11 Ekim 2012 Perşembe

86


"Keşke," dedim kendi kendime, "planlandığı gibi Bahadır abi'yle birlikte, aynı gün gelebilseydim buraya."

Alev'in yarattığı tartışma nedeniyle, çantam hazır olmasına rağmen ertesi gün yola çıkamamıştım. Sabah uyanıp yola çıkacakken Hakan abinin ricasıyla birkaç gün beklemiş, ortalık sakinleşince ortadan kaybolmuştum. Ama burada bu kadar meşgul olan Bahadır abiyle birlikte yola çıksak böylesi konuşmaları sürekli kısa kesmek zorunda kalmaz, bütün yol boyunca konuşurduk gibi geliyor bana.

İkinci günün koşuşturması arasında annemle babam telefonla aramış, bir hafta sonra Aydın'a gelebileceklerini söylemişlerdi heyecanla. Ben her ne kadar onlar kadar heyecanlanmadıysam da yine de seviniyordum geleceklerine.

Onlar gelene kadar bir hafta boyunca kendi aralarında gayet fonksiyonel biçimde ayrışmış olan gruplarla yaşanabilecek sorunları tartıştık. Paradan neredeyse tamamen vazgeçmiş olmamızın yaratacağı zorlukları tartışmak istiyorlardı sürekli, oysa biz çiftlikte üretemediğimiz ve zaruri olan şeyleri hâlâ maalesef parayla satın alıyorduk ve "zaruri" kelimesinin içini doldurmak pek de zor değildi. Sigaranın zaruriyeti konusundaki tartışmayı anlattım onlara, kişisel alışkanlıklar ve arzular dışında pek de bir sorun yaşanmıyordu - o bölgede yetişmeyen, mevsimi olmayan sebze ve meyveleri satın almayacak kadar "organik" bir bilinç geliştirmişlerdi zaten. Esas sorun olarak gördüğüm Roninlerden burada eser yoktu, iş-bölümü konusunu uzun zaman önce halletmişlerdi, kişisel ilişkiler her toplumdaki gibi bir şekilde yürüyordu, teorik tartışmalar için de pek acele ettikleri yoktu. Bir haftanın sonunda buradaki varlığım anlamsız gelmeye başladı.

Ama elbette bu çiftliğin ahalisi benden çok memnundu, çünkü Ceyda ile Ceren'i başlarından almıştım. Bana âşık olduklarını söyleyip biraz övünebilmek isterdim burada ama ilgileri böylesi bir ilgi değildi, sadece uzun zamandır kendilerinden bıkmış ve onları artık dinlemeyen ahalinin aksine ben onları ikinci cümlenin yarısında kovamıyordum ve böylece aralarında hakem olmak zorunda kaldım. İlk günlerde bana olan ilgilerini biraz yanlış yorumlamış olsam da bir falso vermedim, zaten ilk hafta sonunda biri İzmir'den biri Ankara'dan gelen iki sevgili soramadığım sorunun cevabını verdi kendiliğinden. Sevgililer aynı hafta geliyordu çünkü birinin sevgilisi gelip diğerininki gelmezse birbirlerine trip atıyor, sorun çıkartıyor ve hatta oğlanları canlarından bezdiriyorlardı.

Ben ise sevgililer sayesinde kafamı dinledim ilk hafta sonumda, bir yandan da onu izledim. Birileriyle samimi mi, cepten mesajlaştığı veya normalden çok konuştuğu oluyor mu, internet cafeye gidiyor mu, tek başınayken yüzünden okunanlar bana ümit verebilir mi? Yanında insanlar olduğunda sevimli, anlayışlı, esprili kız maskesini takıyor, bir yerlerde yalnız kaldığında ise sıkıntılı görünüyordu. Ama ifadesiz surat ile sıkıntılı surat arasındaki farkı anlamakta pek yetenekli olmadığımdan emin olamadım hiç. Kimseye soramıyordum, bir şey anlarlar ve lise düzeyinde dalga geçerler korkusuyla onunla yalnız kalmaktan kaçıyordum. Aynı ortamdaysak yüzüne bakmıyordum bir iki defadan fazla, kimsenin anlamadığından emindim. Oysa o anladı.

Ailemin geleceği gün otogara gitmek üzere hazırlanırken yanıma geldi.

"Sakın" dedi ve gitti.

Ben altını doldurdum o sakının. Sakın bana bulaşma, sakın bana âşık falan olma diyordu. Benim de niyetim yoktu zaten. İyice uzak durdum ondan, kalbim tutuştuğunda her zaman yaptığım gibi. O gece yatağımda o sakının arkasına koyacak olumlu, ümit vaat eden tek bir laf bulamadım. İyice emin oldum sakınmam gerektiğinden.

* * *

Oturup yukarıdakileri yazdıktan sonra Bahadır abinin zoruyla Sultanhisar'a gittiğimizde o köşe yazısını internetten aldım, buraya eklemem gerektiğini hissettim. Okudukça sinirim bozuluyor, sırf sakinleşmek için on beş kere falan okudum baştan sona. Pamukova'ya dönünce cevap yazmaya karar verdim bir de, kafamdan cevap vermeye başlayınca sakinleştim az biraz. Metin aşağıda.