6 Haziran 2012 Çarşamba

40


O günden sonra da, bu olay her yeni gelene anlatıldığından mıdır nedir, bu konudaki otoritemi sorgulayan olmadı. Sevda hariç. O her akşam, kışın yatağımızın, yazın ortada yanan ateşin sıcaklığında vicdan azabı gibi o günü sorup duruyor bana; bunu neden böyle yaptın, şunu neden şöyle yaptın diye. Bana ilgisinden midir bilmiyorum, günümün nasıl geçtiğini sorup bırakmıyor sadece – çünkü ben çok anlatan biri değilimdir. “Nasıl geçti günün?” dendiğinde “İyi” derim genelde, tek kelimeden uzun cevabım olmaz. Bunun bir dürtme, bir konuşma başlatma sorusu olduğunu bilirim de anlatacak bir şey bulamam, o gün başımdan geçenler bana ilginç, anlatmaya değer şeyler gibi gelmez. Kendimi sakladığımdan, paylaşımcı olmadığımdan falan da değil ha, neyi paylaşacağımı, nasıl paylaşacağımı bilmediğimden oluyor bunlar hep. Kafamın içindeki sesi ne zaman dışarı vermem gerek bilmiyorum.

Ama Sevda kısa süre içinde benim sessizliğimi nasıl aşacağını çözdü; bir gölge sekreter gibi bir sonraki günün programını öğreniyor, akşamına da her birini tek tek soruyor. Bununla da kalmayıp gündüzleri topladığı haberleri bana anlatıyor, hele benimle ilgili bir olay varsa ne yaptığımı veya yapacağımı soruyor. Başlarda bu on dakikalık konuşmalar garibime gitse de şimdi alışmaya başladığımı itiraf etmeliyim. Hem bizi beklemediğim kadar yakınlaştırıyor, hem de günün sonunda kendi kendime yaptığım değerlendirmeleri daha çekilir kılıyor. Kendi kendime yaptığım değerlendirmelerde acımasız olurken onun uyarılarıyla kendime biraz daha fazla merhamet gösteriyorum denebilir.

Bütün bu annelik işlerinden başka bir şey yapmıyor musun diyebilirsiniz bana, kendin için ne yapıyorsun diye sorabilirsiniz. O röportajdan sonra fikirlerim değişti diyebilirim; en azından artık medeniyetin çöplüğü olduğumuzu düşünmüyorum. Evet, hepimiz mevcut düzenin çarklarına kolumuzu, bacağımızı hatta kafamızı kaptırdık, yaralıyız. Ve evet, bizim bir devrim başlatmaya yetecek gücümüz yok. Ama bir devrimin nasıl yapılması gerektiğini, bugünün şartlarında dünyanın nasıl değişeceğini düşünmek için optimum şartlara sahibiz. Bağımsız düşünmek için gerekli ortama sahibiz, elimizde ufak da olsa teoriyi pratiğe dönüştürecek bir uygulama alanı ve grubu var, en önemlisi de değişim konusunda homurdanmak yerine hayatını değiştirmiş, düzenden şikâyetçi insanlardan oluşuyoruz. Devrimi yapamasak da manifestosunu biz yapabiliriz diye umut ediyorum; tek eksiğimizin bir lider, manifestonun ilk cümlesini yazacak bir deha olduğunu düşünüyorum. O kişi maalesef ben değilim, Alev değil, Buket değil, Uğur ile Bülent de değil; biraz Berk’ten ümitliyim…

Bir gün belki Berk, belki başka biri, belki burada doğan bir çocuk benim aradığım sorunun cevabını bulacak. Devrim grubunda yaptığımız tartışmalarda tek bir konuda bile uyum sağlayamıyor olmamız moralimi bozmuyor; devrimin ancak kanlı olacağını söyleyenlerle demokratik devrimden yana olanların tartışmalarından çıkacak kıvılcımı sabırla ve iyimserlikle bekliyorum.

Benim kendime sorduğum sorunun tek ve herkes için geçerli bir yanıtı olmadığını elbette biliyorum, istediğim türde idealist bir devrim için en az birkaç nesil sürecek bir bilinçlenmeye muhtaç olduğunu da. Ama doğrunun ışığı parladığında eminim o ışığa gelenler olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder