23 Ağustos 2016 Salı

Korkak

Ölümden korkup da sonunu sayan
Ölür gider yâr koynuna giremez
Karacaoğlan


Kimse korkakların hikâyesini anlatmaz size. Hikâyeleri ilginç olmadığından değil, herkesin hikâyesi doğru açıdan bakıldığından ilginçtir. Sonuca etki etmiyorlar desek, çoğu şeyin sonucunun korkaklar belirler aslında; itiraz etmezler, haklarını savunmazlar, birileri onları ezdiğinde sessiz kalırlar, kazık yediklerinde dudaklarını ısırırlar, kovalanınca kaçarlar, istediklerini almak için hamle etmeye cesaret edemezler. Bunların her biri bir karardır, bu kararların her birinin bir de sonucu olur. O yüzden birçok sonucu korkaklar belirler.

İlla kötü de değildir korkaklar, hatta kötü olsalar belki hikâyelerinin bir tadı, özelliği, özgünlüğü olur, yine de anlatılır. Korkaklar kendilerini iyi sayarlar genelde, öyle olduklarını düşünmekten hoşlanırlar; önlerine düşen kötülük fırsatlarını kullanmadıkları için iyi olduklarına inanmak kolaylarına gelir. Düşene bir tekme de onlar vurmamıştır, daha ne? Evet, iyilik yapmadık yeterince, derler sıkılarak, ama fırsat olmadı be kardeşim! Yoksa benim içimde kötülük yok, biliyorsun. Biliriz evet, içlerinde kötülük yapacak cesaret olmadığı gibi, iyilik yapacak cesaret de yoktur.

Korkakların hikâyesi anlatılmaz, çünkü onların hikâyesi yoktur, diyebilir bazıları. Böyle diyenlere ben de kolaycısınız ulan siz, derim ağız dolusu. Bir cüce, bir elf, bir bilmem ne bir araya gelip yola koyulunca onların hikâyesi anlatılır da o ilk gece buluştukları handaki hancının anlatacak bir şeyi olmaz olur mu? Nemeçek’in bir hikâyesi olur da o gün onlar Pal Sokağını savunmaya giderken camdan aval aval bakan oğlanın hikâyesi yok mudur? Her insan benzersizdir; başından geçenlerle, kalbinde sakladıklarıyla, gözüyle gördükleriyle.

Neden anlatılmaz korkakların başından geçenler? Buna daha sonra döneceğiz. Söz döneceğiz. Ben size bu arada kendi hikâyemi anlatayım. Benimkini anlatmak kolay, çünkü korkaklıktan bıktığım gün ile başlıyor benim anlatacaklarım.

Korkaklık sürekli bir karın ağrısıyla gezmektir, bilmeyen bilmez. Korkaklık bahane bulmakta, B planı yapmakta, kaçış rotası çizmekte, vazgeçmekte, susmakta ustalaşmak demektir. Yenilgilerle avunmak değil, yenilmek üzere maça bile çıkmamaktır. Maçı, oyunu, rekabeti, savaşı, ekonomiyi, aşkı küçümsemek, imrendiğini kendi kendine bile zor itiraf etmektir. Diğer insanların bir garip olduğunu, fazla cesur davrandığını, sonunu düşünmeden konuştuğunu görüp susmaktır. Bu döngüyü kırmak için bin kere plan yapıp, bin kere vazgeçmektir. Dikkat çekmeden, kimseye fazla değmeden, çıkıntılık yapmadan yaşamaktır.

Bazen de, ama sadece bazen, ender durumlarda, bundan gerçekten sıkılmaktır!

24 Kasım 2015 Salı

108

* * *

Sabah kalktığımda, kapının altından atılmış bir kâğıt vardı yerde.

“Sürekli koşmak zorunda değilsin. İlerlemek, kimin tarafından baktığına göre değişen bir eylem biçimidir; ilerlediğinden eminsen belki yeniden düşünmen gerekiyordur. Son birkaç yılın kendine bir rutin oluşturmakla, işleri yoluna koymakla geçtiyse belki artık dalga işlevini çökertme çabasına ara verme zamanın gelmiştir.
Dur!
Dur ve…
Dur ve dinle! Sana ne söylüyor o ses?
Dur ve düşün!
Dur ve bekle, sana yetişsin! Hatta elinden tut!
Dur ve sonra iki katı hızla devam et!
Dur ve etrafına bak.
Dur ve korktuğun şeyin gözünün içine bak.
Dur ve yönünü değiştir.
Dur ve senin gibi duranların gözünün içine bak. Gördüklerine şaşırabilirsin.
Dur ama durmaktan bir şey umma.
Dur ve neden harekete geçtiğini hatırla.
Dur ve sana durma diyenleri gözden geçir.
Dur ve bekle, kendini göstersin.
Dur ve gülümse.
Dur ve ağla artık, yeterince uzaklaştın.
Dur ve içini dök. Söylenmeyen söz ağırlaşır.
Dur ve elini uzat, tutmazsa tutmaz.
Dur ve otur, biraz nefeslen.
Dur. Durmak anlamsız gibi gelene kadar.
Dur ve hazır ol, o sana doğru geliyor.
Dur ve ağırlıklarından birazını buraya bırak.
Dur ve senden sonra geçecekler için bir not yaz.
Dur ve ıslık çal, koşarken zordur ıslık çalmak.
Dur ve hayal et.
Bu muydu istediğin?”

Kimin yazdığını bilmesem de yaklaşık bir tahminim vardı, kendi kıyametimize doğru koşar adım gittiğimizi düşünen ve bizi durdurmak isteyen Bülent vardı bir tek. Ama o da Sultanhisar’daydı.
Sevda uyuyordu. Elimde mektupla, ne yapacağımı bilmez biçimde kapıyı açtım, binanın dışına çıkar çıkmaz Uğur’u kaldırımda oturur buldum. Sırıtarak bana bakıyordu.

“Günaydın abi!” dedi.

“Günaydın! Bülent mi yazdı bunu?”

“Dün yazmış. Gece. Ağlak bir de e-posta yazmış bana, ama sanırım konuyu sen zaten biliyorsun. Aşık olmuş yine…”

“… kerkenez” diye ben tamamladım. Ona kalsa daha sert bir şey diyecekti.

“Bir de oturup bunu yazmış. Ona göre kafamız netleşip dışarıdakilere bir mesaj vereceğimiz gün böyle bir metinle başlamamış gerekirmiş. Herkes sürekli ileri gitmekten, gelişmekten, ilerlemekten bahsederken bunun saçmalığını yüzlerine vurmalıymışız. Ama bizi dinleyeceklerine, bize kapılacaklarına dair korkusu sanırım biraz zayıflamış, onları kimse etkileyemez, harekete geçiremez diyor.”

“Oysa?” diye kaşıdım.

“Oysa sözümüzü yaymak çok kolay” dedi Uğur.

22 Kasım 2015 Pazar

107

Sevda’nın yanına yatağa döndüğümde, yorganın altı henüz yeterince ısınmamıştı.

“Siz” dedi Sevda, “aslında hep böylesiniz, değil mi? Yani çalışmak falan zorunda olmasanız günde 20 saat böyle şeyler düşünürsünüz.”

“Muhtemelen.”

“O zaman üzülerek söylüyorum ki, benim bu çiftlikle ilgili öğreneceğim çok bir şey kalmadı.”

“Nasıl yani?” diye kekeledim. Yarın sabah buradan çekip gitmek istemesi ihtimali beni dehşete düşürdü itiraf etmeliyim ki. Onu buraya getirirken burayı bir çalışma, bir deney gibi göstermeye çalışmıştım şakayla karışık, bu şakaya ne kadar itibar ettiğini veya şaka olduğunu ne kadar anladığını değerlendiremiyordum.

“Şöyle yani, bu çiftliğin kendi başına bir değeri, bir anlamı yok. Siz toplumun dışlanmışları, tutunamayanları veya kendisini böyle hissedenleri kaçacak ve sığınacak bir yer bulunca buraya geldiniz. Kendi cinsinizle zaman geçirmek için. Osman abi eğer ablası için bu kampı, çiftliği kurmasa siz birleşip böyle bir yer kuramazdınız. Her biriniz kendi evindeki bir odaya kapatırdı kendisini. Bir araya gelmek için yeterince motivasyonunuz, isteğiniz olmazdı, olsa bile muhtemelen ilk zorlukta vazgeçerdiniz.”

“Ama?” dedim bir umutla.

“Ama bir araya geldiğinizde, birbirinize tutunarak elde ettiğiniz güç ve şevk hâlâ açıklamaya muhtaç. Evinde olsa muhtemelen 8 sene çekyatın üzerinden kalkmadan yaşayacak adamın burada eline kazma kürek almasını, az da olsa sosyalleşmesini, kendini değerli hissetmesini incelemek gerek.”

İçim rahatlamıştı. Kafasında bizi nasıl bir kitap, tez, makale konusu yapacaksa sadece ilk bölümü bitirmişti kafasında, yeni bölüme başlayacaktı. Çiftlik ne olacak, bu model genişleyecek mi, başka çiftlikler kurulacak mı, insanlar için yeni bir umut olabilecek mi gibi kaygılar aklıma bile gelmedi, sevgilim ve nişanlım bunu neden düşünmüyor diye de sinirlenmedim. Gayet bencil biçimde beni terk etmeyeceğini, ya da buradan gitmek için ikna etmeye çalışmayacağını görmek rahatlatıcıydı.

“Peki, ne diyorsun Lütfiye ablanın dediklerine?”

“Yeni bir şey söylemiyor ki. Güzel biçimde ifade ediyor, felsefe okumamış birinin bunları kendi aklıyla bulması da gayet önemli. Ama yeni bir şey söylemiyor. Büyük umutlarla çiftliğe bağlanmak yerine burayı bir iyileşme merkezi, bir felsefe kampı haline getirirse çok önemli bir şey başarmış olur.”

“Yeni bir şey söylemiyor derken?”

“Tarihten örnekler mi sayayım? Adam Smith’i düşün tatlım, “görünmez el” dediği şey aslında tam da buydu. Piyasayı alıp yönetmeyi denemez Smith, fazlasıyla karmaşık olduğunu bilir çünkü. Bırakalım da piyasanın dinamikleri dengeyi sağlasın der. Temelde bunun da denge teorisinden bir farkı yok. Doğulu bilgeler binlerce yıldır dengeyi arar zaten, Batı da bir süre her şeyi açıklayan bir teori oluşturmaya çalıştı ama sonra küçük küçük sorunları çözmeye odaklandı. Hatta o kadar odaklandı ki büyük resmi unuttu bazen.”

Ben bir cevap vermeyince devam etti:

“Asıl önemli olan felsefe. Bu ülkede felsefe ile toplumun arasındaki bağ neredeyse tamamen koptu. Diğer ülkelerde de öyledir belki, bilemem. Ama bizde felsefe, akademinin koridorlarından çıkamıyor, insanların diline düşmüyor, kitap basarsa okunmuyor, konferans verse dinlenmiyor. Felsefe ile uğraşan bin kişi tanıyorum, 998’i sokaktaki adamın tanımadığı isimlerin fikirlerini tartışıp doyuyor. Koridorlarını paspaslayan adamla bile konuştukları, ona bir şey öğrettikleri, ondan bir şey öğrendikleri yok; onun bir derdine çare de olmuyorlar, kafasındaki bir soruya cevap da vermiyorlar, yeni sorular sormasını da sağlamıyorlar. Oysa makine mühendisliği veya maliye bölümü ne kadar hayata dokunuyorsa, felsefe de o kadar dokunabilmeli!”

“İyi diyorsun da her zaman ufacık bir azınlığın ilgisini çekmiştir felsefe.”

“Ama o ufacık azınlık konuşmaktan da asla korkmamıştır!”

Bu kadar hararetli biçimde konuştuğunda yapabildiğim tek şeyi yaptım, öptüm onu.

21 Kasım 2015 Cumartesi

106

“Akışına bırakamayız, ama oyuna yeni bir oyuncu ekleyebiliriz! Yine de hayal görmeyin gençler, en başarılı devrimcilerin ektiği tohumlar bile 100 yılda yeşerir. İsa Efendimizin çarmıha gerilmesinden kaç yıl sonra gerçekten yayılmaya başladı Hıristiyanlık? Karl Marx “Das Kapital”i yazdıktan kaç yıl sonra kuruldu komünizm? Biz göz ardı edemeyecekleri bir tohum ekeriz, 3-4 nesil sonra insanlar gölgesinde oturur. Bütün denklemi değiştiremeyiz, ama göz ardı edilmesi mümkün olmayan bir değişken ekleyebiliriz denkleme.”

“Ama önce tohumu bulmak lazım” dedim dayanamayıp. Çocukların bu gece burada bir şeylerin değişmeye başladığını düşünmesini istemiyordum, neme lazım.

“Evet” dedi Lütfiye abla gülümseyerek, “bugün bu tüm söylediklerim size saçmalık gibi gelebilir, yarın ben bile beğenmeyip yakabilirim bu yazdıklarımı. Ama doğru bir yere yaklaşıyoruz, doğru soruları sorabiliriz yakında; bugün kimselerin zahmet edip düşünmediği, düşünmek istemediği en temel sorulara inmeye çalışıyoruz. Hadi gidin artık, uykum geldi.”

Lütfiye ablanın dediğini ikiletmedik, birer temenna çakıp onu güldürerek huzuru terk ettik. Biz kapıyı çektiğimizde ışığı söndürmüştü bile.

“Bu son söyledikleri hoşuma gitti” dedi Berk. “Hepimizden daha genç o. Merak ediyor, soru soruyor, bulduğu cevabın yarın elinden uçup gidebileceğini de biliyor.”

“Bunun gençlikle ne ilişkisi var?” diye sordu Buket.

“Çünkü yaşlanmanın en temel işareti, bulduğu doğruya yapışmaktır. İnsanlar belirli bir yaşa ulaştığında dünyayı çözdüklerini düşünürler. Kafalarında bir yapı oturur, ilişkiler sistemini anlarlar veya anladıklarını sanırlar. Ondan sonra da her gördüklerini, her yeniliği bu şablonla değerlendirmeye, bu şablona oturtmaya başlarlar. Oysa anlık bir görüntüdür ellerindeki, tamamen doğru bir görüntü olsa bile o anı gösterir. Bir an sonraki değişiklikleri o resmin üstüne koyamazsın. Bence bu şablonu mutlak gördüğün an, ona âşık olduğun an veya onsuz kalmaktan korktuğun an yaşlanmaya başlarsın. Oysa Lütfiye abla yarın sabah bugünkü şablonu yırtmaya hazır!”

* * *

Odaya vardığımızda Bülent’ten bir SMS gelmişti.

“Abi çok sarhoşum ve sanırım âşık oldum!”

 Cep telefonu aslında yanımda olmayacaktı bu akşam, çalışma odasına bırakacak, belki de kapatacaktım unutmasam. Açık olması bile muhtemel olmayan bir telefona, ertesi sabah hatırladığında utanacağı bir mesaj yolladığına göre Bülent’in hali dumandı.

Telefonun saatine ve mesajın saatine baktım, yolladığı daha on dakika bile olmamıştı, onu aramaya karar verdim. Daha ilk çalışta açtı:

“Hakan abi, ben… Uyumamış mıydın? Uyumamışsındır diye… Kusura bakma.”

“Dert değil, uyumamıştım Bülent’çiğim. Neler oldu orada öyle?”

“Abi burada bir kız var… Yüzüme bile bakmıyor. Ama geçen hafta gelip kulağıma ‘Sakın!’ diye fısıldadı gitti. Abi ben… Alışığım reddedilmeye. O sorun değil. Kendi kendime gaza gelmeye alışığım. Yoktan ümitlenmeye falan. Ama artık o da mı yasak abi? Umut etmek de mi yasak? Hayal etmek de mi yasak? Reddedilmek üzere soru bile soramayacak mıyım? Yüzümden mi anlıyorlar ne kadar hıyar olduğumu? Kızın yanına bile gitmedim hiç. Konuşmaya çalışmadım. Üç saniyeden uzun bakmadım abi. Bu nedir artık ya?”

“Kulağına ‘sakın’ mı dedi?”

“Evet abi. ‘Sakın’ dedi. Aklından bile geçirme diyor yani. Bana bulaşma diyor.”

“Sen de yarın sabah onun kulağına ‘çok geç’ de Bülent!” dedim ve sonlandırdım görüşmeyi. Sonra uzatmasın diye kapattım cep telefonunu.

20 Kasım 2015 Cuma

105

“Aslında” dedi Lütfiye abla, “tüm bu felsefi konuşma ülkenin ahvaliyle ilgili konuşurken başladı. Berk kötülüğün kazandığını söyleyenlere inanmadığını, ama kötülüğün kazanırmış gibi göründüğünü söyledi. Ben de ‘iyilik tarihte hiçbir zaman kudretli olamadı, kötülük de kudreti asla elinde uzun süre tutamadı’ dedim. Kötülük asla hüküm süremez, galip gelemez dedim, çünkü buna inanıyorum. Benim çocukluğumdan bu yana sürekli olarak her şeyin kötüye gittiği söyleniyor, gençken inanırdım da buna. Sürekli bir değişim var, evet, ama kötüye gitmiyor her şey. Kötü adamlar bazen meydanları, devlet dairelerini, zenginlerin ihtişamlı odalarını, yönetim kurulu toplantı salonlarını, sarayları ele geçiriyor, bu doğru; ama ara sokaklar, küçük caddeler, tarlalar, evler, odalar aslında iyiliğin hükmü altında. Gündelik hayatta iyilik galip geliyor hep; anneler çocuklarını besliyor, çocuk oyuncağını arkadaşıyla paylaşıyor, oğlan kıza âşık oluyor, bakkal veresiye yazıyor, adamlar çalışıyor ve el sıkışıyor, yaşlı kadınların torbasını taşımasına yardım ediliyor. Sokaklardaki köpekler aç kalmıyor. Anlatabiliyor muyum? Küçük ellerin tümünü, tümünü olmasa da çoğunu iyilik kazanıyor. Hem çok büyük bir çoğunluğunu kazanıyor. Büyük koltukları ele geçiremiyor iyilik belki, ama o koltuğun altındaki kaideyi oluşturuyor ve sağlam tutuyor. Belki başka yol bilmediğinden, belki iyilik hamurunda olduğundan, belki iyiliği öğrendiğinden çoğu insan çoğu zaman doğru ve iyi seçeneği seçiyor.”

“İşte burada ben araya girdim Hakan abi” dedi Berk. “İyiliği toplum mu öğretiyor gerçekten diye sordum. Biliyor mu toplum iyinin ve kötünün ne olduğunu?”

“İyi ve kötü öğrenilen şeyler” dedi Lütfiye abla bir daha anlatırmış gibi, “doğada iyi ve kötü yoktur. İyi bir aslan gördünüz mü hiç?”

Herkes istediği gibi susunca, kaldığı yerden devam etti.

“İyilik ve kötülük bizimle birlikte var oldu. Doğada bir denge vardır, ama iyi ve kötü yoktur bence. Oysa iyi ve kötü insan icadı veya insanlığın mahsulü, burası biraz netameli bir konu. Ama biz varsak varlar, bizimle birlikte var oldular. Dinlere inansanız da inanmasanız da iyiliğin insanlar için, insanlarla birlikte var olduğunu inkâr edemezsiniz. Dünya, evren, kozmik düzen, adına ne derseniz deyin iyiyi ve kötüyü umursamaz. Ama umursadığı bir şey vardır, denge. Dengeler bozulursa bir şekilde yeniden denge sağlanır, çünkü varoluşun devamı için denge gereklidir. Canlı veya cansız her cisim var olmaya devam etmek ister; dış etkilere dayanır, mukavemet eder.”

“Yani o zaman aslında dengeyi değil, devamlılığı önemsiyor doğa?” dedim dayanamayarak.

“Devamlılığı, yaşayakalmayı. Hayatta kalmayı. Var olmayı. Adına ne dersen de. Doğa dengeyi bunun için bir araç olarak kullanır. Doğanın içinde yaşayan ama artık doğanın bir parçası olmayan insan da yaşayakalmak için denge sağlar; bilinçli olarak değil belki, ama neticede dinamik bir denge sağlar. Kötülüğü iyilikle dengeler, iyiliği de kötülükle. Mutlak kötülüğe de izin vermez, mutlak iyiliğe de.”

“Neden?” dedi Buket. “Neden mutlak iyiliğe izin vermiyor?”

“Çünkü mutlak iyilik durumunda ortada iyilik kalmaz. İyiliğin tanımlanabilmesi, var olması için kötülük gereklidir. Kötülük iyiliği var etmek, altını çizmek için zorunludur. Bu denge hem doğada hem de insanoğlunda var oldukça ütopyalar bir hayal olmaktan ileri gidemez. Ütopyanın gerçekleştiği gün her şey sıfırlansa, bir tane bile kötü kalmasa, bu sefer bu yeni ortam kendi kötülüklerini ortaya çıkarır. Aksi takdirde herkes iyi olursa yaşama enerjisini, hayata tutunma gücünü kaybeder insanoğlu, soyu tükenir.”

“Bu ispatlayabileceğin bir şey değil” dedi Berk.

“Şimdiye kadarki veriler bunu gösteriyor ama. Dünya sürekli bir dengeyi arama, bulma, kaybetme ve yeniden arama halinde. Koskoca bir cangıl bu dünya, ağaçları kesip, beton döküp, kaymak gibi bir zemin oluşturmayı isteyebilirsin, ama bunu başaramazsın. Senin beton dökme hızından daha hızlı kırar betonları kökler. Yahut teknolojin çok ilerler ve başarırsın, 6 ay sonra kuraklıktan ölürsün.”

“Yani burada ne kadar düşünürsek düşünelim yeterince iyi bir beton bulamayız diyorsunuz,” dedi Buket üzüntüyle, “ya da bulursak dünyanın sonunu getiririz?”

“Öyle kızım” dedi Lütfiye abla, “ama beton dökmemek gerektiğini bulmak da bir başlangıçtır. Bu savaşmayacağız, hayatımızı anlamlı kılmayacağız demek değil. Sadece onların, yani dışarıdakilerin betonuna başka bir betonla karşı koymamız yanlış olur. Buradan bir hayat görüşü, bir tutum çıkar belki, ama statik bir ideoloji çıkmaz. Çıkmamalı. Dünyayı, evreni, doğayı, insanlığı şekillendirmeye çalışmak, ona yapılabilecek en büyük kötülüktür.”

“Akışına da bırakamayız kendimizi ama, değil mi?”

19 Kasım 2015 Perşembe

104

“Abla gözünü seveyim, herkes mutluluk formülü veriyor, otogarda bile kitabını satıyorlar” dedim şakayla karışık. Ciddiye bile almadı beni:

“Yani diyorum ki bir dış etken, bir dış müdahale, bir değişiklik olmadıkça insanın duygu-durumu değişmez. Kimse durduk yerde, tüm şartlar aynıyken mutlu olmaz birden bire. Mutluluk için bir değişim gerekir. O yüzden mutlu olamazsın, mutlu edersin.”

“Bu hesapla kendimizi de mutlu edebiliriz ama?!”

“Elbette, kendine müdahale edip mutlu etmek teorik olarak mümkündür. İnsanlar da bunu yapmıyor mu zaten? Mutsuzum, çikolata yiyeyim, mutlu olayım. Mutsuzum, çıkıp güzel bir yere gideyim, mutlu olayım. Mutsuzum, beni sinirlendiren herifin başına bir çorap öreyim, mutlu olayım. Mutsuzum, neden mutsuz olduğumu öğretecek bir kitap okuyayım, ona inanayım mutlu olayım. Mutsuzum, meditasyon yapayım, mutlu olayım. Ama zorlama bir mutluluk oluyor bu, mutlu olmak için yaptığını sen biliyorsun veya bilinçaltın biliyor. Kaç pasta da yesen, kaç ayakkabı alsan, kaç kitap okusan değişmiyor, kısacık ve yapay bir mutluluk elde ediyorsun.”

“Oysa başkaları seni mutlu ederse…”

“Oysa başkaları seni mutlu ederse hem mutluluk için bir müdahale, bir değişim gerçekleşiyor, hem de bunun yapay, zorlama olduğu hissi olmuyor. Çünkü biliyorsun ki karşındaki, annen, sevgilin, arkadaşın, yeni tanıdığın biri seni önemsiyor; seni mutlu etmek için çaba gösteriyor. O yüzden hem dünyadaki yerini sağlamlaştırıyorsun kendi kafanda, kendini ve varlığını onaylanmış gibi görüyorsun, hem de sevilmek içini ısıtıyor.”

“Yani mutlu olmak mümkün değil. Mutlu edebiliriz ancak. Kendimizi biraz mutlu edebiliriz ve bunun niteliği ve niceliği daha düşük olur; ama başkalarını mutlu edersek o kişi hem niceliksel hem de niteliksel olarak daha büyük bir mutluluğa kavuşur. Peki, bir mutluluk zinciri yaratıp zincirin ucunun bize değmesini mi bekleyeceğiz?”

Berk’in yüzünden bir gölge, öfkenin gölgesi geçti. Lütfiye abla ile dalga geçiyorum sanıyordu. Oysa ona pas açıyordum. Hiç MEB klasiklerini, Eflatun’u okumadı mı bu çocuk acaba?

“Hayır işte, işin ilginç yanı bu. Birilerini mutlu ettiğin anda sen de kendini değerli, işe yarar, “iyi” hissediyorsun, duygusal bir tatmin yaşıyorsun. Anneler neden daha mutludur babalara göre? Tam da bu yüzden! Çocuklarının yüzündeki gülümseme, onlara evrenin onayı gibi gelir.”

“Anladım sanırım. Nedenselliğe bu kadar güvenmezdim ben olsam, çünkü … Biliyorsun işte abla” dedim, “ama böyle şeylerle uğraşmak için buradayız. Bir ipin ucunu yakaladığın kesin.”

“Orada duramadım ki Hakan, duramadım ki. Neden dedim kendi kendime, neden mutlu olmamız gereksin ki? Evrenin de çok umurundaydı iyilik yapmamız, mutlu olmamız.”

“İyilikten çıktı her zamanki gibi konu Hakan abi” diye araya girdi Berk, “şu Phaedrus’un ünlü sözünden.” Sonra ezberden okudu:

“Ve nedir iyi, Phaedrus, ve nedir iyi olmayan – Bunu söyleyecek birine ihtiyacımız var mı?”

“Biliyorum alıntı yapılmasını sevmiyorsunuz, ama bu bir cevap değil, bir soru” dedi Berk. “Hayatımızın iplerini yeniden elimize geçirmek için geldik buraya, doğru. Dün akşam bunu konuşuyorduk yürürken. Ama o ipleri elimize almak ne anlama gelecek? Neden alacağız? Ne yapmak için? “İyilik” yapmak için mi? Bunun doğru düzgün bir cevabı yok bende. Hiçbirimizde yok. Sadece şunu biliyoruz, o ipler bize ait.”

18 Kasım 2015 Çarşamba

103

BÖLÜM 10
“Aslında iyi birisin”
Anonim

Merhaba, ben Hakan. Az önce mutluluğun formülünü öğrendim, unutmadan yazayım dedim.

Televizyon çekiminden döndüğümüz akşam, önce Sevda’nın yanında aldım soluğu. Burcu gibi ben de öyle ya da böyle bir tepki görmek istiyordum, ama Sevda sanki sıradan bir günün akşamıymış gibi karşıladı beni. Ne gelip boynuma sarıldı, ne kendisini götürmediğim için sitem etti, ne “Bana ne getirdin?” diye sordu. Sadece sıcacık bir gülümseme. Yetmedi desem yalan olur.

Yorucu bir günün arkasından evine, karısına, koltuğuna kavuşan bir aile reisi edasıyla oturdum karşısına. Gözlerine bakmak bana yetiyordu ama biliyordum ki biraz uzun süre ve sevgiyle baksam geriliyordu; asla onu sevdiğim kadar sevemeyecek beni, biliyorum. Ona bakmak bana yetip artıyor, o ise duymak istiyor, dokunmak istiyor, söylemek istiyor. Birlikte sessizliği paylaşmayı ve sessizlik yüzünden gerilmemeyi becerene kadar ona evlenmeyi teklif etmese miydim diye hâlâ düşündüğüm oluyor bazen.

Ben anlatmaya, onu güldürmeye başlamadan o konuştu:

“Çok şey kaçırdın şuncacık zamanda, biliyor musun?” Yüzünde afacan bir keyif.

“Ne olmuş ben yokken?”

“Lütfiye abla yazmaya başladı.”

Bu gerçekten ciddi bir haberdi; Lütfiye ablanın grup terapimizden bu yana bir kelime yazmadığını çok iyi biliyordum; yazmaya değer bir cümlesi olmadığını söylüyordu hep şakayla karışık. Oysa bir seansta Hasan abi arkasında delil bırakmayı sevmediğini iddia etmişti ciddi ciddi, Lütfiye abla da bunu yalanlamamıştı. Hem yaşadığı işkenceler nedeniyle kafasında yaşamayı, gerçekten de arkasında yazılı bir iz bırakmamayı tercih ettiğini, hem de kendisini yazmaya “değer” bulmadığını düşünmüştüm bunca yıldır.

Bir cevap veremedim Sevda’ya, öyle sessizce kaldım, ağzım hafif aralık.

“Hadi kalk gidelim, kendisi anlatsın sana. Roninler de orada zaten.”

Ne karnın aç mı dedi, ne yorgun musun diye sordu. Beni neredeyse sürükleyerek odadan çıkardı ve yürümeye koyulduk.

“Ne yazıyor peki?” dedim binadan biraz uzaklaştığımızda.

“Göstermiyor ki!? Ama Berk ile sabaha kadar oturup konuşmuşlar dün gece. Sabah haberi Buket’ten alınca gidip göreyim dedim, yazmaya başlamıştı. Her soruya ‘sonra!’ diye cevap veriyor şimdilik. Yoruluncaya kadar yazacak herhalde. Hatta belki uyumuştur şimdi. Ama gidip bakalım yine de!”

Yol boyunca, neler yazdığını ve ne konuda konuştuğunu bilmediğimiz Lütfiye abladan değil, otobüs yolculuğundan bahsettik Sevda ile. Çok özlemiş yollarda olmayı, hatta keşke çiftlikte yaşamayıp göçer mi olsak bile dedi bana. Koluma girmişti yürürken, sağ kolu sol kolumda, sol eli sürekli kolumu okşuyordu. Kolum onun krallığına girmişken bırak göçebeliği, paralı askerliği bile önerse kabul ederdim.

Vardığımızda Lütfiye abla ateşin başında oturuyordu, meraklı kitleden geriye sadece Buket kalmıştı. Buket hipnotize olmuş gibi onu dinliyordu:

“İnsan” dedi Lütfiye abla yorgun ama ben-bu-işi-çözdüm diyen sesiyle, “en çok mutluluk istiyor bu devirde. Temel refah şartları sağlandı, sağlık birinci önceliğimiz değil, aç değiliz, her ailenin bir iki erkeği savaşta da değil. Artık tek istediğimiz mutluluk. Mutlu olmak için çabalıyor herkes. Ama mutluluk kendi kendine yaratabildiğin bir şey değildir, kendini mutlu etmeye çalışmak boş bir çaba. İnsan mutlu olamaz, mutlu eder. Mutluluk bir “oluş hali” değil, bir edim. Mutluluğu ancak başkaları için yaratabilirsin.”

Sonra bana döndü:

“Kafamda uçuşan fikirlerin izini kaybediyorum derdim ya Hakan? Sonuna varınca başını unutuyorum, duman gibi dağılıyor düşünceler derdim, hatırlıyor musun? Yazınca da tembelliğe alışıyorum diye korkardım.” Birden neşeyle sesi yükseldi:

“Berk’le dün konuşurken zincirin iki ucu da elimdeydi!”