O günden sonra da, bu olay her yeni
gelene anlatıldığından mıdır nedir, bu konudaki otoritemi sorgulayan olmadı.
Sevda hariç. O her akşam, kışın yatağımızın, yazın ortada yanan ateşin
sıcaklığında vicdan azabı gibi o günü sorup duruyor bana; bunu neden böyle
yaptın, şunu neden şöyle yaptın diye. Bana ilgisinden midir bilmiyorum, günümün
nasıl geçtiğini sorup bırakmıyor sadece – çünkü ben çok anlatan biri
değilimdir. “Nasıl geçti günün?” dendiğinde “İyi” derim genelde, tek kelimeden
uzun cevabım olmaz. Bunun bir dürtme, bir konuşma başlatma sorusu olduğunu
bilirim de anlatacak bir şey bulamam, o gün başımdan geçenler bana ilginç,
anlatmaya değer şeyler gibi gelmez. Kendimi sakladığımdan, paylaşımcı
olmadığımdan falan da değil ha, neyi paylaşacağımı, nasıl paylaşacağımı
bilmediğimden oluyor bunlar hep. Kafamın içindeki sesi ne zaman dışarı vermem
gerek bilmiyorum.
Ama Sevda kısa süre içinde benim
sessizliğimi nasıl aşacağını çözdü; bir gölge sekreter gibi bir sonraki günün
programını öğreniyor, akşamına da her birini tek tek soruyor. Bununla da
kalmayıp gündüzleri topladığı haberleri bana anlatıyor, hele benimle ilgili bir
olay varsa ne yaptığımı veya yapacağımı soruyor. Başlarda bu on dakikalık
konuşmalar garibime gitse de şimdi alışmaya başladığımı itiraf etmeliyim. Hem
bizi beklemediğim kadar yakınlaştırıyor, hem de günün sonunda kendi kendime
yaptığım değerlendirmeleri daha çekilir kılıyor. Kendi kendime yaptığım
değerlendirmelerde acımasız olurken onun uyarılarıyla kendime biraz daha fazla
merhamet gösteriyorum denebilir.
Bütün bu annelik işlerinden başka bir
şey yapmıyor musun diyebilirsiniz bana, kendin için ne yapıyorsun diye sorabilirsiniz.
O röportajdan sonra fikirlerim değişti diyebilirim; en azından artık
medeniyetin çöplüğü olduğumuzu düşünmüyorum. Evet, hepimiz mevcut düzenin çarklarına
kolumuzu, bacağımızı hatta kafamızı kaptırdık, yaralıyız. Ve evet, bizim bir
devrim başlatmaya yetecek gücümüz yok. Ama bir devrimin nasıl yapılması gerektiğini,
bugünün şartlarında dünyanın nasıl değişeceğini düşünmek için optimum şartlara
sahibiz. Bağımsız düşünmek için gerekli ortama sahibiz, elimizde ufak da olsa
teoriyi pratiğe dönüştürecek bir uygulama alanı ve grubu var, en önemlisi de
değişim konusunda homurdanmak yerine hayatını değiştirmiş, düzenden şikâyetçi
insanlardan oluşuyoruz. Devrimi yapamasak da manifestosunu biz yapabiliriz diye
umut ediyorum; tek eksiğimizin bir lider, manifestonun ilk cümlesini yazacak bir
deha olduğunu düşünüyorum. O kişi maalesef ben değilim, Alev değil, Buket
değil, Uğur ile Bülent de değil; biraz Berk’ten ümitliyim…
Bir gün belki Berk, belki başka biri,
belki burada doğan bir çocuk benim aradığım sorunun cevabını bulacak. Devrim
grubunda yaptığımız tartışmalarda tek bir konuda bile uyum sağlayamıyor olmamız
moralimi bozmuyor; devrimin ancak kanlı olacağını söyleyenlerle demokratik
devrimden yana olanların tartışmalarından çıkacak kıvılcımı sabırla ve
iyimserlikle bekliyorum.
Benim kendime sorduğum sorunun tek ve
herkes için geçerli bir yanıtı olmadığını elbette biliyorum, istediğim türde
idealist bir devrim için en az birkaç nesil sürecek bir bilinçlenmeye muhtaç
olduğunu da. Ama doğrunun ışığı parladığında eminim o ışığa gelenler olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder