyduğu dalların, samanların, çıraların miktarını ustaca ayarlıyor, duman çıkmadan alev almalarını ve üstteki odunların yanmasını sağlıyordu. Çok kuru dallar çıtırdadığından ve yaş dallar duman verdiğinden doğru odunları ateşe koymak çok önemliydi - yaz başında bunu becermek ancak böylesi bir ustanın işiydi.

Hakan ve Lütfiye ateşi seyrederek otururken pek konuşmadılar. Hem köyü hem de kulübeyi gören tepede Roninler de bir ateş yakmış, iki tarafı da seyredip ateşli bir biçimde konuşuyorlardı. Demin ateşi yakarken yarattıkları duman Hakan'ın burnuna kadar gelmiş olsa da sesleri ulaşmıyordu kulübeye kadar, ateşin aydınlattığı gövdelerin oturup kalkmasından, kolların hareketlerinden anlaşılıyordu konuşmanın harareti.

Hakan neden sonra konuştu:

"Özür dilerim."

6 Ağustos 2012 Pazartesi

74


Bülent iki elinde birer çayla odaya girdiğinde Burcu ayaktaydı:

"Yahu sen yarın yola gideceksin, ben seni burada böyle oyalıyorum. Kusura bakma. Gideyim ben."

"Olur mu hiç," dedi Bülent, "zaten ben de biraz heyecanlıyım. Demin bir saat cüzdanımı aradım bulamadım, kim bilir nerede. Otur, biraz konuşalım, beni de sakinleştir."

Burcu yeniden iskemleye, Bülent de yatağın üzerine oturdular.

"Eee," dedi Bülent, "anlat bakalım. Senin hikâyen nedir? Moderatör olmadan önce ne yapıyordun?"

Burcu sırıttı:

"Televizyoncuydum desem inanacak mısın?"

"Yok, inanmam."

"Evet, değildim zaten. Fırınım vardı. Özel ekmekler, poğaçalar, kurabiyeler falan yapıyordum."

"Ne alaka? İçindeki doğal moderatörlük nereden çıktı?"

"Bilmem. Tertipli, düzenli, planlı biriydim ben. Çok sermayem olmadığından az stok tutabiliyordum, o yüzden de çok iyi hesaplamam gerekiyordu her şeyi. Elemanım yoktu, ekmek hamurunu ben bölerdim, tüm ekmekler eşit olsun diye çok uğraşırdım." Durdu. "Moderatörlüğüme niye taktınız siz böyle?"

"Değiştirme konuyu," diye dalga geçti Bülent. "Bir fırıncı neden delirir, onu anlat bana!"

"Delirmedim ben be ya, çocukluk hayalimi gerçekleştirince bir boşluğa düştüm sadece. O fırını canavar gibi işlettim, şube açmam için bir sürü teklif geliyordu sağdan soldan. Ben de bununla uğraşamayacağımı düşündüğüm için fırını nasıl yönettiğimle ilgili bir akış şeması yaptım geceleri oturup. 3 ay sonunda senin bile eline aldığında benim fırını işletmeni sağlayabilecek bir proses şeması, bir talimatname hazırladım. Senin bile diyorum, kızma, çünkü bence senin bu konuda deneyimin yok. Haksız mıyım?" Bülent başıyla onay verince devam etti. "Ondan sonra bana şube aç diyenlere siz açın dedim, 5 bin TL de isim hakkı aldım. Hammadde alımını da kendim yaptım, şubelere çok düşük kârla sattım. Ankara'nın en ünlü fırıncısı oldum. Sonra kendi fırınımı da bir işletmeciye devrettim, babam şirketin başına geçti, ben de buraya geldim."

"Hah, tam da onu soruyorum, fırını devredip buraya niye geldin?"

"Sen ne meraklı şeysin ya? Hakan abin sormadı bu kadar."

"Çayın yanında iyi gider dedim. İstemiyorsan anlatma elbette."

"Anlatmayacağım elbette. Ama genel bir cevap vereyim şu çaya teşekkür olarak; amacımı kaybettim. Hayatının bir amacı vardır ya insanın, o amacı şans eseri başarınca ne yapacağını bilemezsin. Fırıncılık sektöründe büyüyebilirdim, ürün yelpazesini genişletebilirdim falan filan ama bunlar bence başarı değil hırs olur ancak. Benim derdim çok para kazanmak değil, başarmaktı. O kadar yani. Boşluğa düşünce bir psikolog ile görüşmeye başladım, birkaç hastası buraya gelmiş. O önerdi. Ben de bir süreliğine geldim. Kendimi dinliyorum."

"Tüh yahu, ben de bir aşk hikâyesi bekledim. Buradakilerin çoğu aşk ateşiyle yanıp geliyorlar. Bazısı birine, bazısı bir fikre âşık oluyor."

"İşte şimdi kişisel alanıma giriyorsun. Bunu sevmiyorum."

"Özür dilerim. Niyetim kötü değildi."

"Biliyorum, kızmadım sana. Kızdığımda Uğur'a söylediğim gibi insanların yüzüne söylerim zart diye. Sana kızmıyorum. Kızamıyorum. Çocuksu bir yanın var. Şimdi sıra sende, anlat bakalım dışarı çıkma fikri seni niye heyecanlandırıyor? Korkuyor musun?"

"Korku denemez, ama alıştığım bir yerden, bir yaşama biçiminden ayrılmak huzursuz ediyor beni. Buraya gelirken çok pis korkmuştum bak, çünkü kafamdaki sesi bastırmak için sürekli bir ses bulurdum çevremde, gece radyo açık uyurdum mesela. Ama buraya geldim, buraya alıştım. Şimdi tekrar dışarı çıkmak biraz heyecanlandırıyor beni. Buradan çıkacağım, minibüsle Pamukova merkeze gideceğim, para vereceğim, para üstü alacağım, otobüse binip bir sürü manzara seyredeceğim. Bursa otogarda inip Aydın otobüsüne bineceğim. Birkaç saat de olsa normal biri olacağım. Bunu özlemiş olmaktan dolayı nefret ediyorum kendimden, topluma uymak isteyen içimdeki korkaktan nefret ediyorum. Ama yeni insanlar tanımak, yeni bir çiftlik görmek de eğlenceli olacak elbette. Burada yarım bıraktığım işlere takılacak aklım, Uğur'u kim dizginleyecek diye düşünüyorum bir yandan da. Karmakarışık aklım kısacası, ama genel olarak mutlu ve heyecanlıyım!"

5 Ağustos 2012 Pazar

73


"Ya tamam," diye sözünü kesti Uğur, "ben zaten gecenin bir vakti Aydın'a giderken söylediğin iki cümle için yolumdan dönecek değilim. Sen endişelenme. Hiç korkmuyorsun başlatacağım şeyden, onu görüyorum. Oyuncağı elinden alınmış çocuğa acır gibi acıyorsun bana şimdi. Acıma sakın. Ben günü geldiğinde sana acımam, emin ol!"

"Çok film seyretmişsin sen."

"Ooo, hem de bir sürü. Tek başına bir adamın herkesten intikam almak için yola çıktığı, ama aslında bir tane yozlaşmış yöneticinin her şeyi bozduğunu öğrendiği, herifi vurup rahatladığı her filmi seyrettim. İyilerin kazandığı bütün polisiye romanları okudum. Tüm ütopyaları da okudum. Ama şunu gördüm; ütopyaların nasıl ortaya çıktığını iki sayfada geçer tüm kitaplar. Senin yazdığın günlük bir gün kitap olursa yeni bir dünyanın nasıl şekillendiğini adım adım anlatacak."

Çantasına gereken her şeyi dolduran Bülent fermuarı çekip çantasını kapattı. Uğur'a bir şey demeden masasına gitti, çekmeceyi açtı ama aradığını bulamadı.

"Ne arıyorum biliyor musun? Cüzdanımı. Neredeyse bir yıldır kullanmamıştım. Bütün Türkiye'de bir yıldır cüzdanının nerede olduğunu merak etmemiş 100 kişiden biriyim. Bu bile korkutuyor beni. Çünkü seneye bunu diyecek 300 kişi olacak. On sene sonra kim bilir kaç kişi olacak. Senin yapmayı düşündüğün şeyin yeni bir dalga başlatacağını sanmıyorum, çünkü henüz erken. Kitlelere ulaşmamıza daha vakit var bence. Üstelik onlara sunabileceğimiz bir hayal de yok ortada henüz. Bu yüzden senin planından korkmuyorum, kusura bakma."

Kapı çalınınca ikisi birden gayrı ihtiyari kapıya döndüler. Bülent "Girin" deyince içeri Burcu girdi.

"Topladın mı çantanı?" dedi Burcu. Bülent başıyla onayladığında Uğur kapıya doğru yürüdü.

"Sizin konuşacaklarınız vardır, ben kaçıyorum. Sabah bana uğramadan gitme, olur mu?" dedi.

Burcu Uğur'a bakıp:

"Seninle daha sonra konuşacağız! Çok kızgınım sana!" dedi.

Bülent anlamaz gözlerle Uğur'a baktı, Uğur ise cevap vermek yerine odadan hızla sıvışmayı tercih etti.

"Bu çakal," dedi Burcu tıslayarak, "benim senden hoşlandığımı söyleyip seni kızdırıyormuş, ağzından kaçırdı az evvel. Onu konuşmaya geldim."

"Uğur'un o dediğini hiçbir zaman ciddiye almadım, ama böyle şeyleri şaka konusu yapmasına kızıyorum evet. Sen …"

"Hayır."

"Ben de öyle düşünmüştüm. Ama benden gerçekten hoşlansaydın anlar mıydım onu da bilmiyorum. O konuda pek yetenekli değilim. Çok açık işaretleri bile okuyamıyorum, ama var olmayan işaretleri keşfedip yorumlamakta çok başarılıyım." Durdu: "Otursana yahu, madem konuşacağız. Bir hışımla gelip geçmeyeceksin değil mi?"

"Yok," dedi Burcu, odadaki tek iskemleyi çekip otururken. Bülent de yatağına oturdu, birbirlerine baktılar.

"İşte onu diyecektim," dedi Burcu zorla. "Öyle bir şey yok, gruba da sana yakın olmak için falan girmedim. Kızmazsan bir şey diyeyim hatta," dedi ve yüzüne baktı Bülent'in, Bülent eliyle 'buyur devam et' dercesine bir işaret yapınca devam etti: "seni hiç fark etmemiştim ben. Adını bilmiyordum, yemekte falan da karşı karşıya oturduysak hiç hatırlamıyorum. Yanlış anlama lütfen, çoğu kişinin farkında değildim. Çok başka yerde kafam benim. Sırf Roninlere katılmamak için bir tarlaya ve bir gruba girdim. Umarım sen de ..."

"Hayır. Benim de sana karşı gizli duygularım yok. Olsa da böyle bir zorlamayla söylemezdim." Gülümsedi ama Burcu hiç oralı değildi, espriye hiçbir tepki vermemişti. "Bu konuyu açıklığa kavuşturduğumuza sevindim."

Burcu cevap vermedi, belli belirsiz gülümsedi sadece.

"Neden güldün?" dedi Bülent.

"Film cümlesi gibiydi, o ne öyle?! Açıklığa kavuşturduğumuza sevinmişmiş. Komik adamsın sen!"

"İyi anlamda umarım. Çay getireyim mi sana? Odama misafir gelmişsin, hiçbir şey ikram etmedim daha."

"Gerek yok," dedi Burcu, "ama sen istiyorsan al çay. Ben de içerim. Senin odayı sevdim, benim oda arkadaşım beni uyanık gördüğünde sürekli konuşuyor. O uyuyana kadar biraz burada kalmak istiyorum mümkünse."

Bülent tereddüt etse de ayağa kalktı: "Dur o zaman hemen mutfaktan kapıp geleyim çayları! Konuşuruz biraz."

Kapıyı açıp dışarı çıktığında koridorun ucunda Uğur'u gördü. Yumruk yaptığı sol elinin başparmağıyla 'her şey yolunda' olarak yorumlanabilecek bir işaret yapan ve sırıtan Uğur hemen uzaklaştı.

24 Temmuz 2012 Salı

72


Alev sessiz kalmıştı. Bir konudaki tartışmayı sonuna kadar sürdürmeyi adet haline getirmiş ve bunun için yeterli enerjiyi her zaman bulabilen biri olarak ellerini kaldırıp kayıtsız şartsız teslim olanlara nasıl davranacağını bilemiyordu, içindeki zehri henüz kusup çıkaramamış olsa da daha ileri gitmemesi gerektiğini biliyordu.

Oradakilere çok uzunmuş gibi gelen sessizliği Bülent bozdu:

"Yani ben gidip çantamı hazırlayayım mı?"

Alevi bile gülümseten bu kasıtlı saflık sonrasında biraz yumuşayan ortam sessizliğe pek hazır değildi, bunu fark eden Buket kendini ortaya attı:

"Sen git bakalım, bizi buralarda bırak git. Denize de girersin sen şimdi oraya kadar gitmişken!"

Aydın'da deniz olmadığını bilse de oyunu bozmadı Bülent:

"Girerim tabii, ama dönüşte sana en iyisinden incir getireceğim. Söz!"

* * *

Bülent odasına dönüp çantayı hazırlamaya başladığında Uğur hâlâ yanı başındaydı ve kanlı devrimi için ilk müridi kazanmaya, onu ikna etmeye çalışıyordu:

"Nesini beğenmedin sen bu planın, onu söyle!"

"Plan kağıt üzerinde çok güzel, eğer insanları bu dediğine ikna edip harcamaları %10 düşürebilsen başarılı da olursun. Sorun insanları harekete geçirmek. Birincisi harekete geçmek, rahat koltuklarından kalkmak, bilmedikleri bir maceraya dahil olmak istemiyor kimse. İkincisi artık sözlerin hiçbir anlam taşımadığı çağdayız; el kadar bebeler yüz yıl önce devrimleri ateşleyen cümleleri tweet atıyor, alnı secde görmemiş bir sürü kişi tasavvuf okuyup fayda umuyor. Yani lafla peynir gemisi yürümüyor artık!"

"İyi de sırf laf değil bunlar, bunu biz söyleyeceğiz. Türkiye topraklarında inşa edilmiş ütopyadan gelecek bu ses. Mektupları sen okuyorsun işte, bir sürü adam bize özeniyor demiyor musun?"

"Lütfiye ablayı dinlemedin mi sen?" diye çıkıştı Bülent. "Biz bir model değiliz, olamayız da. Burada akıl sağlığı yerinde tek bir kişi bile yok, dışarıdakiler bunu bilmiyor mu sanıyorsun? Burayı deliler için bir rehabilitasyon merkezi gibi görüyorlar aslında. Mektup yazanların çoğunun beyaz Türkler olduğunu fark etmedin mi? Beyaz Türklerin zamanı geçti çoktan. Onlar yönlendirmiyor toplumu, eğilim yaratmıyorlar. Faydadan çok zarar verirler."

"Arkadaş ne kadar negatifsin sen bugün, benim bile ümidimi yıkacaksın neredeyse?"

Bülent gri mi sarı mı olduğunu belli olmayan gömleği çantasına tıkıştırdıktan sonra durdu, Uğur'un yüzüne baktı:

"Sırf ben beğenmedim diye vazgeçersen döverim seni! Bir fikrin varsa üzerine git. Sana ümit vermek için söyleyebilecek tek bir şeyim var, haklı olduğuna inanan ve yolundan dönmeyen adam kadar tehlikelisi yoktur. Hele gerçekten haklı ise..."

23 Temmuz 2012 Pazartesi

71

“Bu neye benziyor, biliyorsun değil mi?”

“Evet,” dedi Uğur, “göle yoğurt çalmaya!”

“Ama ya tutarsa,” diye dalga geçti Bülent. “Belki de boşa korkuyormuşum ben başlattığımız dalga konusunda…”

Uğur konuşmaya devam etmedi, çünkü kulübeye yaklaşmışlardı ve Alev'in öfkeli sesi artık duyulmaya başlamıştı. Meraklı ikili adımlarını hızlandırdı, diğer evlerle kulübe arasındaki ufak tepeciği aştıklarında kulübenin önünde neredeyse hepsi ayakta duran ondan fazla kişi vardı. Roninler seyirci gibi görünüyordu, Alev'in bağırmalarına cevap Lütfiye’nin sakin sesinden geliyordu. Bülent ve Uğur söylenen sözleri açıkça duyabilecekleri kadar yaklaştıklarında hâlâ onları kimse fark etmemişti, kimse üzerinde yürüdükleri patikaya bakmıyordu ve gökyüzündeki yarım aydan başka aydınlatma da yoktu.

“Niye bu kadar şaşırıyorsunuz kızmama, onu anlamıyorum ben! Siz eskiler her şeye kendi başınıza karar vereceksiniz, kimse de itiraz etmeyecek öyle mi? Nerede kaldı konsensüs?"

Lütfiye sakin bir sesle cevap verdi:

“Sana haklısın dedik, Hakan da özür diledi, benim şaşırdığım hâlâ öfkenin dinmemiş olması.”

“Dinmez elbette, ne sanıyorsunuz? Çocuk muyum ben? Sakinleştirip evine göndereceğiniz, sonra bildiğiniz gibi işinizi yürüteceğiniz bir salak mıyım? Sizler hakkında yanlış düşünmüşüm, dışarıdaki faşistlerden hiçbir farkınız yok. Hatta daha kötüsünüz, çünkü onlar en azından dürüst…”

“Neredeyse yarım saattir içini dök diye susuyoruz,” dedi Hakan, “ama öfken azalacağına artıyor. Haklısın dedik, bundan sonra böyle konularda oylama ile karar veririz dedik, hangi konularda oylama ile karar verileceğini de birlikte belirleriz dedik, daha ne istiyorsun anlamıyorum ki… Bülent yarın gitmese memnun olacak mısın?”

“Gerçekten anlamıyorsunuz, evet. Bülent gitmeyince ağzıma bir parmak bal çalınacak ve susacağım öyle mi? Zihniyetiniz yanlış sizin! Siz yeni kurallar koyacaksınız, sonra başka yeni kurallar, on seneye varmadan ceza hukuku kitabı kadar kurallar kitabınız olacak. Ama uymaya niyetiniz yok! Şu elimizdeki bir sayfa kural da yanlış yaptığınızı söylüyor zaten, yeni kurallar neyi değiştirecek?"

Lütfiye cevap verdi bu defa:

“Burası bir katılımcı demokrasi kampı değil Alev. Bazılarınız, hatta buna Hakan da dâhil oluyor zaman zaman, burayı bir model haline getirmek istiyor biliyorum.”

“Ama…”

“Sözümü bitirmeme izin verir misin lütfen? Burası bir ilkel komünizm veya anarşizm laboratuvarı değil. Amaç asla o olmadı. Biz buraya düşünmek için geldik. Seni bilmiyorum ama Sağlık Bakanlığında hepimizin kaydı var; hepimizin ruhsal sorunları var. O sorunlardan kaçmak için geldik, düşünmek için. Neyin yanlış olduğunu anlamak için. Bunu anlayabileceğimizi hiç zannetmiyorum, ama çabalıyoruz ve sükûnet arıyoruz. O kuralları da işler çığırından çıkmasın diye ve herkes özgür olsun diye koyduk. Dışarıdaki faşistlerden elbette çok bir farkımız yok, zihinlerimizi biçimlendiren toplum o. Ben hâlâ benden küçükler lafımı dinlesin, bana itiraz etmesin istiyorum; çünkü öyle gördüm. Hakan işler hızlı yürüsün diye bir kişinin karar alması gerektiği fikrini belki diliyle reddeder sorsak, ama bilinçaltı kapitalist sistemin liderlik teorisiyle dolu. Bunları bir günde değiştirebiliriz sanıyorsan aldanıyorsun! Ben Odo değilim, olmayacağım da. Benden anca Lütfiye nine olurdu, o şansı da işkenceler yüzünden uzun zaman önce kaybettim, insanların bana dokunmasına bile izin vermiyorum. Neyse, bu konu dışı zaten. Kısacası bize sükûnet lazım! Lütfen bize bunu çok görme."

22 Temmuz 2012 Pazar

70


Yürümeye başladıkları anda Uğur önce bir çevreyi kontrol etti, sonra heyecanının izin verdiği ölçüde kısık sesle konuşmaya başladı:

“Esas sorun ne biliyor musun,” cevap beklemeyen bir soru olduğu için Bülent hiç cevap vermeye çalışmadı Uğur’a, “insanların kendi kendisini mahvetmesini sağlamak. Onların acı çekmesini sağlayamazsın tek başına, Amerikan başkanı bile olsan yapamazsın. Oysa ben hepsinin dayanılmaz acılar çekmesini istiyorum. Bunun için insanları bölüp parçalamak lazım, birbirlerine düşmelerini sağlamak. Kaos yaratmak. Eğer bu kaosun sonrasında dünya yüz yıl, beş yüz yıl geriye gidecekse gitsin. Yok kaosun sonunda bir devrim olacaksa ve daha iyi bir düzen kurulacaksa ona da razıyım.”

“İyiymiş,” dedi Bülent karşısındakini pek de ciddiye almayan bir sesle. Uğur bu sözdeki imayı sezmemiş gibi devam etti:

“O yüzden devrimcilerin şimdiye kadarki bütün toplantı tutanaklarını okuyorum bir aydır. Benim ihtiyacım ümit vadedecek bir devrim hareketi başlatmak. Başarıya ulaşmasa bile küçük dağları yıkıp büyük dağları titretecek bir devrim. İnsanlar gönülden katılmalı, benimsemeli. Nüfusun en az dörtte biri, hatta üçte biri dâhil olmalı; anlatabiliyor muyum?"

Bülent hala heyecanlanmamıştı.

“Şimdi diyeceksin ki bir devrim ortamı, bir devrim talebi yok. İnsanlar bir kıvılcım beklemiyorlar. Bence bekliyorlar, bunu sen de biliyorsun! Bir sürü insan mutsuz, ama elleri kolları bağlı hissediyorlar kendilerini. Devlet tepelerinde, ekonomik sistem tepelerinde, borçları ellerini kollarını bağlıyor. Mortgage sisteminin yaygın olduğu hangi ülkede devrim yapılabilmiş? Bizde daha yaygın değil, ona güveniyorum ben. İnsanlar öncelikle borçlarından kurtulmalı, sonra birlikte ne kadar güçlü olduklarını fark etmeli. O zaman hayattan istedikleri şeyler için harekete geçeceklerdir. Onları harekete geçirecek bir hayal sunmak lazım bu aşamada, bir ideoloji olmasa da bir dünya görüşü hazır olmalı elimizde. İnsanlar harekete geçtiğinde düzenin gönüllü savunucuları ile devrimciler birbirine girecek önce gerginlik, sonra provokasyonlar ve ardından iç savaş.”

“Çok karışık anlatıyorsun,” dedi Bülent. Hiçbir şey anlamamış gibi bakıyordu.

“Tamam," dedi Uğur sabırla, “daha somut anlatayım. Şu anda kimse düzeni değiştirebileceğine inanmıyor değil mi?"

“Evet.”

“O zaman onlara tek başlarına düzeni değiştiremeyeceklerini, ama birlik olduklarında ellerinde büyük bir güç olduğunu göstereceğiz, ispatlayacağız. Çok barışçı bir biçimde, sakince, altında bir devrim komplosu yokmuş gibi. Burada Alev’in yöntemi devreye girecek, insanların birlikte bir şey yapmasını sağlayacağız. Meydana inmekten, protesto etmekten, yakıp yıkmaktan korkuyor insanlar; onlardan bunu istemeyeceğiz. Bir şeyi yapmalarını değil, bir şeyi yapmamalarını isteyeceğiz.”

“Örneğin? Bir firmayı falan protesto mu ettireceksin insanlara?”

“Yok, o zaman projenin bu ayağı başarılı olsa bile Başbakan çıkar, ‘servet düşmanları, provokatörler’ falan deyip milletin içine kuşku tohumları akar. Almanyanın birliğini kurduktan sonra yaptığını yapacağız."

“Ordu kurup Fransa’ya mı saldıracağız?”

“O çok daha sonra,” diye düzeltti arkadaşını Uğur. “En başta halkı tasarrufa yönlendirdiler, sömürgeleri olmadığından sermaye birikimini bu şekilde sağladılar. Biz de önce bir kampanya ile insanları özgürleşmek için tasarrufa yönlendireceğiz. Maaşınızın %10’unu saklayın, harcamayın diyeceğiz. Asgari ücretliler için %5 de olabilir. Başbakan bir tasarruf kampanyasına karşı çıkamaz, ‘Gidin paranızı harcayın’ diyemez açıkça. Ama bütün sistem ona dayanıyor aslında. Ekonomi tartışanlara sordum, halkın bir kısmının eline geçen paranın %10’unu harcamaması durumunda başta ekonomik göstergeler iyiye gider, sonra da durgunluk patlak verebilir dediler, elbette bunun için halkın ciddi bir kısmını bir süre buna uymaya ikna edebilmek lazım.”

“Bunu yaparsan hem borçlarından kurtulacaklar, hem de güçlerini fark edecekler, öyle mi?”

“Evet.”

“Yeni çıkan telefonları almayacaklar, arabalarını yenilemeyecekler, ellerinde para biraz birikince onu çatır çatır yemeyecekler, öyle mi?”

“Onu nasıl sağlayacağımı bulduğum anda kıvılcımı çaktım demektir. Biliyorsun bir tek kıvılcım Tahrir Meydanında yüzbinlerce insanı toplayabiliyor.”

“Ama,” dedi Bülent, “o dalganın başlaması için bir adamcağız kendini yakmıştı.”

“Kendimi yakmamın işe yarayacağını bilsem yakardım, ama bu ülkede öylesi bir eylem geçici cinnet olarak yaftalanır ve 3 gün sonra unutulur. Bize gereken ortalığı titretecek, çok ses getirecek bir röportaj. İlki gibi olacak, ama artık bizi daha fazla ciddiye alacaklar. Çiftliğin bir model olduğunu, burada huzurlu olduğumuzu anlatacağız, dışarıdakilere bir alternatifleri olduğunu hissettireceğiz. Sonra da 'bir mesajınız var mı?' dediklerinde 'daha özgür olmak istiyorsanız tasarruf edin' diyeceğiz. İhtiyaçlarınızı yeniden tanımlayın bile demeyeceğiz. Tasarruf kampanyası başlatacağız!"


21 Temmuz 2012 Cumartesi

69


“Ya deli mi sikti seni, git başımdan!” diye parladı Burcu, “Yok öyle bir şey!”

Burcu Uğur’un kolunu bırakıp yürüyenlerin peşine takıldı, bir yandan da kendi kendine söylenmeye devam ediyordu. Uğur tam olarak neler söylediğini duyamasa da konuyu uzatmadı; ikisi beraber yemekhaneye doğru koşar adım ilerlediler.

Yemekhaneye varmadan diğerlerine ulaşmışlardı bile. Uğur yine Bülent’e yanaştı:

“İster misin yollamasınlar seni bu kargaşa yüzünden?”

“Yok,” dedi Bülent, “Bahadır abiye söz verdiler, onun iptal edileceğini sanmam. Ama bundan sonrası için bir karar çıkar belki.”

“Alev pek memnun değil Hakan’ın iktidarından” diye diretti Uğur. “Her ne kadar emir vermese de bütün bilgiler ve bütün ipler onun elinde, bu da onu güçlendiriyor."

Bülent cevap bile vermedi, ikisi yemekhane kapısından içeri girdiklerinde Uğur da son bir cümle söyleyip konuşmayı kesti: “Ben planımı hazırladım, konuşuruz.”

Yemekhaneye girdiklerinde ahalinin içeride olduğunu ama fırtınanın geçtiğini gördüler. Her masada insanlar küçük gruplar halinde ve kısık sesle konuşuyorlardı, Alev ortada yoktu, Hakan ortada yoktu, Lütfiye de ortada yoktu. Uğur dayanamayıp en yakın masada oturan Hasan’a sordu:

“Abi ne oldu, demin kan gövdeyi götürüyordu?”

“Lütfiye ikisini alıp kulübeye götürdü, demin gelen Roninler de takıldı peşlerine. Sen nereye kayboldun?”

“Komplocuları alıp geldim işte abi, belki Bülent de bir şeyler demek ister dedim.”

“Neyse artık, yapacak bir şey yok. Millet dağılır birazdan, çok sıcak burası. Geri gelseler bile o deminki heyecanı bulamazlar."

“Yani ben gidecek miyim, gitmeyecek miyim? Bavulumu hazırlayayım mı?” diye lafa girdi Bülent.

“Turneye mi gidiyorsun yahu, alt tarafı bir sırt çantası. Sabah yaparsın işte. Acele etme,” dedi Hasan. Sonra karşısında oturan Gülay’a dönüp onunla konuşmaya başladı. İkisi gensorunun genel sorunun kısaltması olup olmadığı konusundaki yarı şaka yarı ciddi devam ederken Uğur sadece kendilerinin ayakta olduğunu fark etti. Diğer masalar onlara bakmaya başladığında komplocular yavaştan yemekhaneden çıkmaya başladılar.

Bülent de Uğur’un koluna girip onu dışarı çıkardı ve kulübeye doğru yürümeye başladı.

“Gel gidip kulübede bulalım şunları, benim de kafam karıştı. Gidecek miyim, gitmeyecek miyim, masum muyum suçlu muyum öğrenelim!”

Yüzü gülen Uğur:

“Hadi gidelim,” dedi. “Ben de sana planımı anlatayım. Plan değil de sonunda beklediğim ilham geldi. Bir fikir geldi aklıma!”

20 Temmuz 2012 Cuma

68


BÖLÜM 6

Bülent toplantı bitip kapının önüne çıktığında Uğur’u karşısında, kendisini beklerken buldu. Yüzünde yaramaz bir çocuğun gülümsemesiyle çıkanlar arasında Bülent’i aradı, bulur bulmaz da yanına yanaştı. Burcu ile yan yana yürüyen arkadaşının yanına seğirtti ve sesindeki heyecanı gizlemeye dahi gerek kalmadan konuşmaya başladı:

“Koş hadi koş, ortalık karıştı!”

Bir şeylerin ters gitmediği, sadece seyirlik bir durum olduğunu Burcu da Bülent de anladı.

“Ne oluyor yahu?” dedi Bülent. “Ne bu heyecan? Daha iki saat önce suratın beş karış, Burcuya mektup yazıyordun!” Ne yaptığını anlayıp yanında şaşkın gözlerle bakan Burcu’ya açıklama yapma ihtiyacı duydu: 

“Sana değil, başka bir Burcu.”

“Hepimizin bir Burcu’su var,” diyerek göz kırptı Uğur, “ama şimdi bundan bahsetmeyelim. Alev ortalığı karıştırdı, senin ‘görevli’ gitmene takmış kafayı. Hakan abinin kafasına göre iş yaptığını söyleyip sabah sen gitmeden önce 51 imza toplamaya çalışıyor."

Bülent sırıttı hiç düşünmeden. Hakan ile Alev’in kapışması fikri hoşuna gitmişti.

“Gülüyorsun ama,” dedi Burcu, “bence haklı. Bu bakkala, pazara adam göndermek gibi rutin bir şey değil ki! Neticede ilk büyükelçimiz olacaksın ve sen bile bunu birkaç saat önce öğrendin!"

“Haklı olabilirsin,” dedi Bülent, “ama yine de çok eğlenceli bir şey bu. Ne bileyim, bence öyle."

Uğur da gülmeye başlamıştı açıkça. Komplo teorisi toplantısından çıkanlar dağılmamış, etraflarına toplanmışlardı. Gürol elleri belinde, sinirlenmeye hazır bir ifadeyle seyrediyordu gülümseyen ikiliyi, Ümit ile Didem ise yan yana ve gülümseyerek takip ediyordu olup biteni. Onların gülümsemelerinin nedeni elbette birbirlerine değen ve kimsenin görmediğini sandıkları elleriydi.

“Gidip bakalım hadi,” dedi Uğur neden sonra. “Kaçırıyoruz!”

Herkes doğrudan yemekhane tarafına yöneldiğinde Uğur bileğine sarılan bir el hissetti. Burcu onu bileğinden tutup yavaşlatıyordu.

“Sen niye öyle dedin?”

“Ne dedim?”

“Herkesin bir Burcu’su vardır ne demek?”

“Off, uzun hikâye” dedi Uğur. Ancak yürümeye çalıştığında Burcu’nun tamamen durduğunu ve onu da durdurduğunu fark etti. “Benim âşık olduğum bir kız vardı, adı Burcuydu. Yıllardan sonra bugün bir mektubu geldi. Ondan bahsediyorduk."

“Ondan bahsediyordun demek. O kırptığın gözünü oyarım senin bir daha yaparsan!” sesi gayet ciddi geliyordu Burcu’nun. Gerçekten sinirlenmişti.

“Özür dilerim,” dedi Uğur gerçek bir pişmanlıkla, “seni değil Bülent’i kızdırmak içindi. Hadi gidelim lütfen.”

“Bülent benden mi hoşlanıyor?” Burcu kesinlikle konuyu kapatmak niyetinde değildi.

Uğur en azından yürüyerek konuşmak için diğer eliyle Burcu’nun bileğini tutup nazikçe çekti. Annesini çekmeye çalışan bir çocuğa benziyordu. Burcu ise kımıldamıyordu.

“Bunu bilmiyorum,” diye itiraf etti Uğur. “Ama onun grubuna Bülent’ten hoşlandığın için geldiğini söyledim bir defasında, çok sinirlendi. Şakaydı sadece. Ama damarını bulmuşken basmadan edemiyorum. Gerçekten üzgünüm.”

Burcu sinirli gibi değildi:

“Çocuksunuz siz.” Burcu hala aynı yerde duruyordu, ne yapacağını bilemez gibi görünüyordu.

“Sen gerçekten ondan hoşlanıyorsun. Eyvah!” diye feryat etti Uğur. “Dalga da geçemeyeceğim artık!"

11 Temmuz 2012 Çarşamba

PDF dosyası olarak ilk 5 bölüm


Merhaba,

İlk 5 bölümü PDF dosyası olarak aşağıdaki linkten indirebilirsiniz:

http://www.dosya.tc/server18/YDsrTC/BOLUM1-2-3-4-5.pdf.html

67


Gürol yine söz alarak günümüzde bu örnekteki durum oluştuğunda herkesin şüphe etmesi gerektiğini söyledi;  suikast gerçekten yapıldı mı, tetiği çeken kişi yakalandı mı, ifadesinde neler söyledi gibi konuları gerçekten bilmemize pek imkân olmadığını, kamuoyunu ikna etmek için öne sürülen savlara göre değerlendirmenin çoğu zaman boşa çıktığını belirtti. Çoğu komplonun gerçek sahiplerinin asla ortaya çıkmayacağı fikrine alışmamız gerektiğini söyledi.

Burcu bu durumda komplonun sonuçlarına göre akıl yürütmenin mümkün olup olmadığını sordu.

Ümit artık bu yöntemin de işe yaramadığını, sonuçların kimin faydasına olduğunun artık pek bir anlam ifade etmediğini ve komployu kuranın bu işten fayda sağlayan taraf olmayabileceğini söyledi. C ülkesi A ülkesinde kendisinin fayda görmeyeceği, B ülkesinin fayda göreceği bir komplo kurarak B’yi zor durumda bırakmak için hareket edebilirdi. Bu durumda kısa vadede B fayda sağlamış gibi görünür, ama okları üzerine çekeceğinden orta vadede zarar görebilirdi. Bu nedenle komploları çözmenin ancak uzun vadede mümkün olabileceğini söyleyen Ümit, çözebilmenin ön şartının da komplonun istenen sonucu elde etmesi olduğunu açıkladı. Bir komplo, örneğin bir suikast, başarılı olmuş ama komployu kuranın amacını gerçekleştirmesini sağlamamışsa mantık yürüterek çözmek mümkün olamazdı.

Burcu bu defa komplonun doğası bu kadar karmaşık, hatta çözülemez ise neden çözmeye çalıştığımızı sordu. Komplolar genelde gücü veya bilgiyi elinde bulunduranlar tarafından yapılıyorsa akıl yürütme yoluyla çözülemez, çünkü verilerin önemli bir kısmı gizlidir dedi.

Ümit komplo teorilerini bir nevi bulmaca olarak gördüğü için konuya ilgi duyduğunu itiraf etti.
Gürol politikada kullanıldığı için komplo teorilerini anlamak gerektiğini, kendisinin politikaya ilgisi nedeniyle komploları, en azından doğasını anlamak istediğini söyledi.

Ben komplo kurmanın insan zihninin en karanlık dehlizlerinden biri olduğunu söyleyerek insanı tanımak için onun her yaptığını çözmek gerektiğini, ayrıca komploların hayatımızı yönlendirmesinden rahatsız olduğumu anlattım. Ayrıca bu konuda tartışma açmamın bir de gizli sebebi olduğunu, bu tartışmaların çiftlik hakkında ortaya atılacak komplo teorileriyle baş etmek için bir nevi donanım sağlayacağını umduğumu söyledim.
Burcu o zaman komploya uğramamak için ne yapmak gerektiğini sordu.

Didem komplocular için değerli hiçbir şeye sahip olmamak bunun için yeterlidir dedi. Gürol itiraz ederek çiftlik gibi orta vadede olmasa da uzun vadede tehlikeli bir eğilim başlatabilecek bir yerin bile hedef seçilebileceğini söyledi. Sadece para, değerli kaynaklar veya gücün değil fikirlerin de komploya uğraması mümkündür dedi.

Ümit ise kendi aklına gelen tek çözümün açıklık politikası olduğunu söyledi. Örneğin çiftliğin muhasebe kayıtlarından bu toplantı kayıtlarına kadar her şeyi şeffaf biçimde halkın erişimine açarsa komploya uğrama ihtimalinin azalacağını, kendisi hakkında kurulacak komplolar karşısında da kendisini savunmasının daha kolay olacağını belirtti.

Toplantı sonunda bir süreliğine Aydın’daki çiftliğe gidip yardımcı olmam gerektiğini, bir süre toplantılara giremeyeceğimi söyleyip herkesle vedalaştım. Zabıt katipliği görevini ve elimdeki zabıtları Burcu’ya verdim.

10 Temmuz 2012 Salı

66


Ahlak sadece bir pazarlık raconu değildir, dedi Zeynep. O zaman kolayca ihlal edilebilir olurdu. Bana zarar vermesinler diye kimseye zarar vermeyen kişi ancak tüccar olabilir dedi. Ama insanların türdaşlarına neden iyi davranması gerektiği benim açımdan da açık değil, diyerek sustu.

Gülhan, belki de doğal olan budur diyerek hepimizi şaşırttı. Uzun zamandır çok sessizdi toplantılarda. Hayvanların da kendi türdaşlarını çok aşırı ve istisnai durumlar haricinde öldürüp yemediklerini söyledi. Liderlik mücadelesiyle öldürüyorlar birbirlerini en fazla, dedi, kurt sürüleri mesela aç kalınca köye veya şehre iniyor ama en zayıf olan kurdu yemiyorlar. Aynı türden olanların birlikte yaşaması, birbirinden güç alması demektir belki de; sürü olmazsan kolay av olursun. Sürüye doğada daha güçlü olmak için ihtiyacımız var, onlarla birlikte yaşamak birey olarak bizi de daha güçlü yapıyor.

Göktuğ bir şey diyecek gibi el kaldırdı Gülhan konuşurken, sonra “gerek kalmadı, boş verin” gibisinden bir el hareketi yaptı, Gülhan “sözüm bitti” dedikten sonra da söz almadı (bunu niye yazdım bilmiyorum, ses kaydında görülmez diyedir belki).

Akın ilk toplantılardan birinde ilk biz bulduk diye düşünerek çok eğlendiğimiz o cümleyi tekrarladı: “Ahlak, kendiniz için değil karşınızdaki için doğru olanı yapmaktır” dedi ve eğer yalnız kalmak ve toplumla bağı olmasın istiyorsa bir insanı rahat bırakmak en doğrusu değil midir diye sordu. Herkes bir şeyler söyledi ama buraya yazmaya değer bir cevap bulamadık. Gülhan’ın çay koymak için kalkıp gitmesiyle toplantı fiilen sona ermiş oldu.

 * * *

TOPLANTI TUTANAĞI - 8

Tarih: XX.XX.XXXX

Saat: 21.15

Grup: Komplo Teorileri

Katılımcılar: Bülent (ZK), Burcu (M), Arda, Ümit, Gürol, Didem, Mustafa, İbrahim, İsmail

Genel tutanak notları: 2012 itibarıyla tüm toplantıların sesli kaydı alınmaktadır, bu nedenle yazılı tutanaklar artık sadece özet mahiyetinde ve bilgilere kolay erişim sağlama amaçlıdır. Konuşmacıların tüm sözleri kayda geçirilmez, zabıt kâtibinin uygun gördüğü biçimde özetlenir. Tutanak tüm katılımcılar tarafından okunup onaylandıktan sonra nihai halini alır. Katılımcıların notları ve itirazları metnin sonuna eklenir veya metnin içine parantez içinde yazılır.

İçerik: Burcu moderatörlüğü isteyen birine devretmeye hazır olduğunu söyleyerek söze başladı, gönüllü çıkmayınca ilk sözü Gürol’a verdi.

Gürol bugüne kadar komplo teorilerinin doğasını incelediğimizi ve A-B-A-B kuralını çok makul bulduğunu söyledi. Ancak komplolar konusunda göz ardı ettiğimiz bir konunun da dezenfermasyon olduğunu ve sokaktaki adamın elde doğru tek bir veri olmadan komplo teorilerini çözmesinin imkânsız olduğunu anlattı. Gazetelerde ve diğer medyada verilen haberlerin doğruluğuna güvenilmediği sürece komplo teorileri üzerinde konuşmanın vakit kaybı olduğunu söyledi.

Burcu A-B-A-B kuralını bilmediğini söyledi, ben kısaca açıkladım (bkz. İlk toplantının raporu). Ses kaydından aynen deşifre ediyorum:

Bülent (21.25): “Diyelim ki A ülkesinde bir saldırı, mesela bir suikast oldu. A hemen der ki bu saldırıyı B düzenledi, bu suikasttan en büyük faydayı görecek olan B’dir. B kendisini savunarak kendilerinin bu suikasttan haberdar olmadığını, A'nın B’yi suçlamak veya kötü duruma düşürmek için bu suikastı kendisinin planladığını hatta bunun B’ye bir saldırı olduğunu iddia eder. A bu durumda, B’ye saldırmak istese çok daha güçlü ve dürüst biçimde saldıracağını, B'nin kendisine saldırıldığını iddia edebilmek için suikast düzenlediğini söyler. Bu tenis maçı böyle sürer gider, A-B-A-B diye devam eder. Hatta bazen C ülkesi de işin içine dâhil olur, A’nın B’yi suçlaması için A ile bir derdi olmayan ama B ile çok derdi olan C’nin bu işi planladığı iddia edilir. İsterse 10 tane ülke girsin, komplonun temel amacı artık o suikast değil, onun yaratacağı dalgalar haline gelmiştir. Sözüm bitti."

9 Temmuz 2012 Pazartesi

65


Akın, ister yemek-korunak-altyapı hizmetleri olsun, ister dil ve bilinç olsun, kendi talep etmediğimiz şeyleri bize zorla veren, hatta dayatan topluma karşı bir borcumuz olmadığında ısrarcıydı. İnsanlar belirli bir olgunluğa ulaştıktan sonra hâlâ düzenle bağlı olmak isterse o zaman elbette topluma karşı borçları olacağını söyledi, örneğin şehir merkezinde güzel bir evde oturmak isteyen elbette düzen içinde çalışmak ve para kazanmak, uyum sağlamak zorundaydı. Ancak kendi başına kalmak istiyorsa topluma olan bütün borcu çöp vergisi ve elektrik ile su faturalarıyla sınırlı olmalıydı. Ne düzeni korumakla, ne güvenliği sağlamakla, ne de uyumlu olmakla görevliydi.

Hasan bu noktada bir soru sordu; eğer bu kişinin içinde bulunduğu ülke bir felaket yaşarsa bu kişi ne yapacaktı? Mesela kuraklık veya savaş gibi bir durumda diğerleriyle birlikte hareket etmez miydi?

Akın bunun tamamen kişiye bırakılması gerektiğini söyledi, ister sadece kendi topraklarını savunur, isterse diğerleriyle birlikte hareket ederdi. Ama birlikte hareket etme konusunda ahlaki bir yükümlülüğü yoktu.

Hasan bunun ahlaki bir sorumluluk olduğunda ısrar etti. Dışarıdakiler açken bir ambar dolusu buğdayı varsa ve “topluma borcum yok” diyerek bunları paylaşmazsa bunun yanlış olacağını söyledi.

Zeynep söze girerek bir ambar dolusu buğdayı aç türdaşlarıyla paylaşmayan insanın cimrilik yapmış olacağını ama ahlaki yükümlülüğün topluma karşı değil türdaşlarına karşı olduğunu söyledi. Hasan ‘türdaşlar’ ile ‘türdaşlardan oluşan toplum’ arasında nasıl bir fark olduğunu sorunca Zeynep toplumun ayrı bir sistem olduğunu söyledi. Elbette insanlardan oluşuyordu ama o insanların toplamından farklı bir şeydi. ‘Nasıl farklı?’ sorusuna yanıt vermekte zorlanınca ben devreye girdim.

“Toplum” dedim, “bir grup insanın birlikte yaşamasından, hatta birlikte hareket etmesinden daha fazlasıdır. Toplumun insanlar tarafından belirlenmiş kendi kuralları vardır elbette, ama daha ilginci toplum bir ‘canlı’ gibi davranır. Bir iradesi, istekleri, kaprisleri vardır. Ona boyun eğersin. İçinde doğduğun için onu sorgulanamaz, değiştirilemez, birlikte yaşamaya zorunlu olduğun bir düzen gibi algılarsın. Anne gibidir."

Hasan ise toplumun diğer insanların kurduğu bir düzenden fazlası olmadığında ısrarcıydı. Esas sorunun bir insanın diğer bir insana karşı ne gibi bir sorumluluğu olduğunu belirlemek olduğunu düşünüyordu. Belki de ahlakın temelini sorgulamak için insanın diğer insanlara ve içinde yaşadığı doğaya karşı olan sorumluluklarını incelemek gerekiyor dedi. "Bir insan diğerini öldürmemelidir, çünkü..." dedi Hasan, "gerisini siz tamamlayın hadi! İşin içine Tanrı'yı sokmadığında bu çok da kolay değil. Ben diğer insanları seviyorum, ama bu sevgimin doğasını anlayamıyorum. Diğer insanları neden seviyorum ben? İçgüdü mü, çoğalma ve korunma isteği mi bu? Hayatta kalmamın onlara bağlı olmasından mı? Benden kuvvetsiz birini öldürürsem bir gün benden kuvvetli biri de beni öldürür diye mi?"

Muammer hayatta kalma içgüdüsünün çok kuvvetli olduğunu, ancak bugün bizim diğer insanlar hakkındaki hislerimizin öğretilmiş olduğunu söyledi. Bize atalarımız tarafından karmaşık bir duygunun öğretildiğini, bu duyguyu analiz etmenin çok zor olduğunu anlattı; ilk bir araya gelen insan topluluklarının çok daha bağımsız, birlikte yaşamaya bilinçli olarak karar vermiş insanlardan oluştuğunu, bizim ise başka türlüsünü hayal bile edemeyecek kadar uzun süredir birlikte yaşayan insanların çocukları olduğumuzdan bahsetti. Şu anda birlikte yaşayan 100 kişi olarak iradeye dayalı bir toplum kurduğumuzu, ana üzerinde yaşadığımız ülkenin toplumuyla olan bağlantılarımızın bu kadar basit olmadığını söyledi.

Ben yine araya girerek tartışmayı teorik bir zemine çekmeye çalıştım. Bugünkü toplumun bize öğrettiklerini bir kenara bırakıp iki insanın ilişkisini anlamaya çalışalım dedim. Birbirlerine zarar vermeleri akıllıca olmazdı, çünkü karşılarında kendileri gibi akıllı bir rakip vardı ve hayatta kalmaları gerekiyordu. Birlikte hareket ederlerse kendilerini korumaları daha kolaydı, bunların hepsini kabul ettim. Ama insanın ‘insan’ olmak için başkalarına ihtiyaç duymasının daha temel bir mesele olduğunu söyledim. İlkel insan ne olduğunu anlamak için de diğerlerine ihtiyaç duyuyordu. Ayrı bir varlık olarak kimliğinin oluşması için başka insanlara ihtiyacı vardı. Yani sadece fiziksel değil, aynı zamanda düşünsel olarak da diğerleri onun için gerekli ve bu yüzden de önemliydi.

8 Temmuz 2012 Pazar

64


Hakan orman benzetmesini beğendiğini, ancak öncelikle çiftliğin yapacağı bir devrimden çok genel olarak 21. Yüzyılda yapılacak ve idealist bir devrimin teorisinin tartışıldığını hatırlatmak istediğini söyledi. Kendi düşüncesine göre sosyal medya üzerinden birbirini etkileyen kişilerin birlikte hareket edebileceğini, ancak bunun gerçek ve kapsamlı bir devrime neden olmayacağını belirtti. Böylesi bir hareket ile değişim sağlanabileceğini kabul ettiğini söyledi.

Hilal bu durumda devrimde ısrar etmenin sebebini sordu. Eğer kalabalıkların hep birlikte değişimler yapması mümkünse devrim neden gerekli olsun sorusunun önümüzdeki toplantıda tartışılmasına karar verildi.

Esra bir sonraki toplantıda zabıt kâtipliğini üstlenemeyeceğini söyledi, katibin tartışmalara katılamamasından şikayet etti.

* * *

TOPLANTI TUTANAĞI - 69

Tarih: XX.XX.XXXX

Saat: 21.00

Grup: Felsefe

Katılımcılar: Lütfiye (ZK), Hasan, Gülhan, Göktuğ, Zeynep, Muammer, Mehmet (B), Akın

Genel tutanak notları: 2012 itibarıyla tüm toplantıların sesli kaydı alınmaktadır, bu nedenle yazılı tutanaklar artık sadece özet mahiyetinde ve bilgilere kolay erişim sağlama amaçlıdır. Konuşmacıların tüm sözleri kayda geçirilmez, zabıt kâtibinin uygun gördüğü biçimde özetlenir. Tutanak tüm katılımcılar tarafından okunup onaylandıktan sonra nihai halini alır. Katılımcıların notları ve itirazları metnin sonuna eklenir veya metnin içine parantez içinde yazılır.

İçerik: Fatma bugün kendini kötü hissettiği için toplantıya gelmedi. Umarım son toplantıdaki tartışmalar yüzünden kızgın değildir. Bugün nedense uzun zamandır konuşmadığımız insanın diğer insanlara karşı görevleri konusuna döndük. Sanırım Roninlerin ortalıkta dolaşması nedeniyle, emin değilim. Akın kişinin topluma karşı tek görevinin onlardan uzak durmak olduğunu söyledi, seçmediği bir ortamda doğan ve seçmediği bir uygarlığın kurallarına göre eğitilip bir bilinç sahibi yapılan kişinin topluma bir borcu olmadığından emin kendisi.

Göktuğ’un “ilk soru nedir?” konusuna dönme talebinin eğer bir öneri sorusu yoksa reddedileceği söylendi, o da şimdilik olmadığını söyledi. Ama aklında bir soruyu evirip çevirdiğini (ne demekse) ve kesinleştirdiği zaman hemen söylemek istediğini söyledi, bu isteği kabul edildi.

Hasan konuya dönerek insanın ‘insan’ olmasını topluma borçlu olduğunu söyledi; istemese de kendisini oluşturan toplumla kuvvetli bağlara sahip olduğunu ve bunu yok sayarsa ahlaken yanlış yapacağını söyledi.

Ben “kendisini oluşturan toplum” lafına itiraz ederek yeni bir din, bir dogma mı yaratmak istediğini sordum. Çok kızdı, insan bilinci denen şeyin kelimelerden oluştuğunu, kelimelerin ise iletişim tarafından oluşturulduğunu söyledi. Ona göre toplumla insan arasındaki ilişkiyi reddedemezdik, bu bir dogma değil bir olguydu.

Olgular konusuna girmekte ısrar ederse onu derin sulara çekeceğimi söyleyerek tehdit ettim, konu uzamadı. 'Olgu' kelimesinin tartışmaları kesmek için sihirli kelime olarak kullanılmasından sıkıldığımı söyledim, ancak haklı olduğunu kabul ettim.