24 Temmuz 2012 Salı

72


Alev sessiz kalmıştı. Bir konudaki tartışmayı sonuna kadar sürdürmeyi adet haline getirmiş ve bunun için yeterli enerjiyi her zaman bulabilen biri olarak ellerini kaldırıp kayıtsız şartsız teslim olanlara nasıl davranacağını bilemiyordu, içindeki zehri henüz kusup çıkaramamış olsa da daha ileri gitmemesi gerektiğini biliyordu.

Oradakilere çok uzunmuş gibi gelen sessizliği Bülent bozdu:

"Yani ben gidip çantamı hazırlayayım mı?"

Alevi bile gülümseten bu kasıtlı saflık sonrasında biraz yumuşayan ortam sessizliğe pek hazır değildi, bunu fark eden Buket kendini ortaya attı:

"Sen git bakalım, bizi buralarda bırak git. Denize de girersin sen şimdi oraya kadar gitmişken!"

Aydın'da deniz olmadığını bilse de oyunu bozmadı Bülent:

"Girerim tabii, ama dönüşte sana en iyisinden incir getireceğim. Söz!"

* * *

Bülent odasına dönüp çantayı hazırlamaya başladığında Uğur hâlâ yanı başındaydı ve kanlı devrimi için ilk müridi kazanmaya, onu ikna etmeye çalışıyordu:

"Nesini beğenmedin sen bu planın, onu söyle!"

"Plan kağıt üzerinde çok güzel, eğer insanları bu dediğine ikna edip harcamaları %10 düşürebilsen başarılı da olursun. Sorun insanları harekete geçirmek. Birincisi harekete geçmek, rahat koltuklarından kalkmak, bilmedikleri bir maceraya dahil olmak istemiyor kimse. İkincisi artık sözlerin hiçbir anlam taşımadığı çağdayız; el kadar bebeler yüz yıl önce devrimleri ateşleyen cümleleri tweet atıyor, alnı secde görmemiş bir sürü kişi tasavvuf okuyup fayda umuyor. Yani lafla peynir gemisi yürümüyor artık!"

"İyi de sırf laf değil bunlar, bunu biz söyleyeceğiz. Türkiye topraklarında inşa edilmiş ütopyadan gelecek bu ses. Mektupları sen okuyorsun işte, bir sürü adam bize özeniyor demiyor musun?"

"Lütfiye ablayı dinlemedin mi sen?" diye çıkıştı Bülent. "Biz bir model değiliz, olamayız da. Burada akıl sağlığı yerinde tek bir kişi bile yok, dışarıdakiler bunu bilmiyor mu sanıyorsun? Burayı deliler için bir rehabilitasyon merkezi gibi görüyorlar aslında. Mektup yazanların çoğunun beyaz Türkler olduğunu fark etmedin mi? Beyaz Türklerin zamanı geçti çoktan. Onlar yönlendirmiyor toplumu, eğilim yaratmıyorlar. Faydadan çok zarar verirler."

"Arkadaş ne kadar negatifsin sen bugün, benim bile ümidimi yıkacaksın neredeyse?"

Bülent gri mi sarı mı olduğunu belli olmayan gömleği çantasına tıkıştırdıktan sonra durdu, Uğur'un yüzüne baktı:

"Sırf ben beğenmedim diye vazgeçersen döverim seni! Bir fikrin varsa üzerine git. Sana ümit vermek için söyleyebilecek tek bir şeyim var, haklı olduğuna inanan ve yolundan dönmeyen adam kadar tehlikelisi yoktur. Hele gerçekten haklı ise..."

23 Temmuz 2012 Pazartesi

71

“Bu neye benziyor, biliyorsun değil mi?”

“Evet,” dedi Uğur, “göle yoğurt çalmaya!”

“Ama ya tutarsa,” diye dalga geçti Bülent. “Belki de boşa korkuyormuşum ben başlattığımız dalga konusunda…”

Uğur konuşmaya devam etmedi, çünkü kulübeye yaklaşmışlardı ve Alev'in öfkeli sesi artık duyulmaya başlamıştı. Meraklı ikili adımlarını hızlandırdı, diğer evlerle kulübe arasındaki ufak tepeciği aştıklarında kulübenin önünde neredeyse hepsi ayakta duran ondan fazla kişi vardı. Roninler seyirci gibi görünüyordu, Alev'in bağırmalarına cevap Lütfiye’nin sakin sesinden geliyordu. Bülent ve Uğur söylenen sözleri açıkça duyabilecekleri kadar yaklaştıklarında hâlâ onları kimse fark etmemişti, kimse üzerinde yürüdükleri patikaya bakmıyordu ve gökyüzündeki yarım aydan başka aydınlatma da yoktu.

“Niye bu kadar şaşırıyorsunuz kızmama, onu anlamıyorum ben! Siz eskiler her şeye kendi başınıza karar vereceksiniz, kimse de itiraz etmeyecek öyle mi? Nerede kaldı konsensüs?"

Lütfiye sakin bir sesle cevap verdi:

“Sana haklısın dedik, Hakan da özür diledi, benim şaşırdığım hâlâ öfkenin dinmemiş olması.”

“Dinmez elbette, ne sanıyorsunuz? Çocuk muyum ben? Sakinleştirip evine göndereceğiniz, sonra bildiğiniz gibi işinizi yürüteceğiniz bir salak mıyım? Sizler hakkında yanlış düşünmüşüm, dışarıdaki faşistlerden hiçbir farkınız yok. Hatta daha kötüsünüz, çünkü onlar en azından dürüst…”

“Neredeyse yarım saattir içini dök diye susuyoruz,” dedi Hakan, “ama öfken azalacağına artıyor. Haklısın dedik, bundan sonra böyle konularda oylama ile karar veririz dedik, hangi konularda oylama ile karar verileceğini de birlikte belirleriz dedik, daha ne istiyorsun anlamıyorum ki… Bülent yarın gitmese memnun olacak mısın?”

“Gerçekten anlamıyorsunuz, evet. Bülent gitmeyince ağzıma bir parmak bal çalınacak ve susacağım öyle mi? Zihniyetiniz yanlış sizin! Siz yeni kurallar koyacaksınız, sonra başka yeni kurallar, on seneye varmadan ceza hukuku kitabı kadar kurallar kitabınız olacak. Ama uymaya niyetiniz yok! Şu elimizdeki bir sayfa kural da yanlış yaptığınızı söylüyor zaten, yeni kurallar neyi değiştirecek?"

Lütfiye cevap verdi bu defa:

“Burası bir katılımcı demokrasi kampı değil Alev. Bazılarınız, hatta buna Hakan da dâhil oluyor zaman zaman, burayı bir model haline getirmek istiyor biliyorum.”

“Ama…”

“Sözümü bitirmeme izin verir misin lütfen? Burası bir ilkel komünizm veya anarşizm laboratuvarı değil. Amaç asla o olmadı. Biz buraya düşünmek için geldik. Seni bilmiyorum ama Sağlık Bakanlığında hepimizin kaydı var; hepimizin ruhsal sorunları var. O sorunlardan kaçmak için geldik, düşünmek için. Neyin yanlış olduğunu anlamak için. Bunu anlayabileceğimizi hiç zannetmiyorum, ama çabalıyoruz ve sükûnet arıyoruz. O kuralları da işler çığırından çıkmasın diye ve herkes özgür olsun diye koyduk. Dışarıdaki faşistlerden elbette çok bir farkımız yok, zihinlerimizi biçimlendiren toplum o. Ben hâlâ benden küçükler lafımı dinlesin, bana itiraz etmesin istiyorum; çünkü öyle gördüm. Hakan işler hızlı yürüsün diye bir kişinin karar alması gerektiği fikrini belki diliyle reddeder sorsak, ama bilinçaltı kapitalist sistemin liderlik teorisiyle dolu. Bunları bir günde değiştirebiliriz sanıyorsan aldanıyorsun! Ben Odo değilim, olmayacağım da. Benden anca Lütfiye nine olurdu, o şansı da işkenceler yüzünden uzun zaman önce kaybettim, insanların bana dokunmasına bile izin vermiyorum. Neyse, bu konu dışı zaten. Kısacası bize sükûnet lazım! Lütfen bize bunu çok görme."

22 Temmuz 2012 Pazar

70


Yürümeye başladıkları anda Uğur önce bir çevreyi kontrol etti, sonra heyecanının izin verdiği ölçüde kısık sesle konuşmaya başladı:

“Esas sorun ne biliyor musun,” cevap beklemeyen bir soru olduğu için Bülent hiç cevap vermeye çalışmadı Uğur’a, “insanların kendi kendisini mahvetmesini sağlamak. Onların acı çekmesini sağlayamazsın tek başına, Amerikan başkanı bile olsan yapamazsın. Oysa ben hepsinin dayanılmaz acılar çekmesini istiyorum. Bunun için insanları bölüp parçalamak lazım, birbirlerine düşmelerini sağlamak. Kaos yaratmak. Eğer bu kaosun sonrasında dünya yüz yıl, beş yüz yıl geriye gidecekse gitsin. Yok kaosun sonunda bir devrim olacaksa ve daha iyi bir düzen kurulacaksa ona da razıyım.”

“İyiymiş,” dedi Bülent karşısındakini pek de ciddiye almayan bir sesle. Uğur bu sözdeki imayı sezmemiş gibi devam etti:

“O yüzden devrimcilerin şimdiye kadarki bütün toplantı tutanaklarını okuyorum bir aydır. Benim ihtiyacım ümit vadedecek bir devrim hareketi başlatmak. Başarıya ulaşmasa bile küçük dağları yıkıp büyük dağları titretecek bir devrim. İnsanlar gönülden katılmalı, benimsemeli. Nüfusun en az dörtte biri, hatta üçte biri dâhil olmalı; anlatabiliyor muyum?"

Bülent hala heyecanlanmamıştı.

“Şimdi diyeceksin ki bir devrim ortamı, bir devrim talebi yok. İnsanlar bir kıvılcım beklemiyorlar. Bence bekliyorlar, bunu sen de biliyorsun! Bir sürü insan mutsuz, ama elleri kolları bağlı hissediyorlar kendilerini. Devlet tepelerinde, ekonomik sistem tepelerinde, borçları ellerini kollarını bağlıyor. Mortgage sisteminin yaygın olduğu hangi ülkede devrim yapılabilmiş? Bizde daha yaygın değil, ona güveniyorum ben. İnsanlar öncelikle borçlarından kurtulmalı, sonra birlikte ne kadar güçlü olduklarını fark etmeli. O zaman hayattan istedikleri şeyler için harekete geçeceklerdir. Onları harekete geçirecek bir hayal sunmak lazım bu aşamada, bir ideoloji olmasa da bir dünya görüşü hazır olmalı elimizde. İnsanlar harekete geçtiğinde düzenin gönüllü savunucuları ile devrimciler birbirine girecek önce gerginlik, sonra provokasyonlar ve ardından iç savaş.”

“Çok karışık anlatıyorsun,” dedi Bülent. Hiçbir şey anlamamış gibi bakıyordu.

“Tamam," dedi Uğur sabırla, “daha somut anlatayım. Şu anda kimse düzeni değiştirebileceğine inanmıyor değil mi?"

“Evet.”

“O zaman onlara tek başlarına düzeni değiştiremeyeceklerini, ama birlik olduklarında ellerinde büyük bir güç olduğunu göstereceğiz, ispatlayacağız. Çok barışçı bir biçimde, sakince, altında bir devrim komplosu yokmuş gibi. Burada Alev’in yöntemi devreye girecek, insanların birlikte bir şey yapmasını sağlayacağız. Meydana inmekten, protesto etmekten, yakıp yıkmaktan korkuyor insanlar; onlardan bunu istemeyeceğiz. Bir şeyi yapmalarını değil, bir şeyi yapmamalarını isteyeceğiz.”

“Örneğin? Bir firmayı falan protesto mu ettireceksin insanlara?”

“Yok, o zaman projenin bu ayağı başarılı olsa bile Başbakan çıkar, ‘servet düşmanları, provokatörler’ falan deyip milletin içine kuşku tohumları akar. Almanyanın birliğini kurduktan sonra yaptığını yapacağız."

“Ordu kurup Fransa’ya mı saldıracağız?”

“O çok daha sonra,” diye düzeltti arkadaşını Uğur. “En başta halkı tasarrufa yönlendirdiler, sömürgeleri olmadığından sermaye birikimini bu şekilde sağladılar. Biz de önce bir kampanya ile insanları özgürleşmek için tasarrufa yönlendireceğiz. Maaşınızın %10’unu saklayın, harcamayın diyeceğiz. Asgari ücretliler için %5 de olabilir. Başbakan bir tasarruf kampanyasına karşı çıkamaz, ‘Gidin paranızı harcayın’ diyemez açıkça. Ama bütün sistem ona dayanıyor aslında. Ekonomi tartışanlara sordum, halkın bir kısmının eline geçen paranın %10’unu harcamaması durumunda başta ekonomik göstergeler iyiye gider, sonra da durgunluk patlak verebilir dediler, elbette bunun için halkın ciddi bir kısmını bir süre buna uymaya ikna edebilmek lazım.”

“Bunu yaparsan hem borçlarından kurtulacaklar, hem de güçlerini fark edecekler, öyle mi?”

“Evet.”

“Yeni çıkan telefonları almayacaklar, arabalarını yenilemeyecekler, ellerinde para biraz birikince onu çatır çatır yemeyecekler, öyle mi?”

“Onu nasıl sağlayacağımı bulduğum anda kıvılcımı çaktım demektir. Biliyorsun bir tek kıvılcım Tahrir Meydanında yüzbinlerce insanı toplayabiliyor.”

“Ama,” dedi Bülent, “o dalganın başlaması için bir adamcağız kendini yakmıştı.”

“Kendimi yakmamın işe yarayacağını bilsem yakardım, ama bu ülkede öylesi bir eylem geçici cinnet olarak yaftalanır ve 3 gün sonra unutulur. Bize gereken ortalığı titretecek, çok ses getirecek bir röportaj. İlki gibi olacak, ama artık bizi daha fazla ciddiye alacaklar. Çiftliğin bir model olduğunu, burada huzurlu olduğumuzu anlatacağız, dışarıdakilere bir alternatifleri olduğunu hissettireceğiz. Sonra da 'bir mesajınız var mı?' dediklerinde 'daha özgür olmak istiyorsanız tasarruf edin' diyeceğiz. İhtiyaçlarınızı yeniden tanımlayın bile demeyeceğiz. Tasarruf kampanyası başlatacağız!"


21 Temmuz 2012 Cumartesi

69


“Ya deli mi sikti seni, git başımdan!” diye parladı Burcu, “Yok öyle bir şey!”

Burcu Uğur’un kolunu bırakıp yürüyenlerin peşine takıldı, bir yandan da kendi kendine söylenmeye devam ediyordu. Uğur tam olarak neler söylediğini duyamasa da konuyu uzatmadı; ikisi beraber yemekhaneye doğru koşar adım ilerlediler.

Yemekhaneye varmadan diğerlerine ulaşmışlardı bile. Uğur yine Bülent’e yanaştı:

“İster misin yollamasınlar seni bu kargaşa yüzünden?”

“Yok,” dedi Bülent, “Bahadır abiye söz verdiler, onun iptal edileceğini sanmam. Ama bundan sonrası için bir karar çıkar belki.”

“Alev pek memnun değil Hakan’ın iktidarından” diye diretti Uğur. “Her ne kadar emir vermese de bütün bilgiler ve bütün ipler onun elinde, bu da onu güçlendiriyor."

Bülent cevap bile vermedi, ikisi yemekhane kapısından içeri girdiklerinde Uğur da son bir cümle söyleyip konuşmayı kesti: “Ben planımı hazırladım, konuşuruz.”

Yemekhaneye girdiklerinde ahalinin içeride olduğunu ama fırtınanın geçtiğini gördüler. Her masada insanlar küçük gruplar halinde ve kısık sesle konuşuyorlardı, Alev ortada yoktu, Hakan ortada yoktu, Lütfiye de ortada yoktu. Uğur dayanamayıp en yakın masada oturan Hasan’a sordu:

“Abi ne oldu, demin kan gövdeyi götürüyordu?”

“Lütfiye ikisini alıp kulübeye götürdü, demin gelen Roninler de takıldı peşlerine. Sen nereye kayboldun?”

“Komplocuları alıp geldim işte abi, belki Bülent de bir şeyler demek ister dedim.”

“Neyse artık, yapacak bir şey yok. Millet dağılır birazdan, çok sıcak burası. Geri gelseler bile o deminki heyecanı bulamazlar."

“Yani ben gidecek miyim, gitmeyecek miyim? Bavulumu hazırlayayım mı?” diye lafa girdi Bülent.

“Turneye mi gidiyorsun yahu, alt tarafı bir sırt çantası. Sabah yaparsın işte. Acele etme,” dedi Hasan. Sonra karşısında oturan Gülay’a dönüp onunla konuşmaya başladı. İkisi gensorunun genel sorunun kısaltması olup olmadığı konusundaki yarı şaka yarı ciddi devam ederken Uğur sadece kendilerinin ayakta olduğunu fark etti. Diğer masalar onlara bakmaya başladığında komplocular yavaştan yemekhaneden çıkmaya başladılar.

Bülent de Uğur’un koluna girip onu dışarı çıkardı ve kulübeye doğru yürümeye başladı.

“Gel gidip kulübede bulalım şunları, benim de kafam karıştı. Gidecek miyim, gitmeyecek miyim, masum muyum suçlu muyum öğrenelim!”

Yüzü gülen Uğur:

“Hadi gidelim,” dedi. “Ben de sana planımı anlatayım. Plan değil de sonunda beklediğim ilham geldi. Bir fikir geldi aklıma!”

20 Temmuz 2012 Cuma

68


BÖLÜM 6

Bülent toplantı bitip kapının önüne çıktığında Uğur’u karşısında, kendisini beklerken buldu. Yüzünde yaramaz bir çocuğun gülümsemesiyle çıkanlar arasında Bülent’i aradı, bulur bulmaz da yanına yanaştı. Burcu ile yan yana yürüyen arkadaşının yanına seğirtti ve sesindeki heyecanı gizlemeye dahi gerek kalmadan konuşmaya başladı:

“Koş hadi koş, ortalık karıştı!”

Bir şeylerin ters gitmediği, sadece seyirlik bir durum olduğunu Burcu da Bülent de anladı.

“Ne oluyor yahu?” dedi Bülent. “Ne bu heyecan? Daha iki saat önce suratın beş karış, Burcuya mektup yazıyordun!” Ne yaptığını anlayıp yanında şaşkın gözlerle bakan Burcu’ya açıklama yapma ihtiyacı duydu: 

“Sana değil, başka bir Burcu.”

“Hepimizin bir Burcu’su var,” diyerek göz kırptı Uğur, “ama şimdi bundan bahsetmeyelim. Alev ortalığı karıştırdı, senin ‘görevli’ gitmene takmış kafayı. Hakan abinin kafasına göre iş yaptığını söyleyip sabah sen gitmeden önce 51 imza toplamaya çalışıyor."

Bülent sırıttı hiç düşünmeden. Hakan ile Alev’in kapışması fikri hoşuna gitmişti.

“Gülüyorsun ama,” dedi Burcu, “bence haklı. Bu bakkala, pazara adam göndermek gibi rutin bir şey değil ki! Neticede ilk büyükelçimiz olacaksın ve sen bile bunu birkaç saat önce öğrendin!"

“Haklı olabilirsin,” dedi Bülent, “ama yine de çok eğlenceli bir şey bu. Ne bileyim, bence öyle."

Uğur da gülmeye başlamıştı açıkça. Komplo teorisi toplantısından çıkanlar dağılmamış, etraflarına toplanmışlardı. Gürol elleri belinde, sinirlenmeye hazır bir ifadeyle seyrediyordu gülümseyen ikiliyi, Ümit ile Didem ise yan yana ve gülümseyerek takip ediyordu olup biteni. Onların gülümsemelerinin nedeni elbette birbirlerine değen ve kimsenin görmediğini sandıkları elleriydi.

“Gidip bakalım hadi,” dedi Uğur neden sonra. “Kaçırıyoruz!”

Herkes doğrudan yemekhane tarafına yöneldiğinde Uğur bileğine sarılan bir el hissetti. Burcu onu bileğinden tutup yavaşlatıyordu.

“Sen niye öyle dedin?”

“Ne dedim?”

“Herkesin bir Burcu’su vardır ne demek?”

“Off, uzun hikâye” dedi Uğur. Ancak yürümeye çalıştığında Burcu’nun tamamen durduğunu ve onu da durdurduğunu fark etti. “Benim âşık olduğum bir kız vardı, adı Burcuydu. Yıllardan sonra bugün bir mektubu geldi. Ondan bahsediyorduk."

“Ondan bahsediyordun demek. O kırptığın gözünü oyarım senin bir daha yaparsan!” sesi gayet ciddi geliyordu Burcu’nun. Gerçekten sinirlenmişti.

“Özür dilerim,” dedi Uğur gerçek bir pişmanlıkla, “seni değil Bülent’i kızdırmak içindi. Hadi gidelim lütfen.”

“Bülent benden mi hoşlanıyor?” Burcu kesinlikle konuyu kapatmak niyetinde değildi.

Uğur en azından yürüyerek konuşmak için diğer eliyle Burcu’nun bileğini tutup nazikçe çekti. Annesini çekmeye çalışan bir çocuğa benziyordu. Burcu ise kımıldamıyordu.

“Bunu bilmiyorum,” diye itiraf etti Uğur. “Ama onun grubuna Bülent’ten hoşlandığın için geldiğini söyledim bir defasında, çok sinirlendi. Şakaydı sadece. Ama damarını bulmuşken basmadan edemiyorum. Gerçekten üzgünüm.”

Burcu sinirli gibi değildi:

“Çocuksunuz siz.” Burcu hala aynı yerde duruyordu, ne yapacağını bilemez gibi görünüyordu.

“Sen gerçekten ondan hoşlanıyorsun. Eyvah!” diye feryat etti Uğur. “Dalga da geçemeyeceğim artık!"

11 Temmuz 2012 Çarşamba

PDF dosyası olarak ilk 5 bölüm


Merhaba,

İlk 5 bölümü PDF dosyası olarak aşağıdaki linkten indirebilirsiniz:

http://www.dosya.tc/server18/YDsrTC/BOLUM1-2-3-4-5.pdf.html

67


Gürol yine söz alarak günümüzde bu örnekteki durum oluştuğunda herkesin şüphe etmesi gerektiğini söyledi;  suikast gerçekten yapıldı mı, tetiği çeken kişi yakalandı mı, ifadesinde neler söyledi gibi konuları gerçekten bilmemize pek imkân olmadığını, kamuoyunu ikna etmek için öne sürülen savlara göre değerlendirmenin çoğu zaman boşa çıktığını belirtti. Çoğu komplonun gerçek sahiplerinin asla ortaya çıkmayacağı fikrine alışmamız gerektiğini söyledi.

Burcu bu durumda komplonun sonuçlarına göre akıl yürütmenin mümkün olup olmadığını sordu.

Ümit artık bu yöntemin de işe yaramadığını, sonuçların kimin faydasına olduğunun artık pek bir anlam ifade etmediğini ve komployu kuranın bu işten fayda sağlayan taraf olmayabileceğini söyledi. C ülkesi A ülkesinde kendisinin fayda görmeyeceği, B ülkesinin fayda göreceği bir komplo kurarak B’yi zor durumda bırakmak için hareket edebilirdi. Bu durumda kısa vadede B fayda sağlamış gibi görünür, ama okları üzerine çekeceğinden orta vadede zarar görebilirdi. Bu nedenle komploları çözmenin ancak uzun vadede mümkün olabileceğini söyleyen Ümit, çözebilmenin ön şartının da komplonun istenen sonucu elde etmesi olduğunu açıkladı. Bir komplo, örneğin bir suikast, başarılı olmuş ama komployu kuranın amacını gerçekleştirmesini sağlamamışsa mantık yürüterek çözmek mümkün olamazdı.

Burcu bu defa komplonun doğası bu kadar karmaşık, hatta çözülemez ise neden çözmeye çalıştığımızı sordu. Komplolar genelde gücü veya bilgiyi elinde bulunduranlar tarafından yapılıyorsa akıl yürütme yoluyla çözülemez, çünkü verilerin önemli bir kısmı gizlidir dedi.

Ümit komplo teorilerini bir nevi bulmaca olarak gördüğü için konuya ilgi duyduğunu itiraf etti.
Gürol politikada kullanıldığı için komplo teorilerini anlamak gerektiğini, kendisinin politikaya ilgisi nedeniyle komploları, en azından doğasını anlamak istediğini söyledi.

Ben komplo kurmanın insan zihninin en karanlık dehlizlerinden biri olduğunu söyleyerek insanı tanımak için onun her yaptığını çözmek gerektiğini, ayrıca komploların hayatımızı yönlendirmesinden rahatsız olduğumu anlattım. Ayrıca bu konuda tartışma açmamın bir de gizli sebebi olduğunu, bu tartışmaların çiftlik hakkında ortaya atılacak komplo teorileriyle baş etmek için bir nevi donanım sağlayacağını umduğumu söyledim.
Burcu o zaman komploya uğramamak için ne yapmak gerektiğini sordu.

Didem komplocular için değerli hiçbir şeye sahip olmamak bunun için yeterlidir dedi. Gürol itiraz ederek çiftlik gibi orta vadede olmasa da uzun vadede tehlikeli bir eğilim başlatabilecek bir yerin bile hedef seçilebileceğini söyledi. Sadece para, değerli kaynaklar veya gücün değil fikirlerin de komploya uğraması mümkündür dedi.

Ümit ise kendi aklına gelen tek çözümün açıklık politikası olduğunu söyledi. Örneğin çiftliğin muhasebe kayıtlarından bu toplantı kayıtlarına kadar her şeyi şeffaf biçimde halkın erişimine açarsa komploya uğrama ihtimalinin azalacağını, kendisi hakkında kurulacak komplolar karşısında da kendisini savunmasının daha kolay olacağını belirtti.

Toplantı sonunda bir süreliğine Aydın’daki çiftliğe gidip yardımcı olmam gerektiğini, bir süre toplantılara giremeyeceğimi söyleyip herkesle vedalaştım. Zabıt katipliği görevini ve elimdeki zabıtları Burcu’ya verdim.

10 Temmuz 2012 Salı

66


Ahlak sadece bir pazarlık raconu değildir, dedi Zeynep. O zaman kolayca ihlal edilebilir olurdu. Bana zarar vermesinler diye kimseye zarar vermeyen kişi ancak tüccar olabilir dedi. Ama insanların türdaşlarına neden iyi davranması gerektiği benim açımdan da açık değil, diyerek sustu.

Gülhan, belki de doğal olan budur diyerek hepimizi şaşırttı. Uzun zamandır çok sessizdi toplantılarda. Hayvanların da kendi türdaşlarını çok aşırı ve istisnai durumlar haricinde öldürüp yemediklerini söyledi. Liderlik mücadelesiyle öldürüyorlar birbirlerini en fazla, dedi, kurt sürüleri mesela aç kalınca köye veya şehre iniyor ama en zayıf olan kurdu yemiyorlar. Aynı türden olanların birlikte yaşaması, birbirinden güç alması demektir belki de; sürü olmazsan kolay av olursun. Sürüye doğada daha güçlü olmak için ihtiyacımız var, onlarla birlikte yaşamak birey olarak bizi de daha güçlü yapıyor.

Göktuğ bir şey diyecek gibi el kaldırdı Gülhan konuşurken, sonra “gerek kalmadı, boş verin” gibisinden bir el hareketi yaptı, Gülhan “sözüm bitti” dedikten sonra da söz almadı (bunu niye yazdım bilmiyorum, ses kaydında görülmez diyedir belki).

Akın ilk toplantılardan birinde ilk biz bulduk diye düşünerek çok eğlendiğimiz o cümleyi tekrarladı: “Ahlak, kendiniz için değil karşınızdaki için doğru olanı yapmaktır” dedi ve eğer yalnız kalmak ve toplumla bağı olmasın istiyorsa bir insanı rahat bırakmak en doğrusu değil midir diye sordu. Herkes bir şeyler söyledi ama buraya yazmaya değer bir cevap bulamadık. Gülhan’ın çay koymak için kalkıp gitmesiyle toplantı fiilen sona ermiş oldu.

 * * *

TOPLANTI TUTANAĞI - 8

Tarih: XX.XX.XXXX

Saat: 21.15

Grup: Komplo Teorileri

Katılımcılar: Bülent (ZK), Burcu (M), Arda, Ümit, Gürol, Didem, Mustafa, İbrahim, İsmail

Genel tutanak notları: 2012 itibarıyla tüm toplantıların sesli kaydı alınmaktadır, bu nedenle yazılı tutanaklar artık sadece özet mahiyetinde ve bilgilere kolay erişim sağlama amaçlıdır. Konuşmacıların tüm sözleri kayda geçirilmez, zabıt kâtibinin uygun gördüğü biçimde özetlenir. Tutanak tüm katılımcılar tarafından okunup onaylandıktan sonra nihai halini alır. Katılımcıların notları ve itirazları metnin sonuna eklenir veya metnin içine parantez içinde yazılır.

İçerik: Burcu moderatörlüğü isteyen birine devretmeye hazır olduğunu söyleyerek söze başladı, gönüllü çıkmayınca ilk sözü Gürol’a verdi.

Gürol bugüne kadar komplo teorilerinin doğasını incelediğimizi ve A-B-A-B kuralını çok makul bulduğunu söyledi. Ancak komplolar konusunda göz ardı ettiğimiz bir konunun da dezenfermasyon olduğunu ve sokaktaki adamın elde doğru tek bir veri olmadan komplo teorilerini çözmesinin imkânsız olduğunu anlattı. Gazetelerde ve diğer medyada verilen haberlerin doğruluğuna güvenilmediği sürece komplo teorileri üzerinde konuşmanın vakit kaybı olduğunu söyledi.

Burcu A-B-A-B kuralını bilmediğini söyledi, ben kısaca açıkladım (bkz. İlk toplantının raporu). Ses kaydından aynen deşifre ediyorum:

Bülent (21.25): “Diyelim ki A ülkesinde bir saldırı, mesela bir suikast oldu. A hemen der ki bu saldırıyı B düzenledi, bu suikasttan en büyük faydayı görecek olan B’dir. B kendisini savunarak kendilerinin bu suikasttan haberdar olmadığını, A'nın B’yi suçlamak veya kötü duruma düşürmek için bu suikastı kendisinin planladığını hatta bunun B’ye bir saldırı olduğunu iddia eder. A bu durumda, B’ye saldırmak istese çok daha güçlü ve dürüst biçimde saldıracağını, B'nin kendisine saldırıldığını iddia edebilmek için suikast düzenlediğini söyler. Bu tenis maçı böyle sürer gider, A-B-A-B diye devam eder. Hatta bazen C ülkesi de işin içine dâhil olur, A’nın B’yi suçlaması için A ile bir derdi olmayan ama B ile çok derdi olan C’nin bu işi planladığı iddia edilir. İsterse 10 tane ülke girsin, komplonun temel amacı artık o suikast değil, onun yaratacağı dalgalar haline gelmiştir. Sözüm bitti."

9 Temmuz 2012 Pazartesi

65


Akın, ister yemek-korunak-altyapı hizmetleri olsun, ister dil ve bilinç olsun, kendi talep etmediğimiz şeyleri bize zorla veren, hatta dayatan topluma karşı bir borcumuz olmadığında ısrarcıydı. İnsanlar belirli bir olgunluğa ulaştıktan sonra hâlâ düzenle bağlı olmak isterse o zaman elbette topluma karşı borçları olacağını söyledi, örneğin şehir merkezinde güzel bir evde oturmak isteyen elbette düzen içinde çalışmak ve para kazanmak, uyum sağlamak zorundaydı. Ancak kendi başına kalmak istiyorsa topluma olan bütün borcu çöp vergisi ve elektrik ile su faturalarıyla sınırlı olmalıydı. Ne düzeni korumakla, ne güvenliği sağlamakla, ne de uyumlu olmakla görevliydi.

Hasan bu noktada bir soru sordu; eğer bu kişinin içinde bulunduğu ülke bir felaket yaşarsa bu kişi ne yapacaktı? Mesela kuraklık veya savaş gibi bir durumda diğerleriyle birlikte hareket etmez miydi?

Akın bunun tamamen kişiye bırakılması gerektiğini söyledi, ister sadece kendi topraklarını savunur, isterse diğerleriyle birlikte hareket ederdi. Ama birlikte hareket etme konusunda ahlaki bir yükümlülüğü yoktu.

Hasan bunun ahlaki bir sorumluluk olduğunda ısrar etti. Dışarıdakiler açken bir ambar dolusu buğdayı varsa ve “topluma borcum yok” diyerek bunları paylaşmazsa bunun yanlış olacağını söyledi.

Zeynep söze girerek bir ambar dolusu buğdayı aç türdaşlarıyla paylaşmayan insanın cimrilik yapmış olacağını ama ahlaki yükümlülüğün topluma karşı değil türdaşlarına karşı olduğunu söyledi. Hasan ‘türdaşlar’ ile ‘türdaşlardan oluşan toplum’ arasında nasıl bir fark olduğunu sorunca Zeynep toplumun ayrı bir sistem olduğunu söyledi. Elbette insanlardan oluşuyordu ama o insanların toplamından farklı bir şeydi. ‘Nasıl farklı?’ sorusuna yanıt vermekte zorlanınca ben devreye girdim.

“Toplum” dedim, “bir grup insanın birlikte yaşamasından, hatta birlikte hareket etmesinden daha fazlasıdır. Toplumun insanlar tarafından belirlenmiş kendi kuralları vardır elbette, ama daha ilginci toplum bir ‘canlı’ gibi davranır. Bir iradesi, istekleri, kaprisleri vardır. Ona boyun eğersin. İçinde doğduğun için onu sorgulanamaz, değiştirilemez, birlikte yaşamaya zorunlu olduğun bir düzen gibi algılarsın. Anne gibidir."

Hasan ise toplumun diğer insanların kurduğu bir düzenden fazlası olmadığında ısrarcıydı. Esas sorunun bir insanın diğer bir insana karşı ne gibi bir sorumluluğu olduğunu belirlemek olduğunu düşünüyordu. Belki de ahlakın temelini sorgulamak için insanın diğer insanlara ve içinde yaşadığı doğaya karşı olan sorumluluklarını incelemek gerekiyor dedi. "Bir insan diğerini öldürmemelidir, çünkü..." dedi Hasan, "gerisini siz tamamlayın hadi! İşin içine Tanrı'yı sokmadığında bu çok da kolay değil. Ben diğer insanları seviyorum, ama bu sevgimin doğasını anlayamıyorum. Diğer insanları neden seviyorum ben? İçgüdü mü, çoğalma ve korunma isteği mi bu? Hayatta kalmamın onlara bağlı olmasından mı? Benden kuvvetsiz birini öldürürsem bir gün benden kuvvetli biri de beni öldürür diye mi?"

Muammer hayatta kalma içgüdüsünün çok kuvvetli olduğunu, ancak bugün bizim diğer insanlar hakkındaki hislerimizin öğretilmiş olduğunu söyledi. Bize atalarımız tarafından karmaşık bir duygunun öğretildiğini, bu duyguyu analiz etmenin çok zor olduğunu anlattı; ilk bir araya gelen insan topluluklarının çok daha bağımsız, birlikte yaşamaya bilinçli olarak karar vermiş insanlardan oluştuğunu, bizim ise başka türlüsünü hayal bile edemeyecek kadar uzun süredir birlikte yaşayan insanların çocukları olduğumuzdan bahsetti. Şu anda birlikte yaşayan 100 kişi olarak iradeye dayalı bir toplum kurduğumuzu, ana üzerinde yaşadığımız ülkenin toplumuyla olan bağlantılarımızın bu kadar basit olmadığını söyledi.

Ben yine araya girerek tartışmayı teorik bir zemine çekmeye çalıştım. Bugünkü toplumun bize öğrettiklerini bir kenara bırakıp iki insanın ilişkisini anlamaya çalışalım dedim. Birbirlerine zarar vermeleri akıllıca olmazdı, çünkü karşılarında kendileri gibi akıllı bir rakip vardı ve hayatta kalmaları gerekiyordu. Birlikte hareket ederlerse kendilerini korumaları daha kolaydı, bunların hepsini kabul ettim. Ama insanın ‘insan’ olmak için başkalarına ihtiyaç duymasının daha temel bir mesele olduğunu söyledim. İlkel insan ne olduğunu anlamak için de diğerlerine ihtiyaç duyuyordu. Ayrı bir varlık olarak kimliğinin oluşması için başka insanlara ihtiyacı vardı. Yani sadece fiziksel değil, aynı zamanda düşünsel olarak da diğerleri onun için gerekli ve bu yüzden de önemliydi.

8 Temmuz 2012 Pazar

64


Hakan orman benzetmesini beğendiğini, ancak öncelikle çiftliğin yapacağı bir devrimden çok genel olarak 21. Yüzyılda yapılacak ve idealist bir devrimin teorisinin tartışıldığını hatırlatmak istediğini söyledi. Kendi düşüncesine göre sosyal medya üzerinden birbirini etkileyen kişilerin birlikte hareket edebileceğini, ancak bunun gerçek ve kapsamlı bir devrime neden olmayacağını belirtti. Böylesi bir hareket ile değişim sağlanabileceğini kabul ettiğini söyledi.

Hilal bu durumda devrimde ısrar etmenin sebebini sordu. Eğer kalabalıkların hep birlikte değişimler yapması mümkünse devrim neden gerekli olsun sorusunun önümüzdeki toplantıda tartışılmasına karar verildi.

Esra bir sonraki toplantıda zabıt kâtipliğini üstlenemeyeceğini söyledi, katibin tartışmalara katılamamasından şikayet etti.

* * *

TOPLANTI TUTANAĞI - 69

Tarih: XX.XX.XXXX

Saat: 21.00

Grup: Felsefe

Katılımcılar: Lütfiye (ZK), Hasan, Gülhan, Göktuğ, Zeynep, Muammer, Mehmet (B), Akın

Genel tutanak notları: 2012 itibarıyla tüm toplantıların sesli kaydı alınmaktadır, bu nedenle yazılı tutanaklar artık sadece özet mahiyetinde ve bilgilere kolay erişim sağlama amaçlıdır. Konuşmacıların tüm sözleri kayda geçirilmez, zabıt kâtibinin uygun gördüğü biçimde özetlenir. Tutanak tüm katılımcılar tarafından okunup onaylandıktan sonra nihai halini alır. Katılımcıların notları ve itirazları metnin sonuna eklenir veya metnin içine parantez içinde yazılır.

İçerik: Fatma bugün kendini kötü hissettiği için toplantıya gelmedi. Umarım son toplantıdaki tartışmalar yüzünden kızgın değildir. Bugün nedense uzun zamandır konuşmadığımız insanın diğer insanlara karşı görevleri konusuna döndük. Sanırım Roninlerin ortalıkta dolaşması nedeniyle, emin değilim. Akın kişinin topluma karşı tek görevinin onlardan uzak durmak olduğunu söyledi, seçmediği bir ortamda doğan ve seçmediği bir uygarlığın kurallarına göre eğitilip bir bilinç sahibi yapılan kişinin topluma bir borcu olmadığından emin kendisi.

Göktuğ’un “ilk soru nedir?” konusuna dönme talebinin eğer bir öneri sorusu yoksa reddedileceği söylendi, o da şimdilik olmadığını söyledi. Ama aklında bir soruyu evirip çevirdiğini (ne demekse) ve kesinleştirdiği zaman hemen söylemek istediğini söyledi, bu isteği kabul edildi.

Hasan konuya dönerek insanın ‘insan’ olmasını topluma borçlu olduğunu söyledi; istemese de kendisini oluşturan toplumla kuvvetli bağlara sahip olduğunu ve bunu yok sayarsa ahlaken yanlış yapacağını söyledi.

Ben “kendisini oluşturan toplum” lafına itiraz ederek yeni bir din, bir dogma mı yaratmak istediğini sordum. Çok kızdı, insan bilinci denen şeyin kelimelerden oluştuğunu, kelimelerin ise iletişim tarafından oluşturulduğunu söyledi. Ona göre toplumla insan arasındaki ilişkiyi reddedemezdik, bu bir dogma değil bir olguydu.

Olgular konusuna girmekte ısrar ederse onu derin sulara çekeceğimi söyleyerek tehdit ettim, konu uzamadı. 'Olgu' kelimesinin tartışmaları kesmek için sihirli kelime olarak kullanılmasından sıkıldığımı söyledim, ancak haklı olduğunu kabul ettim.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

63


Hilal bu fikrin eski usul olduğunu, artık insanların bir sisteme boğun eğmemek için bir devrimci komiteye boyun eğmeyeceğini söyledi. Suya atılan taşın, dalgalara liderlik yapma görevi ve hakkı olmadığını, değişimin bir dalga gibi yayılacağını, insanların inisiyatif sahibi olmazsa dalgalara katılmayacağını anlattı. Bu yüzden de dirsek temasından çok suya atılacak taşa, taşın büyüklüğüne, hızına ve suya giriş açısına, yani tetikleyecek olaylara odaklanmak gerektiğini söyledi.

Gamze bu fikre karşı çıktı ve başarılı olmak için planlı hareket edebilmenin ve devrimcilerin birbirine tam olarak güvenebilmesi gerektiğini söyledi. Gamzenin düşüncesini anlatmak için verdiği orman örneği ses kaydından aynen deşifre edilmiştir:

“Gamze (22.15): Demek istediğimi şöyle anlatabilirim belki. Diyelim ki bir ormandayız. 75 milyon Türkiyeli ormanın içinde yaşıyoruz. Ormandaki bazı ağaçlara bir hastalık bulaştı ve onları kesip ormanı kurtarmamız gerekiyor. Birileri çıkıp twitter’da: ‘Üzerinde kırmızı lekeler görünen ağaçlar hastalıklıdır, onları imha etmemiz lazım’ dese, bunu 3 gün içinde milyonlarca kişi okusa ve makul bulsa sizce ne olur? Orman mı kurtarılır yoksa bir ay sonra her yer Konya Ovası'na mı döner? Hangi büyüklükteki kırmızı lekelerin tehlikeli olduğunu bilmeyen, ağaçları nasıl imha edeceğinden emin olmayan bir sürü insan ormana dalar. Bazısı mikrop bulaşmasın diye lekeli ağaçları yakmaya çalışır, bazısı kesmeye çalışır. Birbirinden habersiz ormana daldıkları için yangınlarda birbirlerini yakarlar, ağaçları kesip birbirlerinin üzerine devirirler. Kendi elleri kesmeleri veya yakmaları da cabası. Kurtarılabilecek ağaçları da keserler, emin olmak için turuncu lekelileri ve üzerinde kırmızı boya olan ağaçları da keserler. Hatta ne olur ne olmaz diye mavi lekelileri de keserler. Bazıları 'zaten bu orman kurtulmaz' diyerek komple ormanı yakmaya çalışır, bazıları ‘bizim buralardaki kırmızı lekeli ağaçları sadece biz kesebiliriz’ diye kendi bölgesinin sınırlarını çizmeye çalışır. Üstelik kırmızı lekeli ağaçların tehlikesine inanmayanlar tüm bu yanlışları görüp kırmızı lekeli ağaçları korumaya çalışırlar. Sanırım ne demek istediğimi anlıyorsunuz. (Bir dakikaya yakın sessizlik)

Bence bizim çiftlik bu konuda bir çözüm olabilir, zaten o yüzden geldim ben buraya. Biz Pamukova’daki 3-5 dönüm bir alanda acemice de olsa hangi ağaçların nasıl kesilmesi gerektiğine dair bir model oluşturabiliriz. Eğer bir gün bir taş olup denizde bir dalga yaratacaksak bile taşın ağırlığını, hızını, ne zaman, nereye ve hangi açıyla atılması gerektiğini çok iyi hesaplamamız lazım. Ben suya taş atmaya karşıyım, o ayrı. Sözüm bitti."

Gamze’den sonra söz alan Hakan ormancıların birbirini tanıması, neyi nasıl yapacaklarını bilmesi gerektiği fikrine katıldığını söyledi. Sorunu nasıl çözeceğini öğrenen ormancı diğerlerine bu çözümü şahsen öğretirse çevreye zarar verilmeyeceğine inandığını ifade etti.

Onun arkasından söz alan Hilal de orman benzetmesini beğendiğini söyledi. Aynı örnek üzerinden fikrini açıklayabileceğinden emin olduğunu söyleyerek kendi bakış açısını anlattı, bu konuşma da ses kaydından aynen deşifre edilmiştir:

“Hilal (22.35): Diyelim ki dediğiniz gibi bir ormandayız. Ormandaki ağaçların bazıları mutasyon geçirdi ve çok hızlı büyümeye, insanların kullandığı kaynakları sömürmeye ya da tüketmeye başladı. Bu ağaçların da diyelim kırmızı lekeleri var. Yine diyelim ki bu ağaçların imha edilmesi için bir yol bulduk, kırmızı lekeli olanların bizim için tehlikeli olduğunu fark ettik. Bu durumda hayatı gitgide zorlaşan tüm insanları nasıl göz ardı edebiliriz? Onlara bu ağaçlardan kurtulmaları gerektiğini söylemezsek nasıl insanlar oluruz, aynaya nasıl bakabiliriz? Hem onların bu ağaçları kesmek için bizden daha iyi, daha güvenilir bir yola sahip olmadığını nereden bileceğiz? Biz bu dünyadaki en zeki 100 kişi değiliz ki! Olsak bile başka bir yerde canı daha çok yanan bir kişi belki daha iyi bir çözüm bulabilir, 75 milyon kişi elbette 100 kişiden daha iyi bir çözüm bulur. Ormanı komple yakmaları ve Konya Ovasına döndürmeleri riskini elbette anlıyorum, ama bu korkuyla insanları kırmızı lekeli ağaçlara da mahkûm edemez gerçek bir devrimci. Devrimin gücü, bence elbette, fikrin veya eylemin mükemmelliğinden değil geniş kitlelerce benimsenmesinden gelir. Sözüm bitti."

2 Temmuz 2012 Pazartesi

62


BÖLÜM 5

TOPLANTI TUTANAĞI - 17
Tarih: XX.XX.XXXX
Saat: 21.00
Grup: Devrimciler
Katılımcılar: Hakan, Ahmet, Batuhan, Mehmet, Atilla, Gamze, Dilek, Hilal, Kemal, İbrahim, Esra (ZK), Alev

Genel tutanak notları: 2012 itibarıyla tüm toplantıların sesli kaydı alınmaktadır, bu nedenle yazılı tutanaklar artık sadece özet mahiyetinde ve bilgilere kolay erişim sağlama amaçlıdır. Konuşmacıların tüm sözleri kayda geçirilmez, zabıt kâtibinin uygun gördüğü biçimde özetlenir. Tutanak tüm katılımcılar tarafından okunup onaylandıktan sonra nihai halini alır. Katılımcıların notları ve itirazları metnin sonuna eklenir veya metnin içine parantez içinde yazılır.

İçerik: Toplantıya, geçen hafta karara bağlanamayan “dirsek teması” kavramı üzerinden devam edildi. Hakan geçen hafta olduğu gibi başarılı ve kalıcı bir devrim için devrimcilerin dirsek teması içinde olması gerektiğini söyledi. Birbirini şahsen tanımayan, görüşmeyen, yardımlaşmayan ve sıkı ilişkiler kurmayan bireylerden oluşan gevşek yapıların birlikte hareket edemeyeceğini belirtti.

Alev söz aldı ve gerçek bir devrimlerin çok büyük kalabalıklarla başarıldığını ve dirsek teması ile böylesi kalabalıklar elde edilemeyeceğini, birbirini tanımasa da ortak bazı amaçları olan kişilerin birbirini tanımasa, hatta birbirinden haberdar olmasa bile birlikte çalışıp başarılı olabileceğini söyledi. Ayrıca sıkı örgütlenmelerin hiyerarşiler yarattığını ve katılımı kısıtladığını belirtti. Yeni sosyal medya olanakları ile ortaya çıkan hareketlerin çok çabuk bir destekçi kitle elde edebileceğini, bu kişileri dirsek temasına sokmak ile vakit kaybetmenin anlamsız olduğunu da söyledi.

Hakan bu noktada itiraz ederek bilinçsiz biçimde aynı yöne doğru hareket eden kalabalıkların devrim yapmadığını, sadece geçici yıkımlara ve kaosa neden olduğunu söyledi. Patrona Halil isyanını buna örnek gösterdi.

Dilek söz alarak sosyal medyada eğilim yaratma ve yönlendirme konusunun çok önemli olduğunu, Bülent'in bir sonraki toplantıda bu konuyu tartışmak için katılmasını önerdi. Hakan Bülent’in bir süre Aydın’a gideceğini, geldiği ilk toplantıda bu konuda yardımcı olabileceğini söyledi.

Alev neden Bülent'in gittiğini, buna kimin karar verdiğini sordu. Hakan kararın kendisine ait olduğunu, Aydın'daki çiftliğin idari işler konusunda kendisinden geçici bir yardım istediğini, kendisinin işleri nedeniyle gidemediğini ve bu konudaki kendisinden sonra en tecrübeli kişiyi gönderdiğini söyledi.

Alev böylesi kararların nasıl tek bir kişi tarafından alındığını anlamadığını söyledi. Çiftlikten çıkmayı gerektiren böylesi bir görev için neden gönüllülük esasına göre davranılmadığını ve Bülent'in ne zaman gideceğini sordu. Yarın gideceğini öğrenince sinirlendi; buna hakkı olmadığını söyleyerek Hakan'a kızdı. Hakan ise konudan sapmak yerine bunu sonra konuşmayı önerdi. Alev tartışmakta ısrar edince Hakan oylama talep etti. Alev ise Bülent'in gidişi konusunda yapılmayan oylamanın şimdi yapılmasını anlayamadığını söyleyip toplantıdan çıktı.

Alev çıktıktan sonra Hakan onun haklı olabileceğini kabul etti, ancak bu kadar sinirlenmeyi doğru bulmadığını belirtti. Batuhan’ın “belki kendisi gitmek istiyordur” şeklindeki yersiz şakası hep birlikte kızıldı, konuya geri dönüldü.

Atilla dirsek teması konusunda Alev ile aynı fikirde olduğunu söyleyerek Arap Baharı’nı örnek gösterdi. Dirsek teması ile oluşturulacak bir devrimci grubun 3-4 nesilden önce adının bile duyulmayacağını belirtti.

Hakan her devrimde ne yaptığı bilen, gündemini belirlemiş, hedeflerini oluşturmuş bir irade makamı olması gerektiği konusundaki görüşünü yineledi (bkz. geçen hafta). Bunun mutlaka bir hiyerarşi anlamına gelmediğini, en demokratik sistemlerde bile neyin oylanacağına birilerinin karar verdiğini söyledi.