27 Haziran 2012 Çarşamba

PDF dosyası olarak ilk dört bölüm

Merhaba,

İlk dört bölümü pdf olarak aşağıdaki adresten indirebilirsiniz:

http://s2.dosya.tc/server17/rrs2Uo/BOLUM1-4.pdf.html

61


“Yok yahu,” dedi Bahadır, “onlar bizim peşimize düşmez pek. Bizim zaten bir inisiyatifimiz, bölge için oradakilerle birlikte ve araştırma yaparak hazırladığımız 3 de projemiz var; stratejik plana ve bölge kalkınma planına uygun. Bu projelere göre bir hibe bulursak uğraşırız, onun dışında bu işlere hiç vakit ayırmıyoruz. Boş verin bunları ya, esas müjdeyi vereyim size!”

“Neymiş o müjde?” diye sordu Lütfiye.

“Bizim çiftlikte bir hamile var, 7 aylık. İlk çiftlik çocuğu bizden çıkacak kısmetse!”

Masanın etrafındaki herkesin yüzü gülüyordu. Bahadır'ı tebrik etmeye giriştiler:

“Ne güzel haber bu,” dedi Lütfiye, “oğlan mı kız mı?”

“Oğlan, ama daha adı belli değil. Annesiyle babası her gün fikir değiştiriyorlar!"

“Biz de ilk düğünü yaparız belki!” dedi Hakan. “Biliyorsun Sevda ile nişanlıyız, daha dün resti çekti Sevda!"

Sevda: “E öyle ama,” dedi gülerek, “bugüne kadar düğün kelimesini bile kullanmıyordun. Tehditler işe yaramış demek ki! Şimdi bir işimiz kaldı, ağzından bir de tarih almak.”

“O kolay,” dedi Hakan, “köylük yerde düğün hasattan sonra olur, Eylül’e yetiştirebilir misin gelinliği?”

Sevda Hakan’ın yüzüne inanmayan gözlerle baktı: “Ciddi misin sen? Yetişir herhalde.”

Lütfiye ve Bahadır ayağa kalkıp gelini ve damadı tebrik etmeden duramadı. Lütfiye her ikisinin de elini sıkıp tebrik etti, Bahadır ise Hakan’la kucaklaştı, sonra da Sevda’ya elini uzattı:

“Bu tarih belirleme hususunda biraz katkım olduysa ne mutlu bana” dedi. “Şimdiden tebrik ederim!”

"Teşekkürler," dedi Sevda nazikçe. Ancak gözleri Hakan'ın gözlerinden ayrılmıyordu. Lütfiye bunu görünce Bahadır'ın koluna girdi:

“Gel seni orkestramızla tanıştırayım,” diyerek onu Roninlerin yanına doğru sürüklemeye başladı. "Hem de birkaç gerçek Ronin görürsün. Ama bu kelimeyi kullanma, kızıyorlar!"

İkisi gülerek uzaklaşırken Sevda hâlâ Hakan’ın gözlerine bakıyordu. Konuşmadılar, konuşamayacak kadar mutlu görünüyorlardı.

26 Haziran 2012 Salı

60


Sevda sonunda bitirdiğinde kafasını kaldırdı:

“Sizden nefret ediyorum!" dedi, ama sesi öfkeli olmaktan çok üzgündü. "Hepinizden! Dünya sizin çevrenizde dönüyor sanıyorsunuz. Duymak istediğiniz şeyler söylenmediğinde ne söylendiğini umursamıyorsunuz bile! Öyle değil mi? Sen Burcu'nun özür dilemesini, sana haksızlık ettiğini söylemesini bekliyorsun yıllardır. O ümitle açtın mektubu, değil mi?" Başını salladı Uğur. “Ama o başka şeyler anlatmış sana, bütün bir hayatın başına yıkıldığını, enkazın altından zor canlı çıktığını anlatmış. Oysa senin duymak istediklerin bunlar değil, öyle ya! Kadıncağız ne yaşamış, sana ne anlatmak istiyor, umurunda değil! O Allah’ın belası gururunu okşayacak bir şeyler okumak istiyorsun. Senin asla cesaret edemediğin şeylere cesaret etmiş o, yenilmiş üstelik. Ya da yenilmediyse bile yıkılmış, yeniden ayağa kalkmaya çalışıyor. Bir anlamda sana tutunmak istiyor. Ama senin tüm istediğin sevgine karşılık görmek! Bu kadını gerçekten sevmiş olsan onun için üzülürdün! Sen sevgi falan istemiyorsun, sen bir köle istiyorsun kendine. Hepiniz bir köle istiyorsunuz. Oyun iki kişilik olduğunda hâlâ tek kişilikmiş gibi, kendi kurallarınızla devam etmek istiyorsunuz; size ‘artık iki kişilik düşünmen lazım’ dendiğinde de ‘beni değiştirmeye çalışıyor' diye feryat ediyorsunuz. Siz gerçekten sevgi falan istemiyorsunuz, seks istiyorsunuz, şefkat istiyorsunuz, sizin iradenize karşı çıkmayacak, size teslim olacak birini istiyorsunuz. 21. yüzyılda kadınlarla ‘başa çıkamayışınızın’ nedeni de bu işte! İki kişi, iki insan, iki özne arasındaki ilişkiyi beceremiyorsunuz!”

Cevap beklemiyordu bu dediklerine, karşı tarafın da cevap verecek hali kalmamıştı. Dönüp mutfağa girmek üzere yürürken birden durdu, geri döndü:

“Üstelik mektubu doğru okumayı bile becerememişsin Uğur efendi! Sevgi sözcükleri bekliyorsun, özür bekliyorsun, bunlar yok orada, o doğru. Ama Burcu seni yine de önemsiyor. Seni umursamasa sana neden kızsın bu kadar, neden bir mektup yazsın oturup, Neden fırçalasın seni? Sana âşık değil artık, o kesin. Ama belki aradığın şefkati verebilecek tek kişi de o. Sen ise zavallı yaralı annesine ‘bana ne, ben oyuncağımı istiyorum!’ diye tutturan yaramaz çocuklar gibisin. O kadını hak etmiyorsun sen!"

“Bu lafları da hak etmiyorum ama." diye beklenmedik bir cevap verdi Uğur. “Bir kelimelik dahi bir açıklama olmadan terk edilmeyi de hak etmiyorum. Başıma neler geldiğini bilmiyorsun. Onun bana neler yaptığını bilmiyorsun. Bir açıdan haklı belki, terk edildikten sonra kadın milletinden umudumu kestim ben. Erkekler hakkındaki genellemelerin çok güzel geliyordur eminim kendi kulağına, ama bir de ben başlarsam susturamazsın beni. O yüzden boş ver!"

Sevda cevap vermedi, arkasını dönüp gitti. Uğur ise Bülent’e döndü: “Demek beni hâlâ umursuyor,” dedi, “bunu hiç düşünmemiştim.”

* * *

Sevda yanlarına geldiğinde Hakan, Bahadır ve Lütfiye’nin artık ciddi konulardan bahsetmediğini fark etti. Oturuşları değişmiş, masanın üzerindeki kollar kalkmış, vücutlar geriye yaslanmış, hatta biraz aşağı kaymıştı. Yüzlerde de daha rahat, sohbet edercesine bir ifade görülüyordu.

“Aman,” diyordu Hakan gülerek, “en tehlikelisi onlar.”

Sevda kimden bahsettiklerini sormadı, genel rahatlık havasına uyarak o da oturdu sandalyesine.

“Niye ki?”

“Çünkü bizde projecilik bir sektör haline gelmiş durumda. Nerede bir hibe, faizsiz kredi, yardım, destek, sübvansiyon lafı geçse ‘size bir proje yazalım’ diye dolanan tipler var. Proje demek planlama demektir; bir kurumun bir stratejisi, bir planı olur, ona göre projeler hazırlar, finanse etmeye çalışır. O paraları verenler ya bizi de böyle düşünüyor zannediyor, ya da bize böyle düşünmeyi öğretmeye çalışıyorlar. Bizdeki ‘Hacı para bulduk, gel bir proje uyduralım’ yöntemiyle yapılan projenin kimseye bir faydası olmaz, devamı gelmez, istenen etki sağlanamaz. O yüzden birileri gelip sizin ekolojik köy için proje yazalım derse uzak durmak lazım.”

“Bir de elbette kendi reklamlarını yapmak peşindeler adamlar" dedi Lütfiye. "O kadar para verince kendi bayraklarını çekmek istiyorlar. O bayrağın altında yaşamak bize uymaz. Domuzdan kıl koparsan kâr demişler ama o sırada dinden çıkmak da var!”

25 Haziran 2012 Pazartesi

59


Bülent’in konuyu uzatmaya niyeti yoktu.

“Ben bizimkini yalnız bırakmayayım. Biraz daha gazını aldıktan sonra yollarım onu Fatsalıların yanına.”

“Tamam,” dedi Hakan, “fırsatım olursa ben de uğrarım ama söz vermiyorum.”

Hakan ile Sevda çaylara dışarı giderken Bülent elinde iki çayla Uğur’un yanına dönmüştü. Çaylardan birini Uğur’a uzattı, sonra onun yanına oturdu.

“Hakan abiye yakalandım yahu," dedi.

“Aman boş ver” dedi Uğur umursamazcasına. “Fatsalılarla kaç gündür ilgileniyoruz, bugün de serbest takılsınlar. Hiç havamda değilim.” Durdu. “Düşündükçe sinirleniyorum. Sen de izin vermiyorsun ki şuna bir mektup yazayım, sinirimi dökeyim. Bak söz veriyorum, göndermeyeceğim!”

“Yook, ben bu numaraları yemem. Eninde sonunda yollarsın sen o mektubu. Tecrübeyle sabit. Ben de öyle uzun bir mektup yazmıştım yıllar önce. İçimi dökmek için başladım, yazdıkça yazdım, baktım 20 sayfa olmuş. Yollamadım elbette, içimi döküp rahatlamıştım. Sonra bir gece sarhoşken gönderdim! Dayanamadım. Sanki okuyunca her şeyi anlayacakmış gibi geldi. Beni yıllarca sallamayan kız o e-postayı okudu ve cevap olarak ne yazdı, biliyor musun?”

“Ne yazdı?”

Cevap birkaç dakikadır kapının yanında onları dinleyen Sevda’dan geldi:

“Seni sadece arkadaşı olarak gördüğünü söyledi, değil mi?”

“Aynen öyle” dedi Bülent. “Standart cevaptı o zamanlar. Benim neslim 'senden hoşlanmıyorum' demeyecek kadar nazikti, ama bu cevap hiçbir işe yaramıyordu. Bir şeyi yanlış mı yaptım, sadece benden mi hoşlanmadı, asla bilemiyorduk.”

“Belki de gerçekten sadece arkadaş olarak görüyordu seni, olamaz mı?” dedi Sevda.

Bülent ile Uğur cevap verip vermemekte kararsız kaldılar.

“Beni boş ver,” dedi Bülent, “ne ilk ne de son. Çözülecek bir şey yok ortada. Sen şu mektubu oku bence, Uğur’un derdine çare olalım olabilirsek.”

Mektubu Sevda’ya uzattılar. Uğur ne karşı çıktı okumasına, ne bir şey dedi. Ama son sayfaya geldiğinde Sevda’nın yüzünü incelemeye başladı. Bir açıklama, bir işaret, bir yorum bekliyordu. 

24 Haziran 2012 Pazar

58


“Kavga gürültü çıkıyor mu peki? Çıkarsa ne yapıyorsunuz?”

“Kavga derken fiziksel anlamda kavgadan bahsediyorsan buna tolerans göstermeyiz. Ama şimdiye kadar bahsetmeye değer bir kavga olmadı. Ciddi bir kavga olursa normal bir köy ne yaparsa onu yaparız,” dedi Lütfiye, "jandarmayı çağırırız. Diğer köylerden hiçbir farkımız yok bizim. Çevredeki insanları buna inandırmaya çalışıyoruz hep. İlk yıl, kendi yiyecek stoklarımız yokken köylerdeki pazarlara gidiyorduk. Şimdi yine arada gidiyoruz, muhabbet edip dönüyoruz, çünkü temelde ihtiyaç duyduğumuz her şeyi yetiştirebiliyoruz burada.”

“Odamda bir liste var sebze bahçesine neler ektiğimize dair, siz ziraatçı olduğunuz için gerek duymamıştım vermeye. İstiyorsan ondan da bir kopya veririm sana. Yaz sonunda da biraz fazla tohumluk ayırır, size de tohum yollarız."

“Sağ olun,” dedi Bahadır, “bizim o açıdan bir sıkıntımız yok. Ekolojik bir köy kurmak için yola çıktığımızda dört koldan bütün Anadolu’yu gezdik ve istediğimiz ürünlerin tohumlarını bizzat seçerek köylülerden aldık. Elimizde çok geniş bir tohum bankası ve veri tabanı var. Hatta kanola tohumumuz bile var bolca; maalesef genetiğiyle oynanmış olduğunu düşünüyoruz. Belki imha edeceğiz o yüzden."

“Siz o tohumları bize verin,” dedi Hakan, “biz de yakıt üretimi için kullanalım. En büyük giderlerimizden biri motorin ve fuel-oil.”

“Binaları ekolojik yöntemlerle yalıtabilirsiniz, o zaman ısınma masrafınız azalır. Ama dizel gerçekten de gerekli traktörler için. Ben şu kanola tohumları konusunu açarım ilk toplantıda, sanırım kimse karşı çıkmaz."

Herkesin susmasından faydalanan Hakan ayağa kalktı:

“Ben çay getireyim. Daha konuşulacak çok şey var. Herkes içer değil mi?"

Masadakilerin tümü başıyla onaylayınca Hakan mutfağa doğru yürümeye başladı, Sevda da arkasından. Yürürken en son Bahadır'ın sorusunu duydular:

“Toplantılar nasıl gidiyor peki, şu felsefe şeyleri?"

Lütfiye’nin ne dediğini duyamadan içeri girdiler. Mutfağa doğru giderlerken Sevda kaşımadan duramadı:

“Sakinleşebildin mi biraz? Toplantıya verebiliyor musun kafanı?”

Hakan gülümsedi:

“Ha, evet. Soğuk su serptim iyi geldi. Ya sen beni çıldırtacak mısın?”

“Niye be?” dedi Sevda. Sesi aldatıcı biçimde masum çıkıyordu.

“Ben bunların hesabını sorarım gece!”

Mutfağa vardıklarında Bülent de iki bardağa çay koymakla meşguldü. Onları görünce şaşırdı.

“Ne iş?" dedi Hakan.

“Abi Uğur’a bir mektup geldi. Çok sinirleri bozuldu, onunla çay içip konuşuyoruz biraz.”

“Şu terk edip giden kızdan mı yoksa?”

“Evet. Kız bir sürü fırça atmış mektupta. Uğur da şimdi ona saydırıyor dışarıda."

“Hep kadınlar suçlu zaten!” araya giren Sevda’ydı. "Bu işlerin bir savaş oyunu, bir güç mücadelesi olmadığını öğrenemediniz gitti!"

“Ya evet,” diye patladı Bülent, “onun için hayatımıza giren her kadın ilk önce bizi değiştirmeye çalışıyor!”

“Ona ‘adam etmek’ denir akıllım,” dedi Sevda karşısında gördüğü öfke karşısında yumuşayarak. Yaralı, küskün oğlan çocuklarıyla konuşmaya alışmıştı zaman içinde; sesini yumuşatıp, gülümseyerek konuştuğu sürece asla kavga çıkmıyordu.

23 Haziran 2012 Cumartesi

57


“İstihbarat mı?” Bahadır neredeyse ayağa fırlamıştı. Ancak elleri masada, kıçı iskemlenin 15 santim kadar üzerinde dururken öfkeliden çok komik görünüyordu.

“Otur, otur” dedi Lütfiye. "Açık istihbarat topluyorlar, bunun nesine şaşırıyorsun ki? Devlet benim elimde olsa ben de toplarım. Ne olup bittiğini merak etmeyene ahmak denir."

Bahadır yerine oturdu. Uzaktan bir gerginlik olduğunu sezen Sevda ve Muammer de yanlarına geliyordu. Onlar her adımda yaklaşırken Hakan konuyu değiştirdi:

“En büyük sorun şu olacak, her şeye oybirliği ile karar vermek kaç kişi olursanız olun tüm düzeni kilitleyebilir. O yüzden biz önce sabit bir çalışma programı yaptık.”

“Hatta,” diye lafa girdi Lütfiye, “sabit 3-4 program yaptık. 25 kişi için, 50 kişi için, 75 kişi için falan diye. Hakan sağ olsun günlerce uğraşıp yapılacak küçük büyük tüm işleri listeledi, sonra bunların tahmini tarihlerini belirledi. Siz daha iyi bilirsiniz tarım işini, sürmek lazım, sulamak lazım, çapalamak lazım bazı ürünlerde, hasadı kaldırmak lazım falan filan."

“Ama bunları bir fabrikayı planlar gibi planlayamazsınız ki? Havaya bağlı, aldığınız tohuma bağlı, yağışlara bağlı.”

“Biz de bu yüzden tarım dışı işleri de koyduk programımıza, Mesela bu sene Mart 15 gibi ekecektik buğdayı, yağmurların ardı arkası kesilmeyince neredeyse 15 gün beklemek zorunda kaldık. O arada inşaatçı ve mimar iki arkadaş uzun zamandır yedek işler listesinde bekleyen değirmenin hesaplarını yaptılar, projesini çizdiler, 8-10 kişi değirmen taşı bulmak için tepeleri dolandı ..."

“Öyle değirmen taşı mı bulunur yahu?" diye araya girmeden duramadı Bahadır.

“Bunu biz de anladık zaten, ama kendimiz zor yoldan öğrendik" diyerek güldü Hakan. Bu arada Sevda çoktan yanlarına gelmiş, ona gülümsüyordu. Ortada gerçek bir gerginlik olmadığını görünce rahatlamış gibiydi.

“Traktörlerin ve biçerdöverin bakımını yaptık, tarlalardan çıkan taşları toplayıp yürüyüş yollarımızı düzelttik, ambarın zeminini elden geçirdik ve buna benzer bir sürü iş yaptık. Yağmurlar kesilip tohum atabileceğimiz kadar zemin kuruduğunda plana döndük.”

“Mümkün olduğunca esnek ama kapsamlı bir plandı yani.” Bunu söyleyen Lütfiye idi. “İlk toplantıda işlerin yürümesi için bu planın kabul edilmesi gerektiğini, planda sadece adam-saat şeklinde işlerin tanımlandığını, kimseye iş veya angarya yazılmadığını açıkça belirttik. Herkes gönüllü olarak iş seçecekti. Ama bir işi bırakmak için en az 7 gün önceden haber vermeleri gerekiyordu. Nüfusun hepsini iş gücü olarak görmüyordu plan, birkaç Ronin'e müsaade ediyordu, en iyi yanı da buydu. İşler mutlaka bir şekilde yürüyecekti."

“Ronin nedir?” diye araya girdi Bahadır. “Yani o filmi ben de izledim, anlamını biliyorum da buradaki anlamı nedir?”

“Bize katılanların çoğu," diye açıkladı Hakan, “buraya geldiklerinde neyle karşı karşıya olduklarını bilirler. Fiziksel olarak çalışacaklardır. Zaten bunu isterler, unutmak için çalışmak. Ama mutlaka birkaç kişi vardır ki yaralı kuşlar gibi gelirler buraya, kaçmışlardır ama çalışmaya da güçleri yoktur. Onları işe sürmeyiz, çiftlikte bizimle yaşarlar. Bazen de çalışmayı sevenlerden biri bunalır, geçici olarak işi gücü serer. Bunlara Ronin diyoruz kısaca."

Lütfiye konuya dönmek ihtiyacıyla:

“İşte bu Roninleri de öngören bir plan hazırladık ve bu plan kabul görmezse çiftlik kilitlenir dedik. Sonra gereken düzeltme ve güncellemeleri yaparız dedik, oybirliği ile kabul edildi. Daha sonra bir sürü münferit değişiklik isteği kabul görmedi, çok mantıklı üç öneri de kabul edildi ve programa dâhil edildi. Ama bir çok muhalif ses yükseldi elbette başlarda...”

22 Haziran 2012 Cuma

56


“Peki, bu değiş-tokuşlar için vergi ödemenizi istemediler mi?” dedi Bahadır.

Lütfiye, Hakan ve Bahadır yemekhanenin dışındaki ağacın altına yerleştirdikleri masanın altında konuşuyorlardı. Sevda ve Muammer ise kompost gübre yapmayı planladıkları yerin başında konuşuyor, arada göz ucuyla konuşanları izliyorlardı.

“O konuda yazılı görüş istediler Maliye Bakanlığından, ama onlar da örnek olmadığından ne yapacaklarını bilemediler. Neticede gelir kazanmak veya kâr elde etmek için alım-satım yapmıyoruz. Ama sene başında Ankara'dan birileri geldi, iki gün kaldılar burada. İşlerin nasıl işlediğini gözleriyle gördüler."

“Geldiklerinde bayağı sinirli ve mutsuzdular,” diye lafa girdi Lütfiye. "Hem kış vakti buraya gelmek hoşlarına gitmemişti, hem de bizi dolambaçlı yollardan vergi kaçırmak isteyen kişiler olarak görüyorlardı sanırım. Ama burayı gördüler, Osman da gelip 3-4 saat konuştu onlarla vakıf başkanı olarak."

“Neye karar verdiler peki?”

“Onlar gittikten 3 hafta sonra bir yazı yolladılar bize,” diye açıkladı Hakan. Bir yandan konuşuyor, bir yandan da Sevda’nın hâlâ orada olup olmadığını izliyordu. “Dediklerine göre bizim verdiğimiz ürünler her ne kadar kâr amacıyla satılmış olmasa da, ne demişlerdi bakayım, ‘ticari emtia’ haline geliyormuş ve bizden alan kişiler bunu satmak durumunda kalıyormuş. Katma Değer Vergisi açısından alıcıları zor durumda bırakıyormuşuz. O yüzden bir iktisadi işletme kurmamız ve verdiğimiz mallara fatura kesmemiz istendi. Yani karşılıklı fatura kesiyoruz her alışverişte. Biz de buna karşın dava açtık, ama muhtemelen onlar kazanır."

“Bir de iktisadi işletme mi kuracağız şimdi?” diyerek surat astı Bahadır.

“Onun için diyoruz ya, tek vakıf ile yürütelim bütün işleri. Alımları toplu yaparız, bürokrasi azalır. Bir sözleşme yaparız önce; topraklar sizindi değil mi?"

“Evet,” dedi Bahadır, “tümünün tapusu var elimizde.”

“Siz toprakları vakfa kiralarsınız, bütün işlemler vakıf üzerinden yürür. Birileri problem çıkardığında da karşısında 3 avukatı, bir sürü muhasebecisi olan bir tüzel kişilik bulur.”

“Bunu arkadaşlarla konuşmam lazım elbette.”

“Elbette” dedi Lütfiye. “İçiniz rahat etmeli. Kendi vakfınızı da kurabilirsiniz. Dernek kurmak bu işler için faydalı olmuyor, dernek kurmak daha kolay ama sırf dernekler masası bile insanı yoruyor. Vakıflar kâr amacı gütmüyor, o yüzden kurması zor ama daha faydalı.”

“Hiç çocuk var mı sizde?” dedi Hakan.

“Evet, niye?”

“Okula falan çok dikkat etmelisiniz, çocuğu en ufak bir şeyden mahrum ettiğiniz iddia edilirse Sosyal Hizmetler Müdürlüğü ile başınız derde girer” dedi Hakan. “Hiç belli etmiyorlar ama tüm devlet memurlarının gözü üzerimizde. Kaybolan veya macera için kampa gelen çocuklar bile potansiyel sorun oluyor. Çiftlik açıldıktan bir ay kadar sonra bir astsubay geldi garnizon komutanlığından, bir sürü belge istedi benden. Yazılı olarak istenirse hepsini memnuniyetle vereceğimizi söyleyince karşılıklı olarak birbirimize yardımcı olmamız gerektiğini söyleyip gitti. Sonra sürekli ortalarda gördüm onu, sivildi hep. Bu kim diye Bozören muhtarına sordum, istihbarattanmış. Hiçbir faaliyetleri yok, ama sürekli izliyorlar.”

21 Haziran 2012 Perşembe

55


“Yok,” diye itiraz etti Uğur, “bence gayet güzel, çok açık biçimde anlatmış. Ama nasıl müdahil olunacağını söylemiyor elbette…”

“Onun için dört yıl okuman lazım okulunda" diyerek güldü Bülent. “Ama okuyanların %90’ı ömür boyu taktik düzeyde karar verebiliyorlar. Bu işin irfanına sahip olanlar çok az çıkıyor, çoğu da gücün karanlık tarafına geçiyor; güçlerini para kazanmak için kullanıyorlar.”

“Şimdi iyi güzel de, her eğilim gibi bu da büyüyecek, gelişecek, yozlaşacak ve demode olacak. Onu anlıyorum ben burada. Sen niye bu kadar endişeleniyorsun?"

“Çünkü bazen mutasyona uğramış eğilimler ortaya çıkar. Eğilimlerin çok büyük bir kısmı, hatta aslında hepsi faydacıdır. Bir ihtiyacı karşılamak için doğarlar.”

“Hadi canım, ne ihtiyacı? Modalar hangi ihtiyacı karşılıyor peki?"

“Kimlik ihtiyacını. Farklı olma, belirgin olma, özel olma ihtiyacını karşılar. Sonra yayılmaya başladığında bir gruba ait olmak isteyen insanlar benimser o modayı, yayılıverir moda hemen. Herkese yayıldığında artık ‘özel’ olmazsın, kendine yeni bir moda aramaya başlarsın.”

“İyi de bu çiftlik de bir ihtiyacı karşılıyor!"

“Evet, karşılıyor. Ama sen benim lafımı kesince kaldığım yere geri dönemiyorum" durdu ve bir an düşündü Bülent. “Faydacılık diyordum, evet. Eğilimlerin genelde ahlaki bir hassasiyeti yoktur. Bir ihtiyacın baskısıyla hareket ederler ve ona ulaşmak için genelde her yolu mubah görürler. Ama arada bir mutasyona uğramış bir eğilim ortaya çıkar ve tam anlamıyla idealist biçimde davranır.”

“Hah, şimdi anladım,” dedi Uğur. “İşte onlar çok tehlikelidir, değil mi?”

“Evet, aynen. Mesela dinler öyledir. Vahiy gelip gelmediğinden bahsetmiyorum ben, o tamamen inanmakla ilgili bir mesele. Ama bir adam çıkıyor, binlerce ezilen insanı Firavunun zulmünden kurtarıyor. Başka bir adam çıkıyor, asla kimseye kötü söz söylemezken, kendisini çarmıha götüren adamı lanetlemezken mabette para kazanmak isteyenlerin tezgâhını tekmeliyor. Bir başkası çıkıyor, çektiğimiz acıların nedeninin nefsimizin arzularına kapılmak olduğunu söylüyor ve ihtiyaçları baştan tanımlıyor. Bir başkası çıkıyor ve 'komşusu açken tok yatan bizden değildir’ diyor. Bu adamların hepsi dünyayı değiştirdi!”

“Burcu burada olsa hepsinin erkek olmasından girer, kafa şişirirdi” diyerek gülümsedi Uğur. “Senin göğsünde ağırlık yapan şey bu mudur yani?”

“Evet,” diye itiraf etti Bülent. “Bu adamlar gibi dünyayı değişime sürükleyecek bir şeyler başlatmış olmaktan korkuyorum, çünkü biz sadece yıkabiliriz bu düzeni. Yerine ne koyabileceğimizi bilmiyoruz! Diyelim ki Türkiye’de bir devrim başladı, ülke bizim kurallarımıza göre yaşamaya başladı. Paranın yerine ne koyacaksın? Fabrikalardaki işçilere maaşı neyle ödeyeceksin? Onlar kirasını neyle ödeyecek? Hammaddeyi nasıl satın alacaksın? Malları ve hizmetleri kime satacaksın?”

"Tamam, anladım da 300 kişi var ortada sadece. 3-5 yılda olsa olsa 3.000 kişi olur. Hadi 30.000 olsun; bunu hissetmez bile Türk ekonomisi.”

“İdealist hareketler salgın gibi yayılır!”

“Ama yüz yılda!” diye sinirlendi Uğur. “Hıristiyanlar ne zaman yüzlerle değil binlerle ifade edildi? Müslümanlar kaç yıl sonra alabildi Mekke’yi? Sen bizi onlardan daha güçlü mü görüyorsun!!!”

“O zaman twitter yoktu,” dedi Bülent soğukkanlılıkla.

* * *

20 Haziran 2012 Çarşamba

54


“Demin biraz okudum da pek bilimsel gibi gelmedi bu kurallar bana?"

“Zaten bizimkinin ne kadar bilim olduğu tartışmalı, bilimsel yanı zayıf olan birçok dal gibi biz de eğilim yönetimini bir bilimden çok bir sanat olarak görüyoruz. Bunu da hocalardan birinin sarhoşken yazdığı söylenir. Sınav kâğıdına yazsan not alamazsın buradakilerden ama benim 4 senede öğrendiklerim bunlar aslında sadece. Belki birkaç da çakallık, manipülasyon tekniği…”

Uğur belgeyi eline alıp okumaya başladı sesli olarak:

“EĞİLİM YÖNETİMİNİN ON ALTIN KURALI

1. Temeli olmayan, ihtiyaç duyulmayacak bir eğilim yoktan var edilemez. Eğilim yaratmak için eğilim yaratılamaz.

2. Bir eğilimi tamamen yok etmenin tek yolu, ondan bahsedildiğini duyan herkesi yok etmektir. Bu da imkânsızdır (çünkü yok etmekle görevlendiren ve görevlendirilenler de yok edilmelidir).

3. Büyümesi, gelişmesi baskılarla engellenen eğilim boy atamazsa kök salar (ağaç alegorisi).

4. Bir eğilimi gözden düşürmenin iki yolu vardır: ya mevcut köklerinin taşıyabileceğinden daha hızlı büyümesi sağlanmalı (kavak modeli) ya da eğilim kendi mantığına uygun gibi görünen yanlışlıklarla yozlaştırılmalıdır (aşı modeli).

5. Eğilimleri izlemek onların dönüşmesine neden olur; ya izlemeyin ya da belli etmeyin.

6. Kendi doğasına bırakılan eğilim yavaş gelişir, hazır olma eşiğini geçtiğinde aniden yayılır, herkesin haberdar olduğu anda çürümeye/yozlaşmaya başlamış demektir.

7. Eğilimi yönetmek/yönlendirmek için onun özünü anlamak gerekir. Yani; hangi ihtiyaçtan kaynaklanmıştır, neye tepki olarak doğmuştur, hedef kitlesi kimdir, nihai amacı nedir, ahlaki temeli nedir, ömrü nedir gibi sorular cevaplanmalıdır. Eğilimi kavrayamayan, onunla bir bağ kuramayan kişi onu yönlendiremez.

8. Eğilim gelişme aşamasında dikkatle budanmalı, patlama anı ve yeri hesaplanıp kontrollü biçimde tetikleme yapılmalı, çürümeye başladığında hasar kontrolü yapılarak kaos engellenmelidir.

9. Eğilimler nadiren tek başlarına büyür ve gelişir, genelde iç içe geçer, benzer kanallardan beslenirler. Eğilimleri ayrı ayrı tanımlamak başarı için en önemli koşuldur.

10. Eğilimler mutlaka birbirinin yerini almaz, birbirini ikame etmez, birbirinin alanını doldurmaz. Eğilim yok olduğunda onun yeri bazen boş kalır, bazen kargaşa oluşur, bazen de birden çok eğilim tarafından doldurulur.”

“İngilizcesi biraz daha janjanlı, biraz daha kısa ve vurucu. Kelime oyunlarını çevirmeyi beceremedim” diye itiraf etti Bülent. "Ama ana fikri çok güzel veriyor bu haliyle de.”

19 Haziran 2012 Salı

53


“Olay tarla değil ki sadece! İnsanlara hayatlarında hiçbir gerçek alternatif olmadığını hatırlatıyoruz biz. Biz olmasak insanlar bir şirketi bırakıp diğerine geçmeyi alternatif sayıyordu; hayatları boyunca devlet veya bir şirket için çalışmaları gerektiğinden çok emindiler. Ya da kendi işlerini kurmak zorundaydılar. Para kazanmak zorundaydılar bir şekilde. Şimdi bir sürü insanın kafasının bir köşesinde, ufacık da olsa farklı bir düşünce var. Şimdilik bağlantısızları topluyoruz, evet, ama..."

“Bağlantısızlar derken…?” diye sözünü kesit Uğur.

“Yani bakmak zorunda olduğu çocuğu, ailesi olmayan, sosyal çevresiyle bağları zayıf olan, kapitalizmin kendisine tamamen bağlayamadığı insanlar. Çoğunun toplumla ve kendisiyle derdi var, doğru. Onların aralarından çekip gittiğini fark etmedi bile insanlar. Ama bu hayaletleri, toplumun artıklarını, istenmeyenleri, uyum sağlayamayanları bir araya topluyorsun ve insanların ilgisini çeken bir çiftliğin ahalisi haline getiriyorsun. Dışarıdakiler içten içe 'bu deliler yaptıysa biz de yapabiliriz!' diyor eminim. Bu eğilim büyüdükçe çok zeki, başarılı tipler de gelecek. Sıradan, hayatından bıkmış insanlar da. Zeki olanlar kendilerini kanıtlamaya çalışacak, sıradan insanlar tembelliği ve umutsuzluğu getirecek. Üstelik bizde bu adamlara format atacak bir yöntem, onlara sunulabilecek bir hayal de yok."

“Yani sen tüm bu çiftlik hikayesinin büyüyüp kontrolden çıkacağını düşünüyorsun, hatta bundan eminsin. Öyle mi?”

“Evet,” dedi Bülent.

“İyi de dünyada bir sürü böyle çiftlik, komün, koruma alanı bilmemne var. Hiçbiri de ara sıra moda olmak dışında senin sandığın gibi popüler olmuyor. Medeniyeti reddeden, elektrik bile kullanmayan, av hayvanı derisi giyenler var. Parasız yaşayanlar var. Bizim gibi her şeyini oylama ile yürüten, paylaşımcı ve hatta ilkel komünist topluluklar var. Anarşistler var. Var oğlu var. Kapitalizm de bunu bir emniyet supabı olarak görüyor ve hatta “istemiyorsan kalk oraya git” diye bir alternatif olarak sunuyor. Televizyon kanallarında gösteriyor, üzerinden para kazanıyor böylece. Bizim o adamlardan temelde hiçbir farkımız yok ki?!”

“Var. Hem de çok temel bir farkımız var. Onların hepsinin belirli bir ideolojisi, amacı, ya da ne bileyim söylemi var. Ne istediklerini biliyorlar. Gayet statikler. Oysa biz insanlara, belki de yanlış biçimde, sınırsız bir olasılıklar evreni sunuyoruz. Onlara zihinsel bir macera öneriyoruz."

“İnsanlar tam da bundan korkar!”

“Evet, o da doğru. Hem korkar, hem de ister. Üstelik senin bu dediğin komünler hep yurt dışındadır, Türkiye’deki ilk komün çok ciddi ses getirebilir.”

“Bülent, anlıyorum, heyecanlanıyorsun. Hem büyük bir şeyin parçası olmak istiyorsun, hem de kontrolden çıkacak diye korkuyorsun. Ama bu ülke Almanya’ya yüzbinlerce insan gönderdi de hissedilir bir değişiklik olmadı ekonomisinde. Hatta sonra faydasını bile gördü. Biz 300 kişiyiz, hadi de ki 7 kamp daha açıldı, 1000 kişi olduk. Kaos falan yaratamayız. Hatta mutsuz, verimsiz insanları toplayıp verimliliği artırırız. Sence dışarıda yaşadığı büyük yalandan memnun olan insanların kaçı gelecek buraya? Cep telefonu ve internet yasak de bakalım, kaç genç vazgeçebilir bundan?”

“İlla buraya gelmelerine gerek yok ki, sen de bunu anlamıyorsun. İnsanlara hayatları üzerinde bir güce sahip olduklarını gösteren kötü bir örneğiz biz. İnsanlar ihtiyaç gibi gördükleri şeyleri gözden geçirmeye başlarsa…”

“Başlamaz, niye başlasın? Sokaktaki adam tablet bilgisayar almadı diye yıkılmaz ekonomi, zaten olacak olan şu, adam tableti alır ve oradan okur seninle ilgili haberleri. Pahalı şarabını, rakısını veya birasını alıp senin ne kadar haklı olduğunu konuşur, sonra ertesi gün işine gider. Burcu buna benzer şeyler demiş, haklı da. Sen gerçekten dünyayı değiştirebileceğimize mi inanıyorsun?”

“Sen inanmıyor musun?” diye sordu Bülent. “İnanmıyorsan neden buradasın?"

“Ben ancak kendimi değiştirebileceğime inanıyorum. Ben kaçıp geldim buraya, sığındım. Gücümü toplayıp beni bu hale getiren sistemle savaşmak istiyorum, ama bu savaşı kazanacağımdan emin değilim."

“O intikam lafları palavra yani?”

“Yoo, palavra değil. Aklımda bir plan var. Tam da senin korktuğun gibi bir kaosa neden olmak istiyorum. Ama bunu başaracağımdan senin kadar emin değilim.”

“Ben onun işaretlerini görüyorum. Dört sene okuduğum Eğilim Tasarımı ve Yönetimi bölümünde hiçbir şey öğrenemesem de bir salgını, öyle derler okulda, tespit etmeyi öğrendim. İktidardaki Birleşme ve Gelişme Partisinin tek başına iktidar olacağını da fark ettim, ama basın tam tersini söylediği için kimse inanmadı bana; babam bile. Bir tek amcam inandı ve partiye üye oldu, şimdi müteahhitlik yapıyor. Kısacası ben sana tarif edemesem de, bir salgın başlayacağını düşünüyorum. Salgın hem kontrolsüzdür hem de mutlaka yozlaşmaya neden olur."

Uğur elindeki sayfayı neden sonra fark edip okumaya başladı içinden. “Kaçıncı kural bu? Yazmıyor burada.”

“Salgın olarak yazmaz belki, ama 4 ve 6. kuralları okursan anlarsın.”

18 Haziran 2012 Pazartesi

52


“Tamam” dedi Bülent. “Yalnız çıkmadan bilgisayardan bir sayfa bir çıktı alalım, lazım olacak konuşurken." Uğur’un yanına gidip ekranda dosyayı gösterdi: “Şu onkural.txt dosyasını yazdırsana.”

Uğur dosyayı yazdırmak için uğraşırken Bülent durmadan konuşuyordu:

“O günlüğü yazarken en çok ne zoruma gitti biliyor musun? Smiley kullanmamak. Ne kadar çok alışmışım o aptal işaretlerle yazmaya, duygularımı belli etmeye. Onlar olmayınca her cümleyi çok dikkatli yazmam gerekti. Sadece kelimelerle yazmanın bu kadar zor gelmesi çok kötü.”

Uğur cevap vermedi, denilenleri duyduğuna dair bir emare göstermiyordu. Beraberce çıktıyı alıp yemekhaneye yollandılar, yol boyunca Bülent sürekli konuşmaya devam etti ve odasında çay demlemenin zor olduğunu, demlediğinde de hepsini içemediğini, oysa yemekhanede sürekli çay bulabildiğini, ama oraya gitmeye ne kadar üşendiğini anlattı. Aslında bir çay ocağı açıp ilk çiftlik işletmesini kurabilecekleri yönündeki şakası bile Uğur’un konuşmasını sağlamadı, tek kelimelik cevaplar koparabildi en fazla. Yemekhaneye varıp çaylarını aldıktan ve yemekhanenin arkasındaki gölgeliğe oturduktan sonra konuştu Uğur:

“Daha gidip Fatsalılarla muhabbet edeceğim. O yüzden asıl konumuza gir istersen.”

“Pekâlâ.” Bülent söze nereden başlayacağını düşünmedi fazla, muhtemelen kafasında onlarca defa üzerinden geçtiği konuşmanın ilk cümlesini bulup oradan başladı.

“Benim buraya gelişimin esas sebebini bilmiyorsunuz hiçbiriniz, mülakat sırasında Hakan Abiye söylemiştim, o da pek ciddiye almamıştı. Eğilim Tasarımı ve Eğitimi okudum ya ben, burada ilk defa beni heyecanlandıran bir eğilim gördüm. Bunun yönetimine dâhil olmak değil ama bir parçası olmak için geldim buraya. Buradaki herkesi evindeki depresyon yatağından çıkarıp buralara kadar sürükleyen bir umut var; ben bu eğilim konusunu öğrendikten sonra karşıma çıkan ve bana umut veren hiçbir eğilim olmadı. Her şey benim için zaten çok kötü gidiyordu, ama ülkem için de kötü gittiğini görebiliyordum. Elbette kişisel fikrim bu, ama umut verir gibi görünen bir sürü hareket, oluşum, adına ne dersen de, ya saçma sapandı ya da köklere geri dönmeyi, muhafaza etmeyi gerektiriyordu. Oysa Bob Marley’in dediği gibi 'Köklere geri dönemezsin’, yani bugün bir Müslümanın Asr-ı Saadet hayaliyle yaşaması acıklıdır, hem de yanlıştır. O döneme geri dönemezsin, yapabileceğin şey yeni bir mutluluk dönemi için çalışmaktır. O dönemdekilerin yaptıklarını yapamazsın, çünkü o zaman yeni sorulara cevabın olmaz. Televizyon olacak mı mesela hayatında, bunu Asr-ı Saadet’e bakıp söyleyemezsin, bunun cevabı yok onlarda. Senin yapacağın şey o dönemin ruhunu kavrayarak yeni ve bugünkü insan için çalışmaktır. İşte ben böyle bir çaba göremedim yıllarca Türkiye'de. Birçok hareketin içi kimlik bunalımındaki insanlarla dolu, kendisine bir kimlik arayan insanlara kolay cevaplar veriyor çoğu. Mesela yeşiller, onlar bile muhafazakâr özünde. Dünyanın kaynaklarını bu kadar çok sömürmediğimiz bir dönemi özlüyorlar ve ona geri dönmeyi istiyorlar. Üstelik insanlara güzel de bir sıfat sağlıyor, üst kimlik diyecektim de buna üst kimlik mi denir bilemedim. ‘Biz çevreye duyarlı insanlar’ diye başlayabiliyorlar sözlerine. Çok karışık anlatıyorum, değil mi?”

“Evet, biraz karışık ama sen devam et. Ben takıldığım yeri sorarım.”

“Tamam, şöyle toplayayım. Benim yeni bir şey söyleyen, bana umut veren bir harekete ihtiyacım vardı. Mevcut hareketler bana göre ya muhafazakârdı ya da dişe dokunur bir hayalleri, ideolojileri, dünya görüşleri yoktu. Diyeceksin ki bizim de çiftlikte belirli bir ideolojimiz, dünya görüşümüz, çözüm önerimiz yok. Ama bence öyle değil. Burada bulunan 100 kişi, sadece varlıklarıyla bile başka bir dünya mümkün diyorlar. Haykırmıyorlar belki, ama sesleri duyuluyor.”

“Yani bu sence yeni bir eğilim mi başlattı, ya da başlatacak?”

“Başlattığını biliyorsun, aksi takdirde gazetelere çıkmaz, bir sürü mektup almaz, yeni çiftlikler kurulmasına vesile ve model olmazdık."

“Tamam,” dedi Uğur, "buraya kadar anladım. Ama bahsetmeye değer tek dünya görüşü 'herşeyi baştan ele almalıyız' olan bir eğilim, bir hareket her zaman marjinal kalır. İnsanların sırtını dayayıp güven içinde hissetmelerini sağlayan bütün duvarları yıkmaya çalışıyoruz burada. Yerine koyacak bir bok da önermiyoruz. Kendi tarlanızı sürün diyoruz sadece."

17 Haziran 2012 Pazar

51


Okuyup bitirdiğinde arkasına yaslandı, gözlerini kapatıp birkaç saniye düşündü. Sonra bir daha okudu, sonra bir daha. Bir süre sonra kapının tıklatıldığını duydu:

“İyi misin?” dedi Bülent kapının öteki tarafından, endişeyle.

“Değilim. Hiç iyi değilim."

Bülent içeri girdiğinde Uğur sağ elinde mektubu sıkıca tutuyor, diğer elini ise az sonra kavgaya girecekmişçesine bir yumruk gibi sıkıyordu.

“Küçük hanımın fırça atası gelmiş,” dedi öfkeyle. “Önce doğru dürüst bir açıklama yapmadan bastı gitti. Sonra gitmiş birileriyle evlenmiş, aldatılmış, ayrılmış. Şimdi de bütün mutsuzluğunu hayatına giren biz erkeklere atıp rahatlamak istiyor."

“Ben,” dedi, “bu mektubu ne çok hayal ettim. Ne kadar uzun süre bekledim gelmesini. İçimdeki öfkeden ayrı tutmaya çalıştım onu. Hiçbir anlaşılır açıklama yapmadan çekip gittiğinde onun adına ben bahaneler buldum. Bir taraftan kızdım ona, kabul ediyorum, ama bir taraftan da sevmeye devam ettim. Ona tutundum. Şimdi…”
Sözlerine devam edemedi.

“Bana kızıyor şimdi,” dedi neden sonra. “Kaçmışım! Kaçıyor muşum! Ne yapacakmışım çiftlik başarısız olunca? İki güzel laf yazmış, beni özlediğini söylemiş, sonra da itin götüne sokmuş af edersin. Herkes bir sürü sorun yaşıyormuş, ama biz buraya kaçmışız.”

“Abi tamam,” diye araya girmeye çalıştı Bülent.

“Tamam, bence de tamam. Daha en az bin kere okuyacağım bu mektubu. Sinirlendiğimde bile yırtamayacağım. Ama bence de artık tamam. İçimdeki öfkeyi sadece onun yüzünden dışarı salmıyordum ben. Sanki elimde bütün dünyayı yakacak bir kudret, bir meşale var gibi hissediyorum bazen; ama o da diğerleriyle birlikte yanar diye yakmıyordum dünyayı. Komik, ama doğru. Böyle hissediyordum gerçekten. O yüzden diyorum ya, tamam. Bardağı taşıran damla bu mektup oldu. Bundan sonra tutmayacağım öfkemi."

“Peki, tutma. Neyi yakabiliyorsan yak anasını satayım.”

Uğur şaşkınlıkla bakıyordu Bülent’e.

“Dediklerini yarısı bile varsa o mektupta, benim geleneksel avutma görevimi imkânsız hale getiren şeyler yazmış demektir Burcu. Şimdi ben ne desem boş. Okuduğun andan itibaren sen zaten ona aklından cevaplar veriyorsundur, bıraksam on sayfa cevap yazarsın bir saatte. Sonra kafanda bir sürü daha can acıtıcı cümle bulup, on sayfa daha eklersin. Yine de içindeki acı soğumaz, öyle değil mi? Dünyayı nasıl yakacaksan yak bugünden başlayarak. Ya da onun için değmez diyorsan iki gün izin al, git, yüzüne tükür gel. Benim yapabileceğim bir şey varsa onu da söyle, ona da hazırım. Yeter yahu, hep bizim mi tepemize çökecek insanlar?"

Uğur neredeyse gülümseyerek baktı Bülent’e.

“Oh be, ıslak kedi yavrusu bakışlarından kurtuldun bir aydır ilk defa.” Mektubu katlayıp gömleğinin üst cebine koydu. “Hadi gidelim de bir çay içelim, sen de bana başlattığımız şeyden neden bu kadar çok korktuğunu, neyin işaretlerini gördüğünü anlat."

16 Haziran 2012 Cumartesi

50


Oysa işe küçük ve basit olandan başlamamız gerekiyordu. Gündelik hayatlarımızda tümevarım uygulamaktansa, daha indirgemeci davranıp kendi içimizden yola çıkmalıydık belki. Etrafımızdaki insanların nezdinde hangi derecelere yükseleceğimizi düşünerek bir şeyleri arzulamak ve elde etmeye çalışmak, ya da “başaramadım, yanıldım” demekten ölesiyle korktuğumuz için bir takım seçimlerimize tutunmaya çalışmaktan kişiliğimizin asıl içeriğiyle yüz yüze gelemiyorduk. Gerçekte neyi istediğimizi ve nelerden nefret ettiğimizi bile bilemeyecek kadar şuursuz yaratıklardık. Mutluluğa hiç düşünmeden kucak açan bizsek, içimizdeki kötüyü de aynı hevesle kucaklamamız gerekiyordu. Buna aracı olması için de başka bir insana, başka bir eve ya da başka bir ofise ihtiyacımız olmamalıydı. Sadece çıkış noktası olarak kendimizi kullanarak, kendi içimizdeki sınırları kaldırarak etrafımızdaki yaşam alanıyla düzgün bir ilişki kurabilirdik.

Günler ve gecelerce bütün bunlar aklımdan geçerken, Uğur, seni özlediğimi fark etmiştim. Arkamda kalan onca bulanık siluet arasında tek belirgin yüz sana aitti, çünkü senin bunları anlayacağını, en kötümser yaklaşımla bile, bunları anlamaya çaba göstereceğini biliyordum. Çünkü seninle birbirimize duyduğumuz aşktan ziyade, sahip olduğumuz iyiyi ve kötüyü birbirimizle paylaşabildiğimiz, sevdiklerimiz kadar nefret ettiklerimizi de birbirimize itiraf edip, bir şeyleri daha iyi yapmak için sabahlara kadar kitap okuyup, kavga edip, uykusuz kalıp birbirimize küs uyanmayı göze alabildiğimiz bir arkadaşlığımız da vardı. Umudumuz vardı her şeyden önemlisi. Peki, sen ne yaptın? Çalışmayı denediğin tek iş yeri sana birkaç yıl istediğin maaşı vermedi, umduğunu bulamadın diye, ha bir-iki tane de dandik kalp kırıklığı yaşadın diye her şeyden vazgeçip kendini izole etmeyi seçtin! Sahip olduğun potansiyeli herkesten çok daha aşağı görüp, kendinle herkesten çok dalga geçip, kendini o ufacık çiftliğe kapattın. Yıllarca dilinden düşürmediğin, hayat enerjinin kaynağı olduğunu falan iddia ettiğin, insanlığa karşı duyduğun o büyük öfkenin ateşi yalnızca çiftlikteki bir avuç insanı mı yakmaya yetiyormuş?  Yoksa daha mı çok yanılıyorum? Kendi buğdayını öğütüp kendi ekmeğini yapmaya başladığında ve hayatta kalman için kimse senden daha fazlasını talep etmediğinde öfken bir anda sönüp gitti mi? Kendini antidepresan bağımlısı birkaç “drama queen” ile bir tiyatro sahnesine kapatıp birkaç ay mutlu olduğunu zannettiğinde her şeyi çözmüş mü olacaksın? Kendini “gerçek” hissedecek misin sahiden? Birinden duymaya ihtiyacın varsa ben sana söyleyeyim: Biz hepimiz, yani insanlığın geri kalanı, etrafımızda örülü yüksek duvarlar olmadan dünyadaki geri kalan yedi milyar insanla bir arada, onlardan gelebilecek tüm tehlikelere açık ve onların varlığına, desteğine, sevgisine muhtaç olduğumuz gerçeğini inkâr etmeden yaşıyoruz. Başka bir deyişle, hiçbirimiz kendini milyarda bire yakın bir oranda özel hissedecek kadar bozuk bir algıya sahip değil. Yeryüzünün en büyük derdini biz çekmişiz, en büyük haksızlıklara biz uğramışız, insanlığa verdiğimiz şeylerin bırak karşılığını, küçük bir parçasını dahi ondan sadece biz alamamışız gibi, buluğ çağındaki çocuklar gibi küsüp, kaçıp, kendimizi bir takım duvarlar arkasına hapsedip, zaten herhangi bir şeyle savaşmaya falan gücümüzün olmadığını daha en başından kabul etmiyoruz.

Peki ya en fazla bir sene içinde muhtemelen olacakları düşünmeyi hiç akıl ettin mi Uğur? Çakma “kaybedenler klübü”nüz medyada birazcık daha fazla ses getirmeye başladığı anda hem hükûmetin, hem kendini politik zanneden çakma aktivistlerin, hem de onları temsil eden bir takım grupların üzerinize yüklenmeye başlayacağı ihtimali hiç gelmedi mi aklına? Ne anarşistliğiniz kalacak, ne komünistliğiniz, ne masonluğunuz, ne de cemaatçiliğiniz. Hadi çok şaşırtıcı bir şey oldu ve kapınıza kilit takmayı beceremediler diyelim, sayınız biraz daha artıp az çok ciddi boyutlarda üretim yapmaya başladığınız zaman, elinize ihtiyacınız olandan ya da tüketebileceğiniz kadarından az daha fazla ürün geçmeye başladığında, o fazlalıklarla ne yapılacağına nasıl karar vereceksiniz, bu konuda herhangi bir planınız veya öngörünüz var mı, çok merak ediyorum açıkçası.

Modern dünya tarihinin en meşhur başarısızlık hikâyesini yeniden canlandırmak uğruna kendine olan bütün güveninden, seni çevreleyen koskoca bir gerçeklikten kaçıp gittiğine inanamıyorum, inanmak da istemiyorum.
Lakin inanmak istemeyip inanmak zorunda kaldığım, vazgeçmek istemeyip vazgeçmek zorunda kaldığım birçok şey gibi, hayatlarımızı paylaştığımız zamanlarda tanıdığımı zannettiğim ve hatıralarımın arasında en güzel yere koyduğum Uğur da basit bir yanılsamadan ve hayal kırıklığından fazlası değilmiş.

Bunun son olması dileğiyle,

Hoşçakal.

Burcu

15 Haziran 2012 Cuma

49


“Ben gidip şunu okuyayım,” diye mırıldanarak binaya girdiğinde kimse peşinden gitmedi. Bilgisayarın karşısına oturur oturmaz zarfı oradaki bir kalemle açıp, çıkardığı kalınca mektubu okumaya başladı:

Merhaba Uğur,
Bir süredir sana ulaşmaya çalışıyordum, numaranı yazıp arama tuşuna bastığımda, Facebook hesabını bulduğumda ya da mektup yazmak için elime kalemi aldığımda söze hangi cümleyle başlayacağımı dahi bilmeden. Seni ve memleketi terk edip gittiğim o günlerde, uçağa binmeden önce ardımda bırakmak istediğim bütün insanları, bütün telefon numaralarını, bütün adresleri hafızamdan ve rehberimden sildiğim için, ismin ve soyadınla internette yaptığım hiçbir arama da sonuç vermeyince, bu çabamdan birkaç hafta önce vazgeçmiştim. Ta ki dün bir bölümünü yeniden okumak için kitaplıktan çıkardığım Yeraltından Notlar’ın sayfalarının arasından Çiğdem Teyze’nin cep telefonu numarası düşene kadar.

Annen beni oldum olası pek sevmez, bilirsin, o yüzden aramaya çekindim önce. Ama sağ olsun, belki biraz da seni özlediğinden ve dert yanacak birilerine ihtiyaç duyduğu için, çok iyi karşıladı beni. Çiftliğe gitmeye karar verdiğin günden beri olanları anlattı üstünkörü, mektup adresini vermesini rica ettiğimde de beni kırmadı. Hoş, orada olduğunu öğrendikten sonra basit bir aramayla adresini kendim de bulabilirdim, zira sizin küçük sevimli çiftliğiniz artık kamuya mal oldu biliyorsun, en az haftada bir defa haber bültenlerinde ya da televizyon şovlarında adının geçtiğini duymak mümkün. Alternatif olarak doğup zamanla “ana akım”a malzeme olması açısından, çiftliğinizin şimdiye kadar bütün tahminlerimi haklı çıkardığını söyleyebilirim. Yakında kolejli lise öğrencilerinin sırt çantalarında sizle ilgili rozetler görürsem, ya da televizyonda çiftlik konseptli yarışma programları düzenlenmeye başlarsa da çok şaşırmayacağım.

Aslına bakarsan gazetede Melis Kuyucu'nun çiftlikle ilgili haberini ilk okuduğumda bir an için aranıza katılmayı düşündüğümü inkâr edemem. O zamanlar senin çiftlikte olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu tabii. Bunun yanı sıra hayata karşı tahammül sınırlarımı bugüne kadar en çok zorlayan dönemlerden birinin içinden geçiyordum. Hayatımın Tutunamayanlar romanının bir köşesine konu olmayı hak edecek bir başarısızlık öyküsü olduğu gibi klişe bir düşüncenin içindeyken Demir isimli adama âşık olup (evet, senden sonra da aşklarım oldu), kendimi birden bataklığın içinden bulutların üzerine yükselmiş gibi hissetmiş, ardından yine fazlasıyla klişe bir evlilik, aldatılma ve boşanma zinciri ile giderek yükselen bir ivme eşliğinde çamurun içine geri dönmüştüm. İşte gazetedeki o röportajı görmem, tam bu döneme rastlıyor.

Bırak konuşmayı, kimsenin yüzünü dahi görmek istemediğim o günlerde bazı şeyleri etraflıca sorgulama fırsatım oldu. Uzun yıllarımı doğanın kendine özgü bir adalet anlayışı olduğuna ve hayatta başımıza gelen her küçük şeyin bir şekilde kendi eylemlerimizin sonucu olduğuna inanarak geçirmiştim. İşimi çok iyi yapabiliyorsam ya da yeterince etkileyici bir iletişim yeteneğine sahipsem, insan olmanın onuruna yakışmayan ego mücadelelerine girmeden de başarılı bir kariyer elde edebilirdim mesela. Ya da üniversitede deliler gibi âşık olduğum hocamın karısıyla arasındaki bağa kendi arzularımdan daha çok saygı duyduğum için onunla ilişkiye girmeyi reddettiysem, zamanı geldiğinde bir başka üniversite öğrencisi de benim ilişkime aynı saygıyı gösterebilmeliydi. Yani basitçe ifade etmek gerekirse, hayatın gerekli malzemeleri gerekli ölçülerde karıştırıp fırına verdiğimde bana lezzetli bir kek sunacağına inanmıştım aptalca. Bu aptallığın farkına varmamı sağlayan şeyin daha da aptal bir aşk hikâyesi olması ise beni daha da öfkelendirmekten başka bir işe yaramamıştı. İyiyle kötünün birbirini dengelediği falan yoktu. Çünkü ölçeği tek bir insana indirdiğimizde, iyiyle kötü o insanın içinde birlikte barınıyordu. Tüm hayat öykümü birbirine zincirlenmiş görüntüler halinde düşündüm uzun uzun, seni, Mete’yi, Enis’i, Deniz’i, Demir’i… Ben mi sizi terk etmiştim, o masalardan kalkan, o kapıları kapatan, o valizleri toplayan ben miydim, yoksa siz mi beni bırakıp gitmiştiniz çok daha öncesinde? Kişisel olanın aynı zamanda politik ve toplumsal olduğu varsayımı üzerinden, sizinle olan ilişkilerimde sorun olarak gördüğüm ne varsa bunları topluma mal ettiğim için, bir şeylerin yolunda olmadığını hissettiğimde var olan sistemden daha çok nefret ediyor ve işleri hepimiz için daha karmaşık hale getiriyordum. Duvarlarınızı kıramayacağımla yüzleştiğimde ise tek yaptığım çekip gitmek oluyordu. 

14 Haziran 2012 Perşembe

48


Hakan ve Lütfiye rahatladıklarını açıkça belli eden yüz ifadeleriyle birbirlerine baktılar. Roninlerin bundan önceki projesi olan at yetiştirmeye göre bu çok daha makul hatta faydalı olabilecek bir çabaydı.

“Ama yanlış anlamayın,” dedi Berk, “biri çalsın herkes dinlesin türü sanattan hoşlanmıyorum ben. Hatta biri bestelesin, herkes onu çalsın da demiyorum. Sanat dediğin üretilmeli. Herkes ilgilendiği sanat konusunda biraz temel eğitim almalı, sonra da yaratıcılığını konuşturmalı."

“Ben bu projeye her türlü desteği vermeye hazırım, hem şu sanatla ilgili tartışmalara da faydası olur. Sen ne dersin?” dedi Lütfiye Hakan'a bakarak.

“Ben de elimden geleni yaparım, hatta vakit buldukça katılırım da. Bunun için bir oylamaya falan da gerek yok; ne yapmak istiyorsanız ilk toplantıda çıkın duyurun, ben de size bütçe ayarlayayım!"

Roninler nedense karşı çıkılacağını düşünmüş olacak ki projenin bu kadar kolayca kabul edilmesini büyük şaşkınlıkla karşıladılar. Bir anda üzerinde düşünmesi zevkli, bir sürü hayale olanak sağlayan düşünceleri fiilen çalışma gerektirecek, bütçeler, duyurular, enstrüman ve ekipman satın almalar, günlerce hatta aylarca sürecek başarısız alıştırmalar halini almıştı. Birkaçının yüzünde sevinç işaretleri olsa da çoğu ne düşüneceğini bilemez haldeydi. Bu acayip yüz ifadeleri kervanı 9 numaralı binanın yanından geçip yemekhanenin önündekiler tarafından görünür hale geldiğinde Muammer ve Sevda onları hemen fark etti. Öğlen yemeği saati geldiğinden ortalık artık ıssız değildi, yemek için gelmiş birkaç kişi de durup bu garip kervanı seyre daldı. Bunu fark eden Roninler huzursuz oldular ve "biz artık gidelim" demeye başladılar. En arkadaki iki üç tanesi şimdiden yürüyüşlerini yavaşlatmış, sıvışmak için fırsat kolluyordu.

“Gençler,” dedi Hakan, “bizim biraz işimiz var. Siz isterseniz yemekhanede oturun, hem öğle yemeğini yiyin hem de konuyu konuşun. Biz de işimiz bitince yanınıza geliriz.”

Gönülsüzce yemekhaneye yollanan gruptan ayrılan Lütfiye ile Hakan, hâlâ kompost atıklardan bahseden Bahadır’ın yanına geldi.

“Çok beklettik seni, kusura bakma” dedi Hakan. “Buradaki işiniz bittiyse yemekhaneye geçelim, orada yemek yerken konuşuruz."

* * *

Bülent ve Uğur, idari binanın önünde konuşuyorlardı.

“O son lafları hiç bekler miydin Hakan abiden,” dedi Bülent. “Adam gayet mutlu görünüyor, sevgilisi var..."

“Nişanlısı” diye düzeltti Uğur.

“Canım her neyse! Hayatında onu seven bir kadın var. İstediği gibi bir yerde yaşayıp istediği şeyleri yapıyor ve her sabah kalkmak için en az bizim kadar zorlanıyor."

“Aslında çok şaşırtmadı beni. Hepimiz öyle değil miyiz? Belki onun kadar iyi anlatamayız derdimizi ama hepimiz anlamlı olan bir şeyler aramıyor muyuz?"

Bülent verecek bir cevap bulamadı, sustu. Uzaktan gelen bir bisikletlinin kendilerine el salladığını görünce ona doğru yürümeye başladılar. Biraz yaklaşınca gelenin Halil olduğunu ve elinde günün mektuplarını tuttuğunu gördüler.

“Hah,” dedi Uğur, “senin savcı yollamış sonunda sarı zarfı!”

“Hadi oradan kerkenez,” dedi Bülent.

Halil yanlarına gelince frenlere asılıp durdu ve biraz soluklandı.

“Postacı kapının orada yakaladı beni, imzalanacak bir şey olmadığını, sadece mektuplar ve faturalar olduğunu söyleyip elime tutuşturdu hepsini, gitti. Seni görünce,” dedi Uğur’a, “el salladım kaçma diye, mektuplardan biri sana!”

“Bana kim mektup yazacak ki…” derken kendisine uzatılan zarfı eline aldı Uğur ve suratı bembeyaz oldu. Zarfın üzerinde, gönderen olarak Burcu’nun adını gördü Bülent. Burcu'dan gelen bir mektup. 

13 Haziran 2012 Çarşamba

47


Onlar lafa dalmışken Berk ile Buket de koşar adım yetişmekteydi. Hakan doğrudan konuya girdi:

“Berk’in de bir ilgisi var mı bu konuşmak istediğiniz konuyla?”

“Evet,” dedi Merve, “hatta onun anlatmasını tercih ederiz. O en az kelimeyle, lafı dolandırmadan anlatmayı becerecektir. Bu arada, şu isim takma konusunda ne yapacağız?"

“Size tamamen tarafsız bir isim bulsak olmaz mı?” diye önerdi Lütfiye. “Mesela şimdi öyle ya da böyle 8 tartışma grubu var, siz hiçbirine dâhil değilsiniz. En azından şimdilik. Size 9. Grup diyelim.”

“Sanırım bu olabilir,” dedi Küçük Hakan. “Kendi aramızda konuşuruz ama kimsenin bir itirazı olmaz diye umuyorum.”

Berk ile Buket sonunda yürüyüş halindeki gruba yetişmiş, nefes nefese yürüyorlardı. Konuşacak hale gelmeleri için gereken süreyi beklemeden lafa dalan Berk kesik kesik konuşmaya başladı:

“Biz … bayağıdır konuşuyoruz kendi … aramızda. Yeterince uyaran ... yok hayatımızda. İster istemez sıkılıyor ... yirmi beş yaşın altındakiler.”

O biraz soluklansın diye Merve lafa girdi:

“Bizim neslimiz televizyonsuz yaşamayı bilmiyor maalesef. Hayatımızda sürekli bir dış ses vardı, ya televizyon, ya radyo, ya da sürekli konuşan anne babalar. Cep telefonlarımızı, internetimizi, sosyal medyadaki hesaplarımızı kapatıp geldik buraya ve canımız sıkılıyor.”

“Evet, ama buraya gelirken kurallarımızı açıkça anlatmıştık size…” diye araya girmeye niyetlendi Hakan.
“Kuralları biliyorduk, ama uymanın bu kadar zor olduğunu düşünmemiştik. Başlarda bedensel işler bizi o kadar çok yoruyordu ki bunları düşünecek halimiz kalmıyordu,” dedi Berk. O asla Roninlerden biri olmamış, ama onlarla arkadaşlık etmekten de geri durmamıştı. Son zamanlarda onlarla gitgide daha fazla zaman geçiriyordu. "Ama şimdi ağır bedensel işlere alışan insanlar evlerine döner dönmez pelte gibi yığılmıyor yatağa, çalışmaya alıştılar. O yüzden de bu sıkıntıları daha net fark ediyorlar. Sadece bizim neslimiz değil, herkes kendi iç sesiyle baş başa kalmaktan, sürekli düşünmekten bunaldı. Kitap bile okumuyorlar, çünkü yine kendi seslerinden duyuyorlar hikâyeyi!”

Neredeyse tüm Roninler güldü bu lafa, Lütfiye ve Hakan bile gülümsediler.

“Ne dediğinizi anlıyorum sanırım,” dedi Hakan. “İşin bu yanını çok düşünmemiştim çok fazla. Sen ne diyorsun Lütfiye Abla?”

“Ben değil, onlar bir şey diyecek sanırım. Bir önerileri olmasa bir araya gelip konuşacak cesareti bulamazlardı."

Berk bu kesintiye rağmen, kendi aklındaki düzeni bozmak huyu olmadığından için tespitlerini sıralamaya kaldığı yerden devam etti:

“İnsan beyni de, bu benzetmeyi pek beğenmeyeceksiniz ama sadece bir benzetme, bir motor gibi. Sürekli yüksek devirde çalıştırmak yıpratıcı oluyor, insan sürekli düşününce yoruluyor. Uykusunda bile felsefe, komplo teorisi sayıklayanlar var. Uyumak bile dinlendirmiyor demek ki. İnsanlar sırf bu yüzden daha sık tartışır hale geldi bence, gerginlik arttı bu kış fark ettiyseniz. Günlerin kısalmasıyla falan açıklanamayacak bir durumdu. Hasan Abi burada olsaydı kaç kavgayı başlamadan ayırdığını anlatırdı. Sonra bahar gelince insanlar yeniden mutlu oldu sandınız kavgalar bitince, ama sadece hormonlar devreye girdi. Kediler gibi çiftleşme mevsimine girdi çiftlik. Bir cinsel özgürlük dalgası herkesi sardı, sanırım onu da fark etmediniz. İki eşcinsel çift bile var çiftlikte. Ama bu dalga da gelip geçecek."

“Sen ne öneriyorsun?" Lütfiye sormuştu bu soruyu. Çiftliğin geri kalanıyla kulübe arasındaki en yüksek noktaya ulaşmış, yokuş aşağı inmeye başlamışlardı.

“Benim bildiğim tek bir şey var, sanat. O yüzden insanlara sanatla ilgilenme fırsatı verelim. Ben müzik konusunda elimden geleni yaparım, Batuhan'ın da bağlaması var odasında ama sesini hiç duymadım. İnsanların ilgilendiği diğer sanat dallarıyla ilgili de çözüm bulunur.”

12 Haziran 2012 Salı

46

“Hakan,” diye seslendi Lütfiye’nin arkasında neredeyse görülmeyen Buket, “bizim konuşacağımız şey önemli.”

“Bundan eminim,” dedi Hakan soğukkanlılıkla. “Önemli olmasa bir araya gelip hep birlikte Lütfiye Ablanın başına çökmezdiniz. Ama benim işim de acil, Aydın'dan gelenler yarın gidecek ve sormak istedikleri bir sürü soru varmış. Sizin önemli konunuzu akşam, sakin kafayla konuşsak olmaz mı?"

Roninler birbirlerine baktılar. Muhtemelen sabah kadar, artık her neyse o konuda konuşmuş, belki biraz uyumuş ve ilk fırsatta kulübeye gelmiş gibi görünüyorlardı; yorgun ama kıpır kıpırdılar. Nadiren böyle heveslenip bir araya gelirler, o neredeyse çocuksu heyecanları sönmeden harekete geçmeleri gerekirdi. Aksi takdirde, hele ve bir gece tek başlarına yatakta dönüp dururken konuyu enine boyuna düşündüklerinde bütün hevesleri kaçar, ertesi gün biri caydığını açıkça söylese de konu kapansa diye umutla birbirlerinin yüzlerine bakarlardı. Sıkıntıları ve mutsuzlukları gerçek ve kalıcı, sevinç ve heyecanları ise daha gerçek fakat uçucuydu.

Hakan bu sessizliği bölmek için:

“Ya da bizimle birlikte gelin, yolda anlatmaya başlayın,” dedi, “veya kaldığınız yerden devam edin. O toplantıyı bir iki saat ertelememiz için bizi ikna etmeniz gerekecek çünkü.”

Umutlanan grup oturdukları sandalyelerden, verandadaki banklardan ve dayandıkları korkuluklardan kalkarak birden hareketlendi; kimi neredeyse yerinden sıçrayarak kalktı, diğerleri kendi aralarında fısıldaşarak hemen Lütfiye'nin yanında bitiverdiler. Onca fısıltı arasından duyabildiği tek ses "Berk'i de çağırsaydık" oldu Hakan’ın, şu anda muhtemelen çalıştığı tarlaya birini gönderip göndermeyeceklerini izlemek için daha dikkatle takip etti.

“Ben gidiyorum Hasancığım,” dedi Lütfiye, “bu iş sana emanet.”

Hep birlikte yürümeye başladıklarında arkada kalan Buket koşarak dere kenarına indi. Diğerleri birlikte yürüseler de konuyu açmaya niyetli değildiler:

“Aydın'a kaç kişi gidecek bizden," diye sordu Küçük Hakan, "kadroda yer var mı?"

“Oğlum şube mi açıyoruz da oraya tayin yapalım,” diye cevapladı Hakan, "hem senin ne işin var oralarda?"

“Yok, kendim için demiyorum, ama uzaklara gönderilecek birkaç adayımız var."

Roninlerin gülüşmelerinden sevmedikleri bazı tipleri çekiştirdikleri ve yollamaya pek hevesli oldukları belliydi. İsim vermeseler de kendilerine yargılayarak bakan, onlarla tartışan ve arkalarından konuşanların farkında oldukları belliydi.

“Bir de,” dedi Merve, “şu isim takma olayını biraz abartmıyor musunuz? Kimi Ronin diyor bize, kimi başka bir şey. Bu serdengeçti lafını da duyunca iyice tepem attı vallahi."

Bu lafları gülerek söylediğinden Lütfiye’nin o meşhur öfkesine maruz kalmadı Merve.

“Zor oluyor sizden bahsetmek. Onlar desem açıklayıcı olmuyor, kendinize koyduğunuz bir isim de yok. Ne diyeceğimi bilemiyorum."

“Çünkü tek ortak yanımız, bir gruba dâhil olmayışımız. O yüzden ortak bir ismimiz yok. Sen bizi daha önce hiç bir arada gördün mü Hakan?"

“Görmedim,” diye itiraf etti Hakan, “ve bu durumdan biraz korkmuyorum desem yalan olur.”

11 Haziran 2012 Pazartesi

45


Yataktan kalkıp ayaklandığında Sevda'nın peşinden gitmek için pek acele etmedi, önce gömleğini koklayıp değiştirmenin gerekli olup olmadığını kontrol etti, ardından pencerede zar zor gördüğü aksine bakıp saçlarını elleriyle düzeltti. Koyu kahverengi, sert ve kalın telli saçları parmaklarına hemen boyun eğmese de uzun boyları direnmelerini zorlaştırıyordu; sonunda biraz hale yola girdiklerinde odadan çıkabildi. 7 numaralı binadan çıktığında ayakları onu kulübeye doğru götürüyordu; uzaktan ona bakıp el sallayan Sevda'ya bağırarak ulaşmaya çalıştı:

“Ben gidip Lütfiye Abla’ya bakacağım,” diye bağırdı kuvvetlice, "hemen geliyorum."

Kulübeye giden yol üzerindeki binaların yanından geçerken ne kendisini durduran, ne de selam veren oldu. Neredeyse öğlen olmuştu, tarlalarda çalışan ahali yakındaysa yemekhaneye, değilse bir ağaç altına sığınıp yemek yiyecekti bu saatte, buna rağmen ortalık sakindi. Hakan, ayağından neredeyse hiç çıkarmadığı postalları, temiz ama eski kot pantolonu ve üzerinde hiçbir şey yazmayan gri tişörtüyle yere sağlam basıyor, yürüyüş kararı sayar gibi hep aynı sakin ve yavaş ritimle yürüyordu. Gittikçe yükselen zemine rağmen nefesi sıklaşmıyor, ancak alnında ufak ter damlaları birikiyordu. Yoldan ayrılıp kestirmeden kulübeye doğru yöneldiğinde adımları hızlanmaya başladı, evine yaklaşıyordu.

Yürüyeceği yolun en yüksek noktasına ulaşıp yokuş aşağı inmeye başladığı anda sebze bahçelerinde çalışan sekizleri gördü. Lütfiye ile Hasan, sesleri doyulmasa da ufak yollu tartışarak kulübenin yanında inşa etmeyi planladıkları seranın duvarları etrafında durmuş, tartışıyorlardı. Duvarlar iki günde neredeyse bel yüksekliğine ulaşmıştı, kulübenin yan tarafına dayanmış düzgün ve taze kalaslarla çatı ve seranın diğer kısımları inşa edilecekti.

Derenin kenarında değirmenin su kanalına su aktardığı noktada Ali bir şeylerle uğraşıyordu. Geri kalanlar ise ellerinde çapalarla pek de düzgün olmayan bir çizgi halinde sebze fidelerinin arasını çapalıyorlardı. Ayrıca son zamanlarda alışıldığı üzere Roninlerin bir kısmı Lütfiye'nin birkaç adım arkasında, kulübenin verandasında oturuyor ve tartışmaya katılıyor gibi görünüyorlardı.

Hakan’ın gelmekte olduğunu, herkesten hızlı ve hırslı çalışarak çapalama hattının önüne geçen Gülay gördü, uzaktan el salladığında önce çapalayanlar durup baktı kimin geldiğine, sonra da Roninler fark etti ve gözlerini ona diktiler. Hakan sesini duyuracak kadar yaklaştığında çapalayanlara "Kolay gelsin" dedi yüksek sesle, cevap olarak da homurtular duydu. Bahçeyi geçip kulübenin yanındaki açık alana ulaştığında artık Lütfiye'nin sesini duyabiliyordu:

“Fenerbahçe yenilince başka takım mı tutayım yani?  Ne saçma şey!”

Herkes gülüyordu, Roninler de dâhil. En derin depresyonlarda, neredeyse katatonik dönemlerinde bile Fenerbahçeliydi Lütfiye, takım tutmaktan vazgeçmemişti. Onun yumuşak karnı ne devrimci geçmişi, ne akıl hastanelerinde geçirdiği karanlık günler, ne de adını asla söylemediği gizli aşkıydı. Sadece Fenerbahçe!
Hakan’ın geldiğini görünce Lütfiye hemen ona döndü:

“Nerelerdesin sabahtan beri?”

“Anlatacağım, birinin günlüğünü okuyordum. Hatta gel, yolda anlatayım. Bahadır kaç saattir bizi bekliyor!"

"Bu serdengeçtileri ne yapacağız," diye sordu Lütfiye, "onlar da konuşmak için gelmişler benimle?" Ronin lafını beğenmemiş, onlara da her hafta başka isimler takmaktan vazgeçmemişti.

Bir harita eskizi


Çiftlik arazisinin ufak bir haritası. İlginizi çekebilir diye düşündüm.

10 Haziran 2012 Pazar

44


“Hiç işim olmaz,” dedi Hakan. Hevesi kursağında kalmış biçimde yatağa oturdu. “Benim azıcık olsun dinlenmem gerekiyor. İstersen sen de bekle, 15-20 dakika sonra gidelim, ya da sen git ben birazdan geleyim.”

“Ay çocuk gibisin bugün, uğraşamam seninle. Ben seni iki saattir burada seni bekleyeyim, üstüne bir de nazını çekeyim; onu mu istiyorsun?”

Böyle demesine rağmen Sevda odadan çıkmamıştı. Göz temasını kesmeden talepkâr biçimde bekliyordu Hakan’ın kendisiyle birlikte dışarı çıkmasını. Oysa Hakan, o da göz temasını kesmeden, yavaş yavaş geri gitti ve yatağın kenarına oturdu. Eliyle yanına dokundu hafifçe.

“Gel bak ne anlatacağım,” dedi gülümseyerek. “Neden geç geldiğimi anlatayım sana.”

“Yok, ben yemem bu numaraları. Anlatacaksan gel, yürürken anlat.”

İkisi de karşı tarafın ne istediğini bilmesine rağmen buna yanaşmıyor, ama pazarlığı da kesmiyordu. İki tane tek kişilik bazanın üzerine yerleştirilmiş, küçük pencerenin aydınlattığı çift kişilik bir yataktan, yatağın iki başucundaki iki tahta sehpadan ve iki branda dolaptan başka bir masa ve iki sandalyeden oluşan oda vücut çalımına izin verecek gibi değildi. Çiftliğin merkezine ve yemekhaneye bakan cephede değildi oda, pencereden göz alabildiğine yeşillik ve bulutsuz mavi gökyüzü görünüyor, Sevda Hakan'da aniden uyandırdığı hevesin inmesi için gereken dakikalarda top çevirmek isterken, Hakan hızla gole gitmek için umutsuzca çabalıyordu.

“Çok yoruyor beni şu oğlanlar, hiç acımıyorsun da bana" diyerek son bir hamle yaptı Hakan.

Sevda yüzüne yayılmış gülümsemenin onu ne kadar çekici kıldığını bilse, maçı uzatmamak için hemen suratını sallandırırdı.

“Kalk hadi,” dedi, “millet tarlada ter dökerken sen iyice gevşedin kentsoylular gibi.”

Hakan yenilgiyi kabul edip göz temasını kesti ve yatağa uzanıverdi.

“Gerçekten 15-20 dakika kafayı toplamaya ihtiyacım var. Özür dilerim.”

Bu ümitsiz teslimiyeti ve şefkat talebini pek iplemeyen Sevda arkasını dönecekken durdu, ne zaman tamamlanacağı belirsiz bir hediyenin peşinatı olarak bir öpücük vermek üzere Hakan'ın yanına gitti. Gözleri kapalı kendisini dinleyen Hakan'a yaklaştı, eğilip dudaklarına yapıştı. Hakan kollarıyla onu kavrayıp kaçamaz hale getirmeden önce, yani şaşkınlığı geçip öpücüğe karşılık vermeye başladığı an dudaklarını ayırıverdi. Bir şey söylemeden kapıya gitti, kapıyı açıp dışarı çıktığında da Hakan’ın çok ihtiyaç duyabileceği mahremiyeti engelleyecek biçimde kapıyı açık bıraktı.

Hakan birkaç dakika boyunca kımıldamadan yattıktan sonra gözlerini açtığında oda artık çirkin dört duvardan, baskıcı bir tavandan ve üstündekini silkeleyip atmak isteyen nemrut bir zeminden ibaretti sadece. Mobilyalar da sözleşmiş gibi yaşlı, bezgin duruyorlardı yerlerinde. Hepsine grinin tonları sinmişti.

8 Haziran 2012 Cuma

43


Bülent ile Uğur içeri dönerken yüzünü yaz güneşine dönüp 7 numaralı binaya doğru yürümeye başladı. Neredeyse öğlen olmuştu, güneş tam tepesinde yükseliyor ve ilk birkaç adımdan sonra insanların terlemesine neden olacak kadar çok ısıtıyordu ortalığı. Yağmurlar kesileli yeterince süre geçtiğinden neredeyse herkes tarla sürmeye gitmişti, Ahmet ile Batuhan da mevsimi geçti uyarılarına rağmen fidan dikmek için sabah erkenden tepelere çıkmıştı. Duyulan tek ses, onlara traktör arkasında ufak bir depoyla su götüren birinin sesiydi. Hakan tanımak istercesine yemekhanenin arkasından tepelere doğru uzaklaşan traktöre baktı, sonra vazgeçip binaya doğru yürümeye devam etti.

Yemekhanenin yanından geçerken arka bahçede Bahadır ile Muammer’i gördü. Bahadır muhtemelen söz verdiği gibi kompost gübre yapmak için neye ihtiyacı olduğunu anlatıyor, Muammer ise dikkatle dinliyordu. Duyabildiği tek kelime “beton” oldu, hiç bulaşmadan devam edip onlara görünmeden 7 numaralı binaya dalıverdi. 5 ve 6 numaraların aksine 7'nin ilk katı tamamen bölgeden toplanan taşlarla inşa edilmişti. Kolonların arasına neredeyse 25 santim taş ve ufak kaya parçaları ile bir duvar örülmüş, tarlalarda baş belası olan taşlar böylece bir işe yaramıştı. Ancak oturup düşündüklerinde taş duvar örmek o ilk sene karşılayamayacakları bir lükstü, inşaat kalfalarına sadece mutfağın bir duvarını ördürmüş, gerisini kendileri yapmakta ısrar etmişlerdi. Tam on gün süren çabanın ardından güneye bakan duvara taş yetmemiş, traktörle tepelerden taş çekmişlerdi. Görüntüsü şık olmasa da kendi el emeklerini açıkça ortaya koyan bu taş ev, çiftlikte sekizlerin kütük kulübesinden sonra en çok sevilen binaydı. Diğer binaların birinci katı için on beşer gün ayıramayacakları için tek taş bina bu olmuştu.

Taşın en iyi yanlarından biri de sıcağı içeri salmamasıydı. Yazları binadan içeri girince bariz bir rahatlama hissediliyordu, Hakan da bu serinliğin tadını çıkararak yavaş adımlarla üst kata çıktı. Kapıyı çaldı, içeriden gelen sese uyup kapıyı açtı.

Sevda odanın ortasında durmuş, elleri belinde ona bakıyordu.

“Neredesin sen?”

“Anlatması uzun sürer," dedi Hakan, "bir şeyler yazıyordum. Sonra Bülent ile konuşup onu Aydın’a gitmeye ikna ettim. Uğur’u da Fatsalıların peşine saldım.”

Sevda ellerini belinden indirdi:

“Hani biz gidecektik Aydın’a?”

Sesinden hesap mı sorduğunu yoksa sevinç mi duyduğunu anlamak mümkün değildi.

“Ben burayı bırakıp gitmeye hazır değilim tam. Sen gitmek mi istiyordun?”

“Ben de gitmek istemiyorum aslında, ama kendimi biraz hazırlamıştım açıkçası. Belki giderken bir gün mola verip bizimkilere de uğrarız diyordum.”

"İyi olurdu, değil mi? Gitmek istemediğini anladığım için sana sormadan Bülent'e yıktım işi. Hem bu aralar morali de pek yerinde değil.”

“Demek artık bana sormadan kararlar alınıyor,” dedi Sevda. Artık yüzündekinin bir gülümseme olduğu açıkça belliydi. “Belki ben gitmek istiyordum?!”

Hakan sesin içine gömülmüş olan cilveli, şakacı ve iğneleyici tonu yakaladığı anda Sevda’ya yaklaştı ve onu öpmek için dudaklarını yaklaştırdı. Ama alabildiği sadece ufak bir dudak teması oldu, Sevda omzuna şakacıktan vurarak kovaladı onu hemen.

“Bahadır’la Muammer bizi bekliyorlar. Hadi!”

7 Haziran 2012 Perşembe

42


BÖLÜM 4

Hakan odadan çıktığında Uğur ve Bülent’i kapının önünde kendisini beklerken buldu. Her ikisi de endişeli ve merak içinde görünüyordu, içeride neler olduğunu çözememiş gibiydiler, ama kapıyı çalıp içeri girmeye de cesaret edememişlerdi.

“Hadi,” dedi Hakan, “dışarı çıkalım, orada konuşuruz.”

İdari işler binasının iç bunaltıcı gri boyalı kısacık koridorundan çıktıklarında kapının önündeki beton zeminde durup yüzünü meraklı ikiliye döndü Hakan.

“Dosyayı okudum, sonra dayanamayıp ben de bir şeyler yazdım. Daha da yazardım ama biliyorsunuz misafirlerimiz var.”

Bülent ve Uğur bir şey demeden birbirlerine baktılar.

“Okumak için zamanınız olacak, merak etmeyin. Bu dosya artık sadece senin değil,” dedi Bülent’e bakarak, “artık üçümüzün sırrı oldu. Şimdilik bundan kimseye bahsetmeyelim, yazılanları da lütfen silmeyin. Benim belgeleme amaçlı günlüğümden çok daha özel bir metin çıkabilir ortaya. Bunu daha sonra konuşuruz. Bülent Aydın’dan geldikten sonra. Ne dersin Bülent, Bahadır'a yardım etmek için oraya gidip ikinci çiftliğin kuruluşunda bulunmak ister misin? Kâbusların azalır belki…”

“Ben … bilmiyorum. Yardıma mı ihtiyaçları varmış?”

“Benden rica ettiler, ama ben gidemem. Sevda açıkça söylemese de pek gitmeye hevesli değil. Ben de burayı bırakıp gitmeye hazır hissetmiyorum henüz kendimi. Uğur sen gelene kadar mektuplara falan bakar. Değil mi?"

“Bakarım, sorun değil” diyerek sırıttı Uğur. “Ne dersin?”

“Peki.”

“Yarın yola çıkmanız lazım ama, oradakiler bir an önce işe başlamak için bekliyorlarmış. Bu konuda öğleden sonra yine burada ufak bir toplantı yaparız, Bahadır, sen, ben konuşuruz. Lütfiye Abla da gelmek istiyordu, müsaitse o da gelir. Sen kafandaki soruları yaz bir yere, bir de gidip çanta falan hazırla kendine."

Uğur’a döndü Hakan:

“Sen de şu Fatsalılarda ilgilenmeye ne dersin? Ortalıkta anasını kaybetmiş ördek yavruları gibi dolanıyorlar. Var mıydı işin?”

“Sanayiden beklediğim hava filtreleri gelmediyse traktörlerin bakımını yapamam, kapıya bir sorayım, gelmemişse Fatsalıları gezdiririm ben de."

“Tamam, görüşürüz o zaman,” dedi Hakan. "Uğur, şu odayı kilitleyip anahtarını getirsene bana, arkamı döner dönmez yazdıklarımı okumanızı istemiyorum. Henüz buna hazır değilim!"

İkilinin hayal kırıklığına uğradığını görünce sırıttı Hakan: “Ya da gidip hemen okuyun, sonra sen çanta hazırlamaya, sen de Fatsalıların yanına!”

Pdf dosyası olarak ilk üç bölüm


Merhaba,

İlk üç bölümün pdf dosyasını aşağıdaki adresten indirebilirsiniz:

http://s2.dosya.tc/server15/Utj4XB/BOLUM1-2-3.pdf.html

6 Haziran 2012 Çarşamba

41


Benim sabahları yataktan kalkmamı sağlayan şey o ışığı bir gün yakacak kişiler içinde olma ihtimalim. Sonunda ölüm olan bir hayatı yaşamanın ne kadar saçma olduğunu, her devrimin en fazla bir nesil içinde yozlaştığını, her değişikliğin kendi muktedirlerini yarattığını söyleyen o iç sesimi susturuyorum, istisnasız her gün "ne anlamı var?” sorusuna "şu anda bilmiyorum ama bulacağım" cevabını veriyorum ve devam ediyorum. Bu soru kafanıza bir defa yerleşti mi bütün kutsallarınızı yerle bir ediyor, tutunduğunuz her dalı kırıp elinize veriyor, yaşamaya devam etmeyi anlamsız gördüğünüzde karnınız bile acıkmıyor. Ölümü düşünürken buluyorsunuz kendinizi, düşündükçe dibe iniyor ve hayatla başa çıkma iştahınızı yitiriyorsunuz. Biri sizi yukarı çekiyor, ama bunu yapmak için sizi ikna edecek şeyler söyleyemiyor – “düşünme, düşünmekle çözülecek bir sorun değil bu” diyorlar, “insanları üzüyorsun” diyorlar, “bak herkes hayatını yaşıyor, keyfine bakıyor, sen de onlar gibi olabilirsin” diyorlar. O sesi bastırıp, o sese rağmen hayatını büyük bir yalan gibi sürdürüyorsun.

Hayat bayram, dünya ütopya olsa bile, bir tek kişi bile aç açık kalmasa, acı çekmese bile ölüm düşüncesi ay gibi bizi takip ediyor. Gündüz güneş saklıyor onu, gece bulutlar, ama orada olduğunu biliyoruz hep. Güneş batarken gözümüz onu arıyor, gördüğümüz anda artık ne tarafa bakmamamız gerektiğini öğrenmiş oluyoruz ancak. Gece perdeleri çekiyoruz, sureti gelmese de aydınlığı perdelerden içeri sızıyor. Onun bize verdiği ıstırabı seviyoruz neredeyse, onunla yaşamayı öğreniyoruz.

Bazıları, yani şanslı olanlar, ölüm orada değilmiş, her hamleyi, her düşünceyi, her güzelliği, her zevki değersizleştirmiyormuş gibi davranıyorlar. Onları sarsıp gerçeği haykırmak istedim eskiden, mutluluklarının salakça olduğunu söylemek isterdim. Aslında kıskançlıktı bu sadece. Şimdilik onlardan uzak olmak yetiyor bana. Zaten çiftlikte onlardan bir tane bile yok sanırım. Hepimizin ağzındaki acı tadın sebebi ölüm, hayatı tutamayışımızın nedeni ölüm korkusu gibi geliyor bana; ama bunu hiç açıkça konuşmadım buradakilerle. Ben devrimle, başkası sanatla, diğerleri felsefeyle oyalıyor kendini, o düşüncenin kafamıza girmesini engellemek için her gün süngü savaşındayız.

Savaşta kaybedecek olanın neden inatla süngüsünü taktığını, neden kaçmadığını filmlerden, romanlardan değil, yenileceğiniz gerçeğini tam anlamıyla kavradığınız halde kravatınızı bağlamaya devam ettiğinizde öğrenirsiniz.

40


O günden sonra da, bu olay her yeni gelene anlatıldığından mıdır nedir, bu konudaki otoritemi sorgulayan olmadı. Sevda hariç. O her akşam, kışın yatağımızın, yazın ortada yanan ateşin sıcaklığında vicdan azabı gibi o günü sorup duruyor bana; bunu neden böyle yaptın, şunu neden şöyle yaptın diye. Bana ilgisinden midir bilmiyorum, günümün nasıl geçtiğini sorup bırakmıyor sadece – çünkü ben çok anlatan biri değilimdir. “Nasıl geçti günün?” dendiğinde “İyi” derim genelde, tek kelimeden uzun cevabım olmaz. Bunun bir dürtme, bir konuşma başlatma sorusu olduğunu bilirim de anlatacak bir şey bulamam, o gün başımdan geçenler bana ilginç, anlatmaya değer şeyler gibi gelmez. Kendimi sakladığımdan, paylaşımcı olmadığımdan falan da değil ha, neyi paylaşacağımı, nasıl paylaşacağımı bilmediğimden oluyor bunlar hep. Kafamın içindeki sesi ne zaman dışarı vermem gerek bilmiyorum.

Ama Sevda kısa süre içinde benim sessizliğimi nasıl aşacağını çözdü; bir gölge sekreter gibi bir sonraki günün programını öğreniyor, akşamına da her birini tek tek soruyor. Bununla da kalmayıp gündüzleri topladığı haberleri bana anlatıyor, hele benimle ilgili bir olay varsa ne yaptığımı veya yapacağımı soruyor. Başlarda bu on dakikalık konuşmalar garibime gitse de şimdi alışmaya başladığımı itiraf etmeliyim. Hem bizi beklemediğim kadar yakınlaştırıyor, hem de günün sonunda kendi kendime yaptığım değerlendirmeleri daha çekilir kılıyor. Kendi kendime yaptığım değerlendirmelerde acımasız olurken onun uyarılarıyla kendime biraz daha fazla merhamet gösteriyorum denebilir.

Bütün bu annelik işlerinden başka bir şey yapmıyor musun diyebilirsiniz bana, kendin için ne yapıyorsun diye sorabilirsiniz. O röportajdan sonra fikirlerim değişti diyebilirim; en azından artık medeniyetin çöplüğü olduğumuzu düşünmüyorum. Evet, hepimiz mevcut düzenin çarklarına kolumuzu, bacağımızı hatta kafamızı kaptırdık, yaralıyız. Ve evet, bizim bir devrim başlatmaya yetecek gücümüz yok. Ama bir devrimin nasıl yapılması gerektiğini, bugünün şartlarında dünyanın nasıl değişeceğini düşünmek için optimum şartlara sahibiz. Bağımsız düşünmek için gerekli ortama sahibiz, elimizde ufak da olsa teoriyi pratiğe dönüştürecek bir uygulama alanı ve grubu var, en önemlisi de değişim konusunda homurdanmak yerine hayatını değiştirmiş, düzenden şikâyetçi insanlardan oluşuyoruz. Devrimi yapamasak da manifestosunu biz yapabiliriz diye umut ediyorum; tek eksiğimizin bir lider, manifestonun ilk cümlesini yazacak bir deha olduğunu düşünüyorum. O kişi maalesef ben değilim, Alev değil, Buket değil, Uğur ile Bülent de değil; biraz Berk’ten ümitliyim…

Bir gün belki Berk, belki başka biri, belki burada doğan bir çocuk benim aradığım sorunun cevabını bulacak. Devrim grubunda yaptığımız tartışmalarda tek bir konuda bile uyum sağlayamıyor olmamız moralimi bozmuyor; devrimin ancak kanlı olacağını söyleyenlerle demokratik devrimden yana olanların tartışmalarından çıkacak kıvılcımı sabırla ve iyimserlikle bekliyorum.

Benim kendime sorduğum sorunun tek ve herkes için geçerli bir yanıtı olmadığını elbette biliyorum, istediğim türde idealist bir devrim için en az birkaç nesil sürecek bir bilinçlenmeye muhtaç olduğunu da. Ama doğrunun ışığı parladığında eminim o ışığa gelenler olacaktır.