24 Kasım 2015 Salı

108

* * *

Sabah kalktığımda, kapının altından atılmış bir kâğıt vardı yerde.

“Sürekli koşmak zorunda değilsin. İlerlemek, kimin tarafından baktığına göre değişen bir eylem biçimidir; ilerlediğinden eminsen belki yeniden düşünmen gerekiyordur. Son birkaç yılın kendine bir rutin oluşturmakla, işleri yoluna koymakla geçtiyse belki artık dalga işlevini çökertme çabasına ara verme zamanın gelmiştir.
Dur!
Dur ve…
Dur ve dinle! Sana ne söylüyor o ses?
Dur ve düşün!
Dur ve bekle, sana yetişsin! Hatta elinden tut!
Dur ve sonra iki katı hızla devam et!
Dur ve etrafına bak.
Dur ve korktuğun şeyin gözünün içine bak.
Dur ve yönünü değiştir.
Dur ve senin gibi duranların gözünün içine bak. Gördüklerine şaşırabilirsin.
Dur ama durmaktan bir şey umma.
Dur ve neden harekete geçtiğini hatırla.
Dur ve sana durma diyenleri gözden geçir.
Dur ve bekle, kendini göstersin.
Dur ve gülümse.
Dur ve ağla artık, yeterince uzaklaştın.
Dur ve içini dök. Söylenmeyen söz ağırlaşır.
Dur ve elini uzat, tutmazsa tutmaz.
Dur ve otur, biraz nefeslen.
Dur. Durmak anlamsız gibi gelene kadar.
Dur ve hazır ol, o sana doğru geliyor.
Dur ve ağırlıklarından birazını buraya bırak.
Dur ve senden sonra geçecekler için bir not yaz.
Dur ve ıslık çal, koşarken zordur ıslık çalmak.
Dur ve hayal et.
Bu muydu istediğin?”

Kimin yazdığını bilmesem de yaklaşık bir tahminim vardı, kendi kıyametimize doğru koşar adım gittiğimizi düşünen ve bizi durdurmak isteyen Bülent vardı bir tek. Ama o da Sultanhisar’daydı.
Sevda uyuyordu. Elimde mektupla, ne yapacağımı bilmez biçimde kapıyı açtım, binanın dışına çıkar çıkmaz Uğur’u kaldırımda oturur buldum. Sırıtarak bana bakıyordu.

“Günaydın abi!” dedi.

“Günaydın! Bülent mi yazdı bunu?”

“Dün yazmış. Gece. Ağlak bir de e-posta yazmış bana, ama sanırım konuyu sen zaten biliyorsun. Aşık olmuş yine…”

“… kerkenez” diye ben tamamladım. Ona kalsa daha sert bir şey diyecekti.

“Bir de oturup bunu yazmış. Ona göre kafamız netleşip dışarıdakilere bir mesaj vereceğimiz gün böyle bir metinle başlamamış gerekirmiş. Herkes sürekli ileri gitmekten, gelişmekten, ilerlemekten bahsederken bunun saçmalığını yüzlerine vurmalıymışız. Ama bizi dinleyeceklerine, bize kapılacaklarına dair korkusu sanırım biraz zayıflamış, onları kimse etkileyemez, harekete geçiremez diyor.”

“Oysa?” diye kaşıdım.

“Oysa sözümüzü yaymak çok kolay” dedi Uğur.

22 Kasım 2015 Pazar

107

Sevda’nın yanına yatağa döndüğümde, yorganın altı henüz yeterince ısınmamıştı.

“Siz” dedi Sevda, “aslında hep böylesiniz, değil mi? Yani çalışmak falan zorunda olmasanız günde 20 saat böyle şeyler düşünürsünüz.”

“Muhtemelen.”

“O zaman üzülerek söylüyorum ki, benim bu çiftlikle ilgili öğreneceğim çok bir şey kalmadı.”

“Nasıl yani?” diye kekeledim. Yarın sabah buradan çekip gitmek istemesi ihtimali beni dehşete düşürdü itiraf etmeliyim ki. Onu buraya getirirken burayı bir çalışma, bir deney gibi göstermeye çalışmıştım şakayla karışık, bu şakaya ne kadar itibar ettiğini veya şaka olduğunu ne kadar anladığını değerlendiremiyordum.

“Şöyle yani, bu çiftliğin kendi başına bir değeri, bir anlamı yok. Siz toplumun dışlanmışları, tutunamayanları veya kendisini böyle hissedenleri kaçacak ve sığınacak bir yer bulunca buraya geldiniz. Kendi cinsinizle zaman geçirmek için. Osman abi eğer ablası için bu kampı, çiftliği kurmasa siz birleşip böyle bir yer kuramazdınız. Her biriniz kendi evindeki bir odaya kapatırdı kendisini. Bir araya gelmek için yeterince motivasyonunuz, isteğiniz olmazdı, olsa bile muhtemelen ilk zorlukta vazgeçerdiniz.”

“Ama?” dedim bir umutla.

“Ama bir araya geldiğinizde, birbirinize tutunarak elde ettiğiniz güç ve şevk hâlâ açıklamaya muhtaç. Evinde olsa muhtemelen 8 sene çekyatın üzerinden kalkmadan yaşayacak adamın burada eline kazma kürek almasını, az da olsa sosyalleşmesini, kendini değerli hissetmesini incelemek gerek.”

İçim rahatlamıştı. Kafasında bizi nasıl bir kitap, tez, makale konusu yapacaksa sadece ilk bölümü bitirmişti kafasında, yeni bölüme başlayacaktı. Çiftlik ne olacak, bu model genişleyecek mi, başka çiftlikler kurulacak mı, insanlar için yeni bir umut olabilecek mi gibi kaygılar aklıma bile gelmedi, sevgilim ve nişanlım bunu neden düşünmüyor diye de sinirlenmedim. Gayet bencil biçimde beni terk etmeyeceğini, ya da buradan gitmek için ikna etmeye çalışmayacağını görmek rahatlatıcıydı.

“Peki, ne diyorsun Lütfiye ablanın dediklerine?”

“Yeni bir şey söylemiyor ki. Güzel biçimde ifade ediyor, felsefe okumamış birinin bunları kendi aklıyla bulması da gayet önemli. Ama yeni bir şey söylemiyor. Büyük umutlarla çiftliğe bağlanmak yerine burayı bir iyileşme merkezi, bir felsefe kampı haline getirirse çok önemli bir şey başarmış olur.”

“Yeni bir şey söylemiyor derken?”

“Tarihten örnekler mi sayayım? Adam Smith’i düşün tatlım, “görünmez el” dediği şey aslında tam da buydu. Piyasayı alıp yönetmeyi denemez Smith, fazlasıyla karmaşık olduğunu bilir çünkü. Bırakalım da piyasanın dinamikleri dengeyi sağlasın der. Temelde bunun da denge teorisinden bir farkı yok. Doğulu bilgeler binlerce yıldır dengeyi arar zaten, Batı da bir süre her şeyi açıklayan bir teori oluşturmaya çalıştı ama sonra küçük küçük sorunları çözmeye odaklandı. Hatta o kadar odaklandı ki büyük resmi unuttu bazen.”

Ben bir cevap vermeyince devam etti:

“Asıl önemli olan felsefe. Bu ülkede felsefe ile toplumun arasındaki bağ neredeyse tamamen koptu. Diğer ülkelerde de öyledir belki, bilemem. Ama bizde felsefe, akademinin koridorlarından çıkamıyor, insanların diline düşmüyor, kitap basarsa okunmuyor, konferans verse dinlenmiyor. Felsefe ile uğraşan bin kişi tanıyorum, 998’i sokaktaki adamın tanımadığı isimlerin fikirlerini tartışıp doyuyor. Koridorlarını paspaslayan adamla bile konuştukları, ona bir şey öğrettikleri, ondan bir şey öğrendikleri yok; onun bir derdine çare de olmuyorlar, kafasındaki bir soruya cevap da vermiyorlar, yeni sorular sormasını da sağlamıyorlar. Oysa makine mühendisliği veya maliye bölümü ne kadar hayata dokunuyorsa, felsefe de o kadar dokunabilmeli!”

“İyi diyorsun da her zaman ufacık bir azınlığın ilgisini çekmiştir felsefe.”

“Ama o ufacık azınlık konuşmaktan da asla korkmamıştır!”

Bu kadar hararetli biçimde konuştuğunda yapabildiğim tek şeyi yaptım, öptüm onu.

21 Kasım 2015 Cumartesi

106

“Akışına bırakamayız, ama oyuna yeni bir oyuncu ekleyebiliriz! Yine de hayal görmeyin gençler, en başarılı devrimcilerin ektiği tohumlar bile 100 yılda yeşerir. İsa Efendimizin çarmıha gerilmesinden kaç yıl sonra gerçekten yayılmaya başladı Hıristiyanlık? Karl Marx “Das Kapital”i yazdıktan kaç yıl sonra kuruldu komünizm? Biz göz ardı edemeyecekleri bir tohum ekeriz, 3-4 nesil sonra insanlar gölgesinde oturur. Bütün denklemi değiştiremeyiz, ama göz ardı edilmesi mümkün olmayan bir değişken ekleyebiliriz denkleme.”

“Ama önce tohumu bulmak lazım” dedim dayanamayıp. Çocukların bu gece burada bir şeylerin değişmeye başladığını düşünmesini istemiyordum, neme lazım.

“Evet” dedi Lütfiye abla gülümseyerek, “bugün bu tüm söylediklerim size saçmalık gibi gelebilir, yarın ben bile beğenmeyip yakabilirim bu yazdıklarımı. Ama doğru bir yere yaklaşıyoruz, doğru soruları sorabiliriz yakında; bugün kimselerin zahmet edip düşünmediği, düşünmek istemediği en temel sorulara inmeye çalışıyoruz. Hadi gidin artık, uykum geldi.”

Lütfiye ablanın dediğini ikiletmedik, birer temenna çakıp onu güldürerek huzuru terk ettik. Biz kapıyı çektiğimizde ışığı söndürmüştü bile.

“Bu son söyledikleri hoşuma gitti” dedi Berk. “Hepimizden daha genç o. Merak ediyor, soru soruyor, bulduğu cevabın yarın elinden uçup gidebileceğini de biliyor.”

“Bunun gençlikle ne ilişkisi var?” diye sordu Buket.

“Çünkü yaşlanmanın en temel işareti, bulduğu doğruya yapışmaktır. İnsanlar belirli bir yaşa ulaştığında dünyayı çözdüklerini düşünürler. Kafalarında bir yapı oturur, ilişkiler sistemini anlarlar veya anladıklarını sanırlar. Ondan sonra da her gördüklerini, her yeniliği bu şablonla değerlendirmeye, bu şablona oturtmaya başlarlar. Oysa anlık bir görüntüdür ellerindeki, tamamen doğru bir görüntü olsa bile o anı gösterir. Bir an sonraki değişiklikleri o resmin üstüne koyamazsın. Bence bu şablonu mutlak gördüğün an, ona âşık olduğun an veya onsuz kalmaktan korktuğun an yaşlanmaya başlarsın. Oysa Lütfiye abla yarın sabah bugünkü şablonu yırtmaya hazır!”

* * *

Odaya vardığımızda Bülent’ten bir SMS gelmişti.

“Abi çok sarhoşum ve sanırım âşık oldum!”

 Cep telefonu aslında yanımda olmayacaktı bu akşam, çalışma odasına bırakacak, belki de kapatacaktım unutmasam. Açık olması bile muhtemel olmayan bir telefona, ertesi sabah hatırladığında utanacağı bir mesaj yolladığına göre Bülent’in hali dumandı.

Telefonun saatine ve mesajın saatine baktım, yolladığı daha on dakika bile olmamıştı, onu aramaya karar verdim. Daha ilk çalışta açtı:

“Hakan abi, ben… Uyumamış mıydın? Uyumamışsındır diye… Kusura bakma.”

“Dert değil, uyumamıştım Bülent’çiğim. Neler oldu orada öyle?”

“Abi burada bir kız var… Yüzüme bile bakmıyor. Ama geçen hafta gelip kulağıma ‘Sakın!’ diye fısıldadı gitti. Abi ben… Alışığım reddedilmeye. O sorun değil. Kendi kendime gaza gelmeye alışığım. Yoktan ümitlenmeye falan. Ama artık o da mı yasak abi? Umut etmek de mi yasak? Hayal etmek de mi yasak? Reddedilmek üzere soru bile soramayacak mıyım? Yüzümden mi anlıyorlar ne kadar hıyar olduğumu? Kızın yanına bile gitmedim hiç. Konuşmaya çalışmadım. Üç saniyeden uzun bakmadım abi. Bu nedir artık ya?”

“Kulağına ‘sakın’ mı dedi?”

“Evet abi. ‘Sakın’ dedi. Aklından bile geçirme diyor yani. Bana bulaşma diyor.”

“Sen de yarın sabah onun kulağına ‘çok geç’ de Bülent!” dedim ve sonlandırdım görüşmeyi. Sonra uzatmasın diye kapattım cep telefonunu.

20 Kasım 2015 Cuma

105

“Aslında” dedi Lütfiye abla, “tüm bu felsefi konuşma ülkenin ahvaliyle ilgili konuşurken başladı. Berk kötülüğün kazandığını söyleyenlere inanmadığını, ama kötülüğün kazanırmış gibi göründüğünü söyledi. Ben de ‘iyilik tarihte hiçbir zaman kudretli olamadı, kötülük de kudreti asla elinde uzun süre tutamadı’ dedim. Kötülük asla hüküm süremez, galip gelemez dedim, çünkü buna inanıyorum. Benim çocukluğumdan bu yana sürekli olarak her şeyin kötüye gittiği söyleniyor, gençken inanırdım da buna. Sürekli bir değişim var, evet, ama kötüye gitmiyor her şey. Kötü adamlar bazen meydanları, devlet dairelerini, zenginlerin ihtişamlı odalarını, yönetim kurulu toplantı salonlarını, sarayları ele geçiriyor, bu doğru; ama ara sokaklar, küçük caddeler, tarlalar, evler, odalar aslında iyiliğin hükmü altında. Gündelik hayatta iyilik galip geliyor hep; anneler çocuklarını besliyor, çocuk oyuncağını arkadaşıyla paylaşıyor, oğlan kıza âşık oluyor, bakkal veresiye yazıyor, adamlar çalışıyor ve el sıkışıyor, yaşlı kadınların torbasını taşımasına yardım ediliyor. Sokaklardaki köpekler aç kalmıyor. Anlatabiliyor muyum? Küçük ellerin tümünü, tümünü olmasa da çoğunu iyilik kazanıyor. Hem çok büyük bir çoğunluğunu kazanıyor. Büyük koltukları ele geçiremiyor iyilik belki, ama o koltuğun altındaki kaideyi oluşturuyor ve sağlam tutuyor. Belki başka yol bilmediğinden, belki iyilik hamurunda olduğundan, belki iyiliği öğrendiğinden çoğu insan çoğu zaman doğru ve iyi seçeneği seçiyor.”

“İşte burada ben araya girdim Hakan abi” dedi Berk. “İyiliği toplum mu öğretiyor gerçekten diye sordum. Biliyor mu toplum iyinin ve kötünün ne olduğunu?”

“İyi ve kötü öğrenilen şeyler” dedi Lütfiye abla bir daha anlatırmış gibi, “doğada iyi ve kötü yoktur. İyi bir aslan gördünüz mü hiç?”

Herkes istediği gibi susunca, kaldığı yerden devam etti.

“İyilik ve kötülük bizimle birlikte var oldu. Doğada bir denge vardır, ama iyi ve kötü yoktur bence. Oysa iyi ve kötü insan icadı veya insanlığın mahsulü, burası biraz netameli bir konu. Ama biz varsak varlar, bizimle birlikte var oldular. Dinlere inansanız da inanmasanız da iyiliğin insanlar için, insanlarla birlikte var olduğunu inkâr edemezsiniz. Dünya, evren, kozmik düzen, adına ne derseniz deyin iyiyi ve kötüyü umursamaz. Ama umursadığı bir şey vardır, denge. Dengeler bozulursa bir şekilde yeniden denge sağlanır, çünkü varoluşun devamı için denge gereklidir. Canlı veya cansız her cisim var olmaya devam etmek ister; dış etkilere dayanır, mukavemet eder.”

“Yani o zaman aslında dengeyi değil, devamlılığı önemsiyor doğa?” dedim dayanamayarak.

“Devamlılığı, yaşayakalmayı. Hayatta kalmayı. Var olmayı. Adına ne dersen de. Doğa dengeyi bunun için bir araç olarak kullanır. Doğanın içinde yaşayan ama artık doğanın bir parçası olmayan insan da yaşayakalmak için denge sağlar; bilinçli olarak değil belki, ama neticede dinamik bir denge sağlar. Kötülüğü iyilikle dengeler, iyiliği de kötülükle. Mutlak kötülüğe de izin vermez, mutlak iyiliğe de.”

“Neden?” dedi Buket. “Neden mutlak iyiliğe izin vermiyor?”

“Çünkü mutlak iyilik durumunda ortada iyilik kalmaz. İyiliğin tanımlanabilmesi, var olması için kötülük gereklidir. Kötülük iyiliği var etmek, altını çizmek için zorunludur. Bu denge hem doğada hem de insanoğlunda var oldukça ütopyalar bir hayal olmaktan ileri gidemez. Ütopyanın gerçekleştiği gün her şey sıfırlansa, bir tane bile kötü kalmasa, bu sefer bu yeni ortam kendi kötülüklerini ortaya çıkarır. Aksi takdirde herkes iyi olursa yaşama enerjisini, hayata tutunma gücünü kaybeder insanoğlu, soyu tükenir.”

“Bu ispatlayabileceğin bir şey değil” dedi Berk.

“Şimdiye kadarki veriler bunu gösteriyor ama. Dünya sürekli bir dengeyi arama, bulma, kaybetme ve yeniden arama halinde. Koskoca bir cangıl bu dünya, ağaçları kesip, beton döküp, kaymak gibi bir zemin oluşturmayı isteyebilirsin, ama bunu başaramazsın. Senin beton dökme hızından daha hızlı kırar betonları kökler. Yahut teknolojin çok ilerler ve başarırsın, 6 ay sonra kuraklıktan ölürsün.”

“Yani burada ne kadar düşünürsek düşünelim yeterince iyi bir beton bulamayız diyorsunuz,” dedi Buket üzüntüyle, “ya da bulursak dünyanın sonunu getiririz?”

“Öyle kızım” dedi Lütfiye abla, “ama beton dökmemek gerektiğini bulmak da bir başlangıçtır. Bu savaşmayacağız, hayatımızı anlamlı kılmayacağız demek değil. Sadece onların, yani dışarıdakilerin betonuna başka bir betonla karşı koymamız yanlış olur. Buradan bir hayat görüşü, bir tutum çıkar belki, ama statik bir ideoloji çıkmaz. Çıkmamalı. Dünyayı, evreni, doğayı, insanlığı şekillendirmeye çalışmak, ona yapılabilecek en büyük kötülüktür.”

“Akışına da bırakamayız kendimizi ama, değil mi?”

19 Kasım 2015 Perşembe

104

“Abla gözünü seveyim, herkes mutluluk formülü veriyor, otogarda bile kitabını satıyorlar” dedim şakayla karışık. Ciddiye bile almadı beni:

“Yani diyorum ki bir dış etken, bir dış müdahale, bir değişiklik olmadıkça insanın duygu-durumu değişmez. Kimse durduk yerde, tüm şartlar aynıyken mutlu olmaz birden bire. Mutluluk için bir değişim gerekir. O yüzden mutlu olamazsın, mutlu edersin.”

“Bu hesapla kendimizi de mutlu edebiliriz ama?!”

“Elbette, kendine müdahale edip mutlu etmek teorik olarak mümkündür. İnsanlar da bunu yapmıyor mu zaten? Mutsuzum, çikolata yiyeyim, mutlu olayım. Mutsuzum, çıkıp güzel bir yere gideyim, mutlu olayım. Mutsuzum, beni sinirlendiren herifin başına bir çorap öreyim, mutlu olayım. Mutsuzum, neden mutsuz olduğumu öğretecek bir kitap okuyayım, ona inanayım mutlu olayım. Mutsuzum, meditasyon yapayım, mutlu olayım. Ama zorlama bir mutluluk oluyor bu, mutlu olmak için yaptığını sen biliyorsun veya bilinçaltın biliyor. Kaç pasta da yesen, kaç ayakkabı alsan, kaç kitap okusan değişmiyor, kısacık ve yapay bir mutluluk elde ediyorsun.”

“Oysa başkaları seni mutlu ederse…”

“Oysa başkaları seni mutlu ederse hem mutluluk için bir müdahale, bir değişim gerçekleşiyor, hem de bunun yapay, zorlama olduğu hissi olmuyor. Çünkü biliyorsun ki karşındaki, annen, sevgilin, arkadaşın, yeni tanıdığın biri seni önemsiyor; seni mutlu etmek için çaba gösteriyor. O yüzden hem dünyadaki yerini sağlamlaştırıyorsun kendi kafanda, kendini ve varlığını onaylanmış gibi görüyorsun, hem de sevilmek içini ısıtıyor.”

“Yani mutlu olmak mümkün değil. Mutlu edebiliriz ancak. Kendimizi biraz mutlu edebiliriz ve bunun niteliği ve niceliği daha düşük olur; ama başkalarını mutlu edersek o kişi hem niceliksel hem de niteliksel olarak daha büyük bir mutluluğa kavuşur. Peki, bir mutluluk zinciri yaratıp zincirin ucunun bize değmesini mi bekleyeceğiz?”

Berk’in yüzünden bir gölge, öfkenin gölgesi geçti. Lütfiye abla ile dalga geçiyorum sanıyordu. Oysa ona pas açıyordum. Hiç MEB klasiklerini, Eflatun’u okumadı mı bu çocuk acaba?

“Hayır işte, işin ilginç yanı bu. Birilerini mutlu ettiğin anda sen de kendini değerli, işe yarar, “iyi” hissediyorsun, duygusal bir tatmin yaşıyorsun. Anneler neden daha mutludur babalara göre? Tam da bu yüzden! Çocuklarının yüzündeki gülümseme, onlara evrenin onayı gibi gelir.”

“Anladım sanırım. Nedenselliğe bu kadar güvenmezdim ben olsam, çünkü … Biliyorsun işte abla” dedim, “ama böyle şeylerle uğraşmak için buradayız. Bir ipin ucunu yakaladığın kesin.”

“Orada duramadım ki Hakan, duramadım ki. Neden dedim kendi kendime, neden mutlu olmamız gereksin ki? Evrenin de çok umurundaydı iyilik yapmamız, mutlu olmamız.”

“İyilikten çıktı her zamanki gibi konu Hakan abi” diye araya girdi Berk, “şu Phaedrus’un ünlü sözünden.” Sonra ezberden okudu:

“Ve nedir iyi, Phaedrus, ve nedir iyi olmayan – Bunu söyleyecek birine ihtiyacımız var mı?”

“Biliyorum alıntı yapılmasını sevmiyorsunuz, ama bu bir cevap değil, bir soru” dedi Berk. “Hayatımızın iplerini yeniden elimize geçirmek için geldik buraya, doğru. Dün akşam bunu konuşuyorduk yürürken. Ama o ipleri elimize almak ne anlama gelecek? Neden alacağız? Ne yapmak için? “İyilik” yapmak için mi? Bunun doğru düzgün bir cevabı yok bende. Hiçbirimizde yok. Sadece şunu biliyoruz, o ipler bize ait.”

18 Kasım 2015 Çarşamba

103

BÖLÜM 10
“Aslında iyi birisin”
Anonim

Merhaba, ben Hakan. Az önce mutluluğun formülünü öğrendim, unutmadan yazayım dedim.

Televizyon çekiminden döndüğümüz akşam, önce Sevda’nın yanında aldım soluğu. Burcu gibi ben de öyle ya da böyle bir tepki görmek istiyordum, ama Sevda sanki sıradan bir günün akşamıymış gibi karşıladı beni. Ne gelip boynuma sarıldı, ne kendisini götürmediğim için sitem etti, ne “Bana ne getirdin?” diye sordu. Sadece sıcacık bir gülümseme. Yetmedi desem yalan olur.

Yorucu bir günün arkasından evine, karısına, koltuğuna kavuşan bir aile reisi edasıyla oturdum karşısına. Gözlerine bakmak bana yetiyordu ama biliyordum ki biraz uzun süre ve sevgiyle baksam geriliyordu; asla onu sevdiğim kadar sevemeyecek beni, biliyorum. Ona bakmak bana yetip artıyor, o ise duymak istiyor, dokunmak istiyor, söylemek istiyor. Birlikte sessizliği paylaşmayı ve sessizlik yüzünden gerilmemeyi becerene kadar ona evlenmeyi teklif etmese miydim diye hâlâ düşündüğüm oluyor bazen.

Ben anlatmaya, onu güldürmeye başlamadan o konuştu:

“Çok şey kaçırdın şuncacık zamanda, biliyor musun?” Yüzünde afacan bir keyif.

“Ne olmuş ben yokken?”

“Lütfiye abla yazmaya başladı.”

Bu gerçekten ciddi bir haberdi; Lütfiye ablanın grup terapimizden bu yana bir kelime yazmadığını çok iyi biliyordum; yazmaya değer bir cümlesi olmadığını söylüyordu hep şakayla karışık. Oysa bir seansta Hasan abi arkasında delil bırakmayı sevmediğini iddia etmişti ciddi ciddi, Lütfiye abla da bunu yalanlamamıştı. Hem yaşadığı işkenceler nedeniyle kafasında yaşamayı, gerçekten de arkasında yazılı bir iz bırakmamayı tercih ettiğini, hem de kendisini yazmaya “değer” bulmadığını düşünmüştüm bunca yıldır.

Bir cevap veremedim Sevda’ya, öyle sessizce kaldım, ağzım hafif aralık.

“Hadi kalk gidelim, kendisi anlatsın sana. Roninler de orada zaten.”

Ne karnın aç mı dedi, ne yorgun musun diye sordu. Beni neredeyse sürükleyerek odadan çıkardı ve yürümeye koyulduk.

“Ne yazıyor peki?” dedim binadan biraz uzaklaştığımızda.

“Göstermiyor ki!? Ama Berk ile sabaha kadar oturup konuşmuşlar dün gece. Sabah haberi Buket’ten alınca gidip göreyim dedim, yazmaya başlamıştı. Her soruya ‘sonra!’ diye cevap veriyor şimdilik. Yoruluncaya kadar yazacak herhalde. Hatta belki uyumuştur şimdi. Ama gidip bakalım yine de!”

Yol boyunca, neler yazdığını ve ne konuda konuştuğunu bilmediğimiz Lütfiye abladan değil, otobüs yolculuğundan bahsettik Sevda ile. Çok özlemiş yollarda olmayı, hatta keşke çiftlikte yaşamayıp göçer mi olsak bile dedi bana. Koluma girmişti yürürken, sağ kolu sol kolumda, sol eli sürekli kolumu okşuyordu. Kolum onun krallığına girmişken bırak göçebeliği, paralı askerliği bile önerse kabul ederdim.

Vardığımızda Lütfiye abla ateşin başında oturuyordu, meraklı kitleden geriye sadece Buket kalmıştı. Buket hipnotize olmuş gibi onu dinliyordu:

“İnsan” dedi Lütfiye abla yorgun ama ben-bu-işi-çözdüm diyen sesiyle, “en çok mutluluk istiyor bu devirde. Temel refah şartları sağlandı, sağlık birinci önceliğimiz değil, aç değiliz, her ailenin bir iki erkeği savaşta da değil. Artık tek istediğimiz mutluluk. Mutlu olmak için çabalıyor herkes. Ama mutluluk kendi kendine yaratabildiğin bir şey değildir, kendini mutlu etmeye çalışmak boş bir çaba. İnsan mutlu olamaz, mutlu eder. Mutluluk bir “oluş hali” değil, bir edim. Mutluluğu ancak başkaları için yaratabilirsin.”

Sonra bana döndü:

“Kafamda uçuşan fikirlerin izini kaybediyorum derdim ya Hakan? Sonuna varınca başını unutuyorum, duman gibi dağılıyor düşünceler derdim, hatırlıyor musun? Yazınca da tembelliğe alışıyorum diye korkardım.” Birden neşeyle sesi yükseldi:

“Berk’le dün konuşurken zincirin iki ucu da elimdeydi!”

16 Kasım 2015 Pazartesi

102

Çiftliğe vardığımızda ne bekliyordum bilmiyorum. Sanırım iki gün bile dış dünyada vakit geçirince o dünyanın alışkanlıkları su yüzüne çıktığından insanların bizi kapıda karşılamalarını bekledim ve istedim belli belirsiz. Oysa gittiğimizde bizi bekleyen kimse yoktu; dış kapıdan girdiğimizde de, kendi binalara uğradığımızda da, tekrar yemekhanede buluştuğumuzda da. Birazcık kızdığımızı itiraf etmeliyim, beni koridorlarda durdurup “ne güzel konuştun öyle” demelerini, en azından “nerelerdeydin yahu, nasıl geçti program?” diye sormalarını istedim. Farkıma varmalarını, beni kabullenmelerini, benimsemelerini, özlemelerini… Yani bozuldum işte, o kadar.

Yemekhaneye gittiğimde herkes çoktan yemeğini yemiş, gitmişti. Köşedeki masalardan birinde Hakan ile Uğur muhabbet ediyorlardı:

“… bir daha, benim dengemi bozdu vallahi” dedi Uğur, sonra beni fark edince “Burcu da iyi biri aslında, değil mi abi?”

“Yemem ben bunları” dedim, “ciğerini öğrendim ben senin günlükten!”

“Ona da mı okuttunuz?” dedi Hakan abi yalancıktan kızarak.

“Aman be Hakan abicim, kötü bir şey yok ki o günlükte. Hem ben de birkaç sayfa ekledim başlamışken. Çok yönlü bir metin olmasına yardım ettim, başka bir bakış açısı ekledim elimden geldiğince.”

“Ne yazdın peki?”

“Okursun bitince, bu akşam kendi bölümümü bitirmeyi umuyorum” dedim. Sonra geldim bu acayip, iç bunaltıcı odaya, geçtim bilgisayarın başına, on beş dakikadır boş boş bakıyorum. Ne yazmalıyım bilemiyorum başka; sanki parmak uçlarımdan klavyeye akacak koca bir nehir var ama ben baraj kapaklarını açmanın yolunu bulamıyorum, tam olarak böyle hissediyorum işte
.
Yıllar boyunca içinde biriktirdiği, mayalandırdığı, ruhunu bulandıran çamurları, balçıkları kendisi temizleyebilir mi insan? O yapışmış, yoları tıkamış, keçeleşmiş kötülük, bedbinlik, kendine acıma, susup içine atma sökülüp atılabilir mi? Söylenmediği için ağırlaşan sözler, bir nefes bile alamadan ölmüş hisler, açlıklar, heyecanlar, pişmanlıklar gidince zihnimizdeki su berraklaşır mı? Daha iyi, olumlu, verimli düşünebilir mi insan? Ya da dertleri sadece anlatabilmek onlardan kurtulmamızı sağlar mı?

Saçmalıyorum yine. Sanki hayatımdaki dertleri ummana döksem arınacağım, yüklerimden kurtulacağım, daha cesur olacağım, yeni bir sayfa açacağım. Böyle hissediyorum.

Benim adım Burcu. Küçücük bir çocukken bile derdimi hep içime attım. Babamı anamı üzmek istemediğim için kendimi üzdüm hep. Başkalarının derdiyle dertlenmedim, başkalarını da benim derdimle dertlenmeye davet edemedim hiç. İskandinav olmalıydım, fırıncı oldum.

Bu iş burada bitmez, daha sonra yeniden yazacağım.

15 Kasım 2015 Pazar

101

* * *
Otobüs yolculuğu boyunca ben “bayan yanı” 11 numaralı koltukta otursam da tam yanımdaki 10 numarada oturan Uğur sürekli benimle konuşmaya çalıştı, bunu belirtmeden edemeyeceğim. Sürekli konunun etrafında dolaşsa da günlük hakkında ne düşündüğümü öğrenmek için can attığı çok belliydi. Ama Boğaz Köprüsünü geçinceye kadar günlüğe lafı getirmedim, getirmesine de izin vermedim. Hakan abi de uzaklara baktı, hiç yardımcı olmadı, bu da kayıtlara girsin lütfen.

Sonunda:

“Uğur” dedim, “okudum. Tüm günlüğü okudum. Ama senin tam olarak neyi merak ettiğini anlayamadım hâlâ? Nedir, mesele nedir? Neyi sormak istiyorsun?”

“Ya yok, genel olarak neler düşündüğünü merak ettim.”

“Genel olarak şunu düşündüm, canlı yayında seni rezil etmediğime değdi. Okuduklarımı genel olarak sevdim. Genel olarak aydınlatıcı oldu.”

“İyi bari.”

Gebze’ye kadar konuşmadı. İstediği cevabı alamamıştı. Ne Hakan abi gibi uzaklara daldı, ne yanımdaki kız gibi kitap okudu, ne öndekiler gibi şoförün arabayı nasıl kullandığına odaklandı. Kımıldayıp durdu yanımda; sırtını arkalığa iyice yasladı olmadı, öne kaykıldı olmadı, bacak bacak üstüne attı olmadı… Sürekli bir kıpırtı, hiçbir yere iki saniyeden fazla odaklanmayan gözler.

“Peki” dedi sonunda, “Bülent korkmakta haksız mı sence?”

“Bence haksız. Haksız, çünkü artık değiştiremeyeceği bir şey için panik oluyor. Diyelim ki gerçekten bir çılgınlık başlattık ve çok yakında memlekette taşlar yerinden oynayacak. Kaos günleri gelecek gerçekten diyelim. Bu durumda ‘vay biz ne yaptık?’ demenin ne faydası olacak ki? Hem bizim yaptığımız yüz bin atlıyla bir şehre dalmak ve herkesi öldürmek, yakıp yıkmak gibi bir şey değil ki, bir fikir atıyoruz ortaya. Karşımızda milyonlarca insan var, hepsinin kendine göre aklı var, süte iki kaşık maya çalıp yoğurt yapar gibi değiştirmiyoruz ki insanları! Kendi kafalarıyla düşünüp, bizim dediklerimizi haklı bulurlarsa, bununla da yetinmeyip hayatlarını değiştirmeye başlarlarsa, bu özgür iradeleri ile yaptıkları bir seçim olur.”

“Ama…”

“Ama ne? Biz başlattık mı diyeceksin? Onu geçeceksin anam babam, onu geçeceksin. Rahmetli anneannem ‘takma akıldan akıl olsa sikimden kaval olurdu’ derdi. Sen en dersen de, insanlar kabul ederse eder, etmezse etmez. Dediğim gibi, bir kimyasal tepkime değil ki bu! Böyle bir eğilim görüyorsa, yeni bir ülke ve yeni düzen için çalışmaya odaklanması lazım. Yaratılan eğilim nerelerden çürüyebilir, yozlaşabilir onu düşünmesi falan lazım, ne bileyim?”

“Doğru diyorsun ama, ona anlatamıyorum. Bana kalsa ben o kadar etkili olacağımızı da sanmıyorum kısa vadede. Sultanhisar’dan gelince onunla sen de konuşur musun?”

“Kısa vadede derken? Yani gerçekten bu çiftliğin ve felsefi araştırmaların gerçek bir sonucu olacağına ama bunun daha uzun süreceğine mi inanıyorsun?”

“Evet?!” diye itiraf etti Uğur.

“Ah siz erkekler, daha ufağına razı olmazsınız zaten. Âşık olduğunuzda o kızı dünyada başka hiç kimse sizin gibi sevemez, futbol takımı kurduğunuzda mutlaka hedefiniz Barcelona olmaktır, bir icat yapsanız dünyadaki en zengin adam olmak için yola çıkarsınız. Oysa dünya, doğa, alem, adına ne dersen de bu kadar kolay teslim etmez kendisini. Devasa bir dengedir o, o dengeyi bozmaya çalışmak ham bir hayaldir. Bazıları dengenin bir parçası haline gelir, ama bunu becerenler de dengenin özüne dair bir şeyler yakalamıştır genelde. Oysa biz kurulan her gün yeniden kurulan dengeye direnmeye çalışıyoruz. Dünya her gün yeniden kuruluyor ve gitgide hızlanıyor, biz de hızına ayak uyduramıyoruz. Belki, ama bak sadece belki diyorum, belki o dengenin önüne geçersek bir şeyleri değiştiririz. Bunun için de bir hayalimiz olmalı, henüz bir hayalimiz yok. Biz sadece o dev dengede farklı bir tat, bir lezzet, bir kaçamak ihtimaliyiz. Özgünüz evet, ama evrenin de çok umurundaydı özgünlüğümüz.”

Yol boyunca Uğur bir daha ağzını açamadı.

12 Kasım 2015 Perşembe

100

Bu yenilgiyle kendim savaşmaya karar verip bunu bir nevi hayal haline getirene kadar çok psikiyatriste gittim, çok kitap okudum (çoğunu da yarım bıraktım). Kafamdaki fikirlerin izini sürdüm, sebebini bulmaya çalıştım. “Her şey anlamsız, her şey boş” tipi bir ergen depresyonuna girmediğini fark ettiğimde nasıl rahatladığımı tahmin edersiniz. Aşk acısı da değildi (duygu dünyamı burada anlatacak değilim elbette ama o açıdan normal sınırlar içindeydim). Ne olduğunu değil de neye benzediğini tarif ettiğim gün, oturduğum koltuğa çöktüm de 3 saat kalkamadım.

Karnı tok halde restoran menüsüne bakan, o yüzden de yemek seçemeyen o kıl müşteriydim ben. Hayatın bana sunacağı bir sürü hedef, hayal, amaç, zevk vardı; aklıma gelenler kadar düşünsem bulacağım bir sürü başka seçeneğe sahiptim. Bunları yapacak param da, zamanım da vardı. Ama karnım toktu işte, bir türlü acıkmıyordu! Haftalar, aylar boyunca acıkmayı bekledim. Paraları bağışlayıp açlık ve geçim zoruyla çalışmaya başlayabilir miydim? Botsvana’da gidip açlar için çalışabilir miydim, ya da bir Doğu Anadolu köyünde? Kendime veya birilerine yardım edebilir miydim? Hiçbiri zerre kadar ilgimi çekmiyordu.

Bu arada hayatıma devam ediyordum ha, yanlış anlaşılmasın. İşleri bensiz de yürüyen bir hale getirdiğim için biraz işe geç gidiyor, annem ve babamla kahvaltılar, akşam yemekleri yiyor, 2 günlük kaçamak tatillere gidiyor, arkadaşlarımla görüşmekten de geri kalmıyordum. Dışarıdan bakan biri, hayatımdaki o büyük boşluğu tahmin bile edemezdi. Gündüz ben bile unutuyordum bazen.

İnsan herkesi kandırır da kendini kandıramaz demiş ya biri, büyük yalan. Uydurmuş. Hepimiz kendimizi kandırırız. Kendimizi oyalarız. Sanki çok lazımmış gibi zamanı geçirmeye uğraşırız. Bir günü daha yedik diye seviniriz bazı günler, bugünü de atlattık ya gerisi kolay deriz. Sonra ertesi gün hop, sil baştan. Yenmesi gereken bir başka gün gelir dayanır perdenin öbür tarafına. Bazı günlerin, nadiren, bitmesini istemeyiz (hayır Cumartesileri demiyorum). Ama çoğu günü bitirmek için uğraşırız. O beklediğimiz gün gelene kadar. “O” gün gelince keyfini çıkaramayız tam, ağzımızda acı bir tat. İşte o acı tadı atamadım ağzımdan.

Benim adım Burcu. Derdim ne bilmiyorum. Rahat batması sendromunun son kurbanlarından biriyim. Sizlere de bulaşmasın diye kendimi karantinaya aldım.

Benim adım Burcu. Göğsüme oturan o öküzü kovamıyorum. Bazen anlar gibi oluyorum neden orada olduğunu, ama kelimelere dökülür bir his değil. Bakır gibi bir tadı, Prusya mavisi bir kokusu var. O derece anlatılmaz-yaşanır, boktan bir durum.

Benim adım Burcu. Sizinle uğraşmak istemiyorum. Yalnız bırakılmak da istemiyorum. Bir kol uzaklığı mesafesinde durun yeter bana. Ben konuşmadan benle konuşmayın diyecek kadar kibirli değilim, ama baktınız yüzüm sirke satıyor, uzaktan geçin abicim.

Buraya acıkmak için, neden acıkmadığımı sormak için geldim. Bana benzeyen, kerameti kendinden menkul manyaklara bakıp ibret almaya, onlarda derman aramaya geldim; çünkü normal insanlar benim derdime derman olamadı. İlaç verdiler olmadı, terapi yaptılar olmadı, spor yaptırdılar olmadı, çocuk yap geçer diyenleri de küfür kıyamet ben kovdum kapıdan. Yanlış sorulara doğru cevapları burada verdiklerini duydum, buraya geldim.

Havalı sözler etmeye ve duymaya değil, yeni sözler etme ve duyma ihtimaline. Dünyada daha önce hiçbir kulağın duymadığı sözler. Doğru olmalarına bile gerek yok, yeterince iyi ve orijinal yalanlara ve hatalara hazırım.

11 Kasım 2015 Çarşamba

99

* * *
Sanırım o son kadehi içmemeliydim. Şimdi, sabahla öğle arası bu vakitte yazdıklarımı okuyunca silmek istiyorum ama Uğur’a söz verdim silmeyeceğim diye.

Dün gece, televizyon programından sonra ev sahiplerimiz bizi dışarı çıkardıklarında, bütün sosyal yeteneklerimin köreldiğini hemen fark edemedim. Nazikçe benim kadehi doldurma demeyi, bana asılan sunucuyu (hangisi diye sormayın, söylemem) kırmadan atlatmayı başarırdım eskiden olsa. Üstelik alkole de daha dayanıklıyımdır ben!

Velhasıl kelam o kadar içtik ki, Hakan kendini tutsa da ben ve Uğur otogarda otobüse bindirilebilir halde değildik. Bize hemen düzgün bir otelde oda ayarlandı, Uğur’u zorlayarak bellek çubuğunu elinden aldım, otelin bilgisayarından dosyayı açtırdım, okudum ve sonra o bir sayfayı yazdım.
Alkolün etkisiyle bu kadar açık yazdığım şeylerin hepsine şimdi de katılıyorum. Ama şimdi olsa böyle girmezdim lafa. Madem otobüsümüze daha 3 saat var, şimdi yeniden deneyelim:

Ben Burcu. Başarılı olmanın insanı mutlu etmediğini kanıtlayan çiftlik üyelerinden biriyim. 25 yaşında aklıma koyduğum her şeyi 35 yaşıma ulaşana kadar başardım, sonra da boşluğa düştüm. Bunu yukarıdaki sayfalarda da görmüşsünüzdür zaten; ama daha derin bir şey bekliyorsanız boşuna beklemeyin. Bütün olup biten bu kadardı, bu yüzden buradayım.

Aslında ben hayal kurma gücümü ya da hayal kurma yeteneğimi kaybettim. Öyle dersem kolay anlaşılır halim. Yaşıtlarım üniversitede hızlı bir kariyer, şarap şişesini masada açtırabilecek ve düşünmeden para harcayabilecek, prestijli bir maaş hayal ederdi. Bunu elde ettiklerinde yurt dışı turları, yakışıklı bir adam, şirket arabasına geçiyordu hayaller. Acılı ayrılıklarda intikam hayalleri, iyi giden ilişkilerde ise çocuklar düşlüyorlardı. Evlenip çocuğu yapan çocuğu en mükemmel okula yollamak için çırpınıyordu. Önlerine sürekli yeni bir hayal koyup bunu bir hedefe dönüştürüyorlardı kısacası. Bir hedeften bir sonrakine çırpınıyorlardı, sadece şarabın kalitesi artıyordu zaman içinde, bir de şikâyet ettikleri adamlar.

Ben bunu beceremedim. Asla büyük kariyer hayallerim olmadı. Daha mütevazı hedeflerle başladım hayata. İlk işime büyük bir keyifle ve aşkla sarıldığımda batacak mıyım çıkacak mıyım belli değildi. O zaman hayatımda ilk defa, her akşam hayal kurmaya başladım. İşi nasıl büyüteceğimi, başladığım işi nasıl başaracağımı anlatıyordum kendi kendime.

Yastığa başınızı koyduğunuzda, elinizden tutup sizi uyku âlemine geçiren şeye hayal denir. Bir hayaliniz yoksa karanlık bir sudaki girdaba dönüşür yastık. O yüzden daha çocukken masallar okur anneniz veya babanız size; uyku cinlerinden, şeytanın vesvesesinden sizi böyle korur. O en korunaksız olduğunuz, kapalı gözlerle uykuyu beklediğiniz anlarda kesif bir karanlığın içine düşmeden uykuya geçersiniz masallarla. Pamuk prenses bitince Keloğlan tutar elinizden. Büyüdüğünüzde de kendi masallarınızı anlatırsınız, onlara hayal dersiniz.

Bir hayali gerçek olduğunda kolayca bir sonrakine geçer çoğu insan, ben bunu beceremedim. İşler sonunda kendi başına yürüyecek kadar büyüdüğünde uyku uyuyamamaya başladım. Önceleri uykuya geç dalmalar, TV başında uyuklayıp onun sesiyle kafandaki sessizliği bastırmalar, sinirleri gevşetmek için bir kadeh şarap içmeler… Sonra hobiler, psikologlar, gereksiz erkekler…


Yeni bir hayal kurmaya gücüm mü kalmamıştı? Hayallerin gerçekleştiği anda değersizleştiğini görüp yaşama amacımı mı kaybetmiştim? Ne için uğraşıyorum ki mi demiştim? Şu anda o sürece dâhil hatırladığım tek şey mutsuzluk, depresyon, amaçsızlık ve kimyasallar.

10 Kasım 2015 Salı

98

BÖLÜM 9
“Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar
“Yeryüzünde sizin kadar yalnızım”

Merhaba,

Benim adım Burcu. Burada olup bitenleri, burada yaşayan insanları yanlış anlamanızı engellemek için bir şeyler yazmam gerek, çünkü buraya kadar yazılanların hepsi saçma. Olaylar doğru anlatılmış, yanlış anlamayın, ama işin iç yüzünden kimse bahsetmiyor.

Aslında işin iç yüzü gayet basit. Hepimiz deliyiz. Tırlak. Manyak. Kafadan kontak. Kırık. Çatlak. Ne derseniz artık. Bilimsel teşhislerle açıklamaya gerek yok halimizi, mahalle kahvesinde herkes bilir ne olduğumuzu.

Hepimiz ayrı türdeyiz belki, ama birkaç ana gruba ayırmak mümkün. O grupları sayıp başınızı şişirmeyeceğim. Daha önce hiç grupları sayma ihtiyacı da hissetmedim zaten, ama kafamda hepimizi birkaç ana başlıkta toplayabilirim istersem.

Esas sorun şu ki, hiçbirimiz bunu itiraf etmek istemiyoruz. Bir akıl hastanesinde yaşayamayacak kadar takıntılı, kendimizi vuramayacak kadar korkak, tedavi istemeyecek kadar gururlu ve inatçıyız. Dışarıdaki dünyaya ait olmadığımızı bilecek kadar aklımız başımızda. Zararlıyız biz. Kendimize. Anamıza, babamıza. Âşık olup peşinde koştuklarımıza. Bizi dert edinen arkadaşlarımıza. Kendimize alıştırmak için, bizi sevsinler diye fazla iyi davrandığımız insanlara. Yolu bizimle kesişen herkese.

Hayata uyum sağlayamıyormuşuz, yalan. Hayatımızın kontrolünü kaybetmişiz, yalan. Doğru yolu biz bulacakmışız, kuyruklu yalan. Fazla hassasmışız, o da yalan. Hayat ciddiye alınmasını istediğimiz bir oyunmuş, o da yalan. Tutunamıyormuşuz, o da yalan.

Halimizin romantik, asil, tıbbi veya felsefi bir açıklaması, bir bahanesi yok. Bazılarımız doğuştan böyleydik, diğerleri ise zamanın ve toplumun etkisiyle böyle oldu. Hepimiz deliyiz. Akıllı uslu şeyler yapmayacağız. Aynalara yalan söyleyemediğimiz için böyle olduk, buraya sığındık; yakında artık size de yalan söyleyemeyeceğiz. Açıkça haykıracağız deliyiz diye. Sizin koyduğunuz normallik sınırları içinde değiliz, bunun için özür de dilemeyiz diyeceğiz!

Dünyayı kurtaracaksa bizim dürüstlüğümüz kurtaracak. Aklımız değil, sevgimiz değil, çabamız değil, dürüstlüğümüz. Deliliğimizi itiraf ederek başlatacağız arınmayı. Ya da muhtemelen hiçbir şeyi kurtaramayacağız bilmiyorum. Kurtarmaya değer misiniz onu da bilmiyorum.

Adsız alkolikler toplantısında dedikleri gibi: “Benim adım Burcu ve ben bir bağımlıyım. Dünya’ya, hayata bağımlıyım. Nefes almak, hayatta kalmak için ona ihtiyacım var. O benden ne istiyorsa, ne istediğini düşünüyorsam onu yapacağım, ona itaat edeceğim. Benim kırmızı çizgim de, kutup yıldızım da hayattır. Erdemleri ben icat ettim ve onlara uymadım. Kuralları ben icat ettim ve işime geldiği gibi kullandım. Öldürmeyi ben icat etmedim ama ben mükemmelleştirdim. İnsanlığa falan inanmam, kendime inanırım. Hayata bağımlıyım, hayata aşığım, onun için onurumdan da ruhumdan da vazgeçerim.”


* * *

9 Kasım 2015 Pazartesi

97

Hakan abi “Bizi buraya çağırdığınız ve kendimizi ifade etmemize izin verdiğiniz için çok teşekkür ederiz. Son sözüm şudur; bizi izlemeye devam edin!” dedi.

Burcu konuştu sonra:

“Bizi izlemeye devam edin ama kurban olayım uzaktan izleyin. Yarın bizim köyün ortasında sekiz tane tur otobüsü olursa size çay bile yetiştiremeyiz.”

Sonra sıra bana geldi:

“Yapamam diyorsunuz ya” dedim üzerinde kırmızı ışık yanan kameraya bakarak, “yaparsınız. Değişemem diyorsunuz ya, değişebilirsiniz. Değiştiremem diyorsunuz ya, değiştirebilirsiniz.”

Işıklar azaldı, bir acayip müzik girdi. Yerimizde oturmaya devam ettik.

“Çok güzel bir akşam oldu” dedi Emel, “biz çok teşekkür ederiz geldiğiniz için.”

Hakan abi cevap verecekken Murat’ın öfkeli bakışlarını hissetti üzerinde:

“Ne oldu?” dedi. Murat ikiletmeden başladı dökülmeye:

“Biz diye bir şey yok, anlamıyorsunuz. Akıllı adamlar ve kadınlar var, ülkeyi ve gidişatı değiştirmek için çalışıyorlar. Sonra bir süre sonra, sanki ülke aşkı bir hobiymiş ve bırakılması gerekiyormuş gibi bırakıp güzelce, para getiren bir kariyere başlıyorlar. Düzen değişmeyecekse kendi kıçımızı sağlama alalım diyorlar. Hiçbirimiz sonuna kadar götüremeyiz, hiçbirimiz yeterince destek bulamayız. Bunu bildiğimiz halde gereksiz bir iyimserlik türküsü söylüyorsunuz hepiniz. Emel de öyle, siz de öyle.

Hatta sizin haliniz daha kötü, olup biteni görmeyeceğiniz bir yere kapatmışsınız kendinizi. Osman amca parasını versin, siz orada oturup hayal kurun. Memleket elden giderken siz meleklerin cinsiyetini tartışın!”

Hakan abi sakinliğini bozmadı:

“Hani on kişi bir yerde oturursun arkadaşlarında, kalkıp başka yere gidelim deyince herkes bir şey söyler. Bazısı hayran olduğu kız ne derse ona uyar, bazısı Ahmet ne derse tersini yapmak için hazırdır, bir türlü karar veremez grup. Sonra biri ‘ben şuraya gidiyorum’ der, o kararsızlığın içinde bir kararlı kişi genelde milleti peşinden sürükler. Yahut kalan 9 kişi ona karşı birleşir, bir anda, o inatçı herifin dediği olmasın diye başka bir yerde uzlaşırlar. Tanıdık geldi mi bu durum sana?”

“Evet,” dedi Murat. “O inatçı herif siz misiniz?”

“Hayır, ama o inatçı herif gibi olmalıyız. Biz burnumuzun dikine gitmeye karar verdik. Biri kararlı olduğunda, ciddi bir değişim başlamış demektir. Gerçek bir değişim. Bir kişiyle olmaz, kritik kütlesinin ne olduğu belli değildir, bazen nesiller sürer.

Dünya, içinde olduğumuz yaşam, yani bugünkü şartlar çok karmaşık. Bin matematikçi otursa, yüz yıl çalışsa hesaplayamaz neyi niye yaptığımızı veya yapmadığımızı. Sadece Türkiye’yi, sadece İstanbul’u bile hesaplayamazlar. Evlerin değerinden bankadaki paralara, kredi borçlarından fabrikalardaki üretime, trafik sıkışıklığından ofiste rastlaşmak için çırpındığın kıza, dostluklardan çalınan cüzdanlara kadar milyar tane parametre var. O parametreleri tek tek değiştirmeye çalışan reformist de, parametreleri yok sayan devrimci de değişim için ciddi bir çaba sarf ediyor demektir. Kim, nasıl, hangi yöntemle, ne kadar başarılı olur bilmiyorum ama kararlı olmak gerektiğini biliyorum.


Asıl şunu sorsan hiçbirimiz cevap veremezdik. Bütün bu sistemi reddediyorsunuz da, daha adil, daha gerçek bir öneriniz var mı?”

8 Kasım 2015 Pazar

96

Hemen arkasından reklamlar girdi. Reklam arasında kırk yıllık arkadaş gibi sohbet etsek de, tekrar yayına geçtiğimizde beklediğimiz yerden sorular geldi, parasız bir dünya nasıl olacak (olmaz dedik haliyle), kadın erkek eşitliği konusunda ne düşünüyorsunuz, aşk var mı aşk, hadi internet yok ama kitap bile yoksa sıkılmıyor musunuz hocam, becerdiniz mi organik işlerini, iş planını nasıl yapıyorsunuz, aaa siz komünist misiniz, çalışmayana yemek yok mu hahaha… Televizyon izleyicilerinin duymak istediği tüm cevaplar alınınca, kazık sorular Emel’le başladı:

“Tüm anlattıklarınız iyi güzel de, bir sosyal sorumluluk hissetmiyor musunuz?”

“Nasıl yani?” dedi Burcu.

“Yani kendinizi kurtarıyorsunuz veya kurtarmayı deniyorsunuz, tamam. 97 kişiyi kurtarınca ne olacak? Sizi bugüne getiren, eğiten, besleyen, yolunuzu yapan, sizi koruyan topluma borcunuzu nasıl ödemeyi düşünüyorsunuz? Sadece örnek olmak yetmez ki!”

“Bunu biz de kendi kendimize soruyoruz” dedi Burcu sükûnetle. Ama yan köydeki insanlarla aramızda temelde bir fark yok. Vergimizi veriyoruz, askere gidiyoruz, oyumuzu atacağız seçimde, kanunlara uyuyoruz. Yani yasal olarak devlete ve millete olan borcumuzu her vatandaş kadar ödüyoruz.”

“Onu sormadığımı biliyorsunuz” dedi Emel.

“Gönül borcunu mu soruyorsunuz?” dedi Burcu. Emel başıyla onayladı.

“Gönül borcu konusunda da yandaki köyle farkımız yok ki. Yani arabeske boğmak istemem gecenizi, ama bu toplum çoğumuzun akıl sağlığı ile oynadı! Biz maddi olarak olmasa da manevi olarak kast sisteminin en altından geldik. Çok arkadaşımız olmadı, hayallerimizi gerçekleştirmemize hatta ifade etmemize izin verilmedi, yok sayıldık, hor görüldük, sesimiz duyulmadı pek. Onun için buraya kaçtık.”

Durumu kurtarmak için müdahale Hakan abiden geldi:

“Ama elbette edindiğimiz kadim değerleri, erdemleri bize bu toplum öğretti. Onlara göre nasıl yaşanır, buna uygu bir model sunmadı bize bu toplum, yabancılaşmayı öğretti bir yandan. Ama yine de doğruluğu, dürüstlüğü, yardımlaşmayı bu topraklarda öğrendik. Bizim çiftlikte birileri ‘gördüğünü ört, görmediğini söyleme’ diyebiliyorsa bu Türkiye’nin ekmeğinden suyundandır. O yüzden devlete doğrudan bir borcumuz yok belki, ama milletin özüne, ata ruhlarımıza bir borcumuz var. Şu andaki başbakana değil ama Cemil Meriç’e, Oğuz Atay’a borcumuz var.”

“Ben de onu soruyorum… sanırım” dedi Emel. “Nasıl ödenecek?”

“Öncelikle onlara layık olarak” dedi Hakan abi.

“Sonrada onların koyduğu tuğlaların üzerine yeni tuğlalar koyarak” dedim ben de. “Yeni şeyler söyleyerek, köklere dönmeye çalışmak yerine yeni kökler salmaya çalışarak. Biliyor musunuz ki iki yeni çiftlik daha açılıyor? Biliyor musunuz ki franchising veren bir firma olsak bugün para basmaya başlamış olacaktık? Biliyor musunuz ki Türk medeniyeti denen 2500 yıllık yapının üzerine bir taş daha koysak bizden mutlusu olmaz? Ama bu konuşarak değil düşünerek ve çalışarak olur.”

“Çok güzel laflar bunlar da, ben sıkıldım” dedi Murat. “Büyük laflar duyunca kasıntı basıyor beni. Resmi toplantı konuşması gibi oldu bu!”

“Sana şöyle söyleyeyim o zaman” dedi Burcu, “biz bir laboratuvarız. Siz ikiniz, Emel ile sen, büyük işler başarıyorsunuz. Ama silahınız sınırlı. Biz sana yeni silahlar bulmaya çalışıyoruz. Ya da diyelim ki sizin her çabanız yüzlerce asker üretiyor. Ama bir ordu sadece piyadeden oluşmaz. Biz, belki bir tane mancınık yapacağız!”


Murat kahkahalar atarken Emel ve romancımız nazik sözlerle bize teşekkür ettiler ve son sözlerimizi sordular.

7 Kasım 2015 Cumartesi

95

“Siz inanmıyor musunuz bir değişim başlattığınıza?” dedi Murat.

“Benim neye inandığım çok önemli değil” dedim. “Ama bence dünya sürekli bir değişim içinde, hele de yirmi birinci yüzyılda. Ama eğer bizim büyük bir dalga yaratıp yaratmadığımızı soruyorsanız, bence bir dalgadan çok bir mağara, bir in yapıyoruz biz. Hayatın dalgaları arasında sürüklenen, boğulan, kendi yolunu çizemeyenler için bu karmaşadan kaçabilecekleri bir mağara gerekli. Kimsenin size dokunamayacağı, durup etrafı dinleyebileceğimiz, olup biteni değerlendirebileceğimiz, hayatta çok ileri gittiğimizde ruhumuz bize yetişsin diye bekleyebileceğimiz bir yer. Bu asla bir cennet değil, yanlış anlamayın, bizim çiftlik bir Alamut kalesinden çok Hanımın Çiftliği gibi, ondan emin olun.

Ama insanlara başka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatmak bile bugün başlı başına bir devrimdir. Şu anda kim düzende gerçek bir değişiklik olacağına inanıyor. 19-20 yaşımıza girdiğimizde geleceğimizin çoktan çizildiğini, önümüze seçenek diye sunulan şeylerin çoktan paket programlar halinde hazırlandığını fark etmeye başlıyoruz. Güzel bir kariyer, sakin bir kariyer, basamakları sıçraya sıçraya çıkan bir kariyer olanağı sunuluyor. Bir yere girip 20 sene çalışabiliriz, ya da 1,5 senede bir şirket değiştirerek sürekli yükselebiliriz. Ev alabiliriz, araba alabiliriz, evlenip çocuk yapabiliriz. Hobi niyetine plak toplayabilir veya motosikletle gezebiliriz. Elektronik aletlerde, oyunlarda, şarapta uzmanlaşabiliriz. Hatta on yılın sonunda delirirsek bisiklete binip dünyayı gezebilir, okyanusta yelken basabilir, Afrika’da yardım gönüllüsü olabiliriz, dünyayı gezebiliriz. Emekli olunca bir kıyı kasabasına yerleşebilir, şarap üretebilir, organik tarım yapabiliriz. Hepsi hazır paket programlar. Biz bu oyuna dâhil olmayacağız! Çiftlik, modern ya da isterseniz post-modern hayatın sunduğu bir kaçamak fırsatı olmayacak!”

“Nasıl olacak peki bu?” dedi Hakan abi. Benim gitgide öfkelenen tavrıma şaşırıp sunucular yerine bu soruyu onlardan önce yapıştırdı.

“Biz niteliğe önem veriyoruz çünkü, liyakate önem veriyoruz. Bizim çiftliğe gelebilmek için bizi ikna etmesi lazım bir insanın, yalan mı Hakan abi? 499 Avro verip bir oda kiralayamaz. Hak etmesi lazım. Hak ettiğine bizi inandırması lazım. Aday, talip olması lazım.

Bugün, cebinizde paranız varsa istediğiniz üzüm bağını satın alırsınız. Kimse bu kadar iyi bir bağı işleyecek bilgin, deneyimin, isteğin var mı diye sormaz. Yahut paranız varsa, dünyadaki en güzel gitarı alıp ‘Akdeniz Akşamları’nı çalabilirsiniz, hatta kötü bile çalabilirsiniz. Kimse size bir şey diyemez. Oysa çiftlik sadece paranın geçtiği oyunun dışında kalıyor. Her şeyin, yani zamanın, ürünlerin, bilginin, sanatın hatta cinselliğin para birimi cinsinden ifade edildiği bir dünyada bizim çiftliğin sadece varlığı bile alnınızın ortasında çıkan sivilcedir. Onunla yaşayabilirsiniz, onu sıkabilirsiniz ama sıkmadan da yaşarsınız. Ama asla onu yok sayamazsınız. Herkes onu veya ondan kalan kanlı izi alnınızın ortasında görür. Aynaya bakmasanız bile başkalarının bakışlarından anlarsınız orada olduğunu.

Ben çok konuştum, susayım mı artık?”

Altı kişinin tümü gülerek karşıladı bu önerimi. Sonra romancı ayağa kalktı (kalkarak da beni gerdi ne yapacak diye), kameranın görüş alanından çıktı, köşedeki kahve makinesinden bir kahve aldı ve getirip bana verdi. Kimse konuşmadı bu sürede.


“Kafeinin bitmiştir senin” dedi, “hak ettin bunu.”

6 Kasım 2015 Cuma

94

Ardından, kaçınılmaz olarak yayın başladı.

Klasik televizyon programlarından farklıydı her yönüyle. Mesela onlar üçü üç koltukta ve karşımızda değildi. Bir misafir bir sunucu biçiminde oturmuştuk. Ortada çakma bir masa yoktu. Koltuklar gömülüp kaybolduğun veya ucunda iğreti oturduğun televizyon dekorları değil, gerçek ve rahat berjer koltuklardı.

İşin diğer güzel tarafı da yalandan halkı da içine katmayı sağlayacak biçimde odaya onlarca seyirci doldurulmamıştı. Sadece altı kişi ve asistanlar, kameramanlar ve stüdyo şefi ve camın öteki tarafından izleyen işsiz güçsüz birkaç kanal çalışanı vardı. Gerçek bir sohbet olmadığını bilsek de 97 kişinin önünde tartışmaya nispeten alışık olduğumuz için birileri bizi dinlerken başkaları ile konuşabiliyorduk.

Hoş geldin beş gittin kısmı geçince “dan” diye önemli sorular yağmaya başladı.

“Siz” dedi romancı, “gerçekten kendiniz için mi oradasınız yoksa bu küçük grubu bir laboratuvar deneyi gibi kullanıp yeni bir model mi oluşturmak istiyorsunuz?”

Hakan abi tam cevap vereceği sırada araya sanal komutan Murat girdi:

“Çünkü eğer öyle bir niyetiniz varsa bu bize çok acayip geliyor!”

“Bu açıklamaya muhtaç bir laf,” dedi Hakan abi, “Neden acayip?”

“Çünkü hayatını dert edinen, felsefe falan peşinde koşan, facebook’ta özlü sözler paylaşmak yerine özlü sözleri kendi yazan, hatta hayatına uygulamaya kalkan, kısacası yerinden kalkıp bir yere giden yüz kişisiniz. Türkiye’nin gerçek insan profili değilsiniz ki! Sizden kaç tane vardır ki tüm ülkede?”

“Bunu ülkeyi aşağılamak için söylemiyor Murat” diye araya girdi romancı, “bu tüm dünyada böyledir. Finlandiya’da veya Mozambik’te bile böylesi dertlerle dertlenenler nüfusun ihmal edilebilecek kadar küçük bir kısmını oluştururlar!”

Artık Hakan abinin konuşma sırası gelmişti:

“Dediğinizde çok haklısınız ama eksik bile söylüyorsunuz. Aramızda psikolog görmemiş, majör depresyon ilaçlarını leblebi çekirdek gibi yememiş, tüm çocukluğu ve gençliği boyunca kendi nesli arasında görünmez adam gibi fark edilmeden dolaşmamış çok az üye var. O yüzden gerçekten de ülkedeki çok küçük bir azınlığı temsil edebiliriz. Kendi içimizde, kendimiz için, çiftliğimiz için mükemmel çalışan bir sistem kursak bile bunun ülke için faydalı, iyi ya da ne bileyim kullanılabilir sonuçlar üretmesini beklemek gerçekçi olmaz. Zaten başlangıçta memleketi kurtarmak gibi bir amaçla bir araya gelmedik çoğumuz, kendimizi korumak ve hayatı anlamak için, hatta dünyadaki kaostan kaçıp ufak bir grupla kontrol edilebilir bir düzen kurmak için harekete geçtik. Ama içten içe hep dedik ki ‘güzel bir şeyler buluruz belki, bir sistem değil ama birkaç işlenmemiş cevher, birkaç tohum. Dışarıdakilere, bize benzeyenlere, hatta bize benzemeyenlere umut verebiliriz’. Bunu başarmayı bir kenara bırakın, şimdiye kadar öğrendiğimiz şeylerden sıyrılıp, bize ket vuran ve çaresiz hissettiren bilgilerden kurtulup doğru soruları sormaya bile başlayamadık.”

“Ayrıca unutmayın ki” dedi Burcu, “her zaman küçük bir nüveyle başlar değişim. Bunu biz yaparız demiyorum, bu program yapar da demiyorum. Ama bir nüvenin, bir başlangıç noktasının nüve olduğunu içindeyken anlamak zordur. Buna inanan, neyi başlattığını anlayan liderlerden en iyi ihtimalle yüz yılda bir tane çıkar.”

“Sizde var mı böyle biri?” dedi Emel.


“Var ama iki kişiler” dediğimde Burcu da Hakan abi de kızgınlıkla baktılar. “Hakan abi değişimi başlatacağına inanıyor, Bülent de değişimin başlangıcını gördüğünü düşünüyor.”  

5 Kasım 2015 Perşembe

93

“Eğer bundan bahsetmezsen seni büyük sırra ortak ederim” dedim son bir hamle yaparak.

Başka çarem yoktu, anlamalısınız. Ona bu belgeden bahsetmek, elimde kalan son kozdu. Ben de öyle yaptım! Ne zaman yazmaya başladığımızı, içinde neler olduğunu, kimlerin yazdığını...

“Tamam” dedi, “seni ispiyonlamayacağım canlı yayında. Ama sadece belgeyi okumak yetmez, bir sonraki bölümü de ben yazacağım!”

Kabul ettim.

* * *

İstanbul’a gidişimiz çok olaylı olmadı, ama stüdyoya girdiğimiz andan itibaren gerginlikler birbirini kovaladı. Kafasında mikrofonlu kulaklık olan adamdan elinde dosya tutan stajyer kızlara kadar herkes bize komut verdi; oraya girmeyin, oradan geçmeyin, kablolara basmayın, beni takip edin… Neyse ki konuk odasına ulaştığımızda biraz huzur bulabildik.

Ne içeceğimizi soran son stajyerden çay rica ettikten beş dakika sonra kapıdan ünlü romancı “Kağan Kızıltepe” girdi.

“Merhaba” dedi, “ortalık kalabalıklaşmadan biraz konuşmak istedim sizinle!”

“Canlı yayında yeni tanışmış gibi yapacağız yani?” dedi Hakan abi. Şaşırmıştı ama şaka yaptığı her halinden belliydi.

“Yok, başka bir şey konuşmak istiyordum ben. Çiftliğe hâlâ üye kabul ediyor musunuz?”

“Aslında, 97 üyemiz var ve 3 boş yatak demek bu da. Ama süreç çok kolay ilerlemiyor. Oy birliği lazım yeni üyeler için, o yüzden adayları ince eleyip sık dokuyoruz. Eğer,” diye durakladı Hakan abi, “siz gelmek istiyorsanız sorun olabilir!”

“Neden?”

“İnsanlar bir sonraki romanınızda figüran veya konu olmak istemeyebilir. Böyle şeyler yapacağınızdan korkacaklardır. Şimdi olmasa bile belki 20 yıl sonra.”

“Bazılarımız” diye lafa girdi Burcu, “oraya kaçmak ve saklanmak için gittik. Çiftliğe yani. Orada huzur bulmaya çalışan, kimseye kendini göstermek istemeyen, bizimle bile pek az konuşan üyeler var. O yüzden sizi kabul etmekte zorlanabiliriz.”

“Anladım” dedi romancımız üzgün bir sesle.

“Ama” dedi Hakan abi, “gerçekten istiyorsanız adınızı tartışmaya açabiliriz.”

“Şu da var” dedim, “orası cidden bu dünyadan farklı. Fiziksel olarak yorucu, uyaranı az, kimsenin sizin adınıza çalışmadığı bir ortamdan bahsediyoruz. Yani bir odaya kapanıp yazarım, yemek zamanı yemekhaneye inerim gibi hayaller çok gerçekçi olmaz.”
“Anlıyorum” dedi adamcağız yine.

“Belki de bizi ziyaret etmelisiniz, sadece siz değil, üçünüz birden! Bir hapishane değil orası, bir köy. Gelin, çayımızı için, insanlarla konuşun, sokaklarda yürüyün. Sonra yeniden konuşalım!”

Sorunu çözen, yapıcı öneri her zamanki gibi Hakan abiden değil, Burcu’dan gelmişti bu sefer. Bir süre daha konuştuk makyajcılar gelene kadar.


Sonra makyaj için üç kişi odaya doluştu, Burcu üç kızla da hemen arkadaş oldu, makyaj tüyoları aldı ve karnımızdaki sancı gitgide büyüdü – aslında hiçbirimiz canlı yayına çıkmak istemiyorduk. 

4 Kasım 2015 Çarşamba

92

Bize bıraktıkları numarayı arayıp programa üç kişi katılacağımızı söylediğimizde çok sevindi Emel Hanım, hemen nasıl geleceğimizi sordu. Bu haftaki programa çıkmak ister miymişiz? Otobüsle mi gelecekmişiz? Bizi alması için araba yollamalı mıymış?

Hakan abi bu sevimli, hevesli ve sesiyle insanın içini ısıtan kadını sakinleştirene kadar akla karayı seçti. Bizim hepi topu 1 yıldır burada olduğumuzu, oraya gelirken zorlanmayacağımızı, bizi İstanbul Esenyurt Otogarından aldırmasının yeterli olacağını anlattı durdu. Hayır, sorular konusunda bir sınırımız yoktu, istemediğimiz soruya cevap vermezdik zaten. Canlı yayına çıkmakla ilgili bir sorunumuz yoktu, ama acemi olduğumuzu baştan kabul etmeliydi. Sözleşme yapmaya gerek yoktu, vallahi gelecektik. Hayır, ücret istemiyorduk. Hayır, vakfa bağış falan da istemiyorduk. Korumaya gerek var mıydı, sanmıyorduk – ama isterse koruma tutabilirdi. Çiftliğin kapısı bile yoktu doğru dürüst, zarar vermek isteyen içeri istediği zaman girerdi zaten.

Sonunda Hakan abi dayanamayıp:

“Elinizde hazır bir liste mi var? Bu soruları kafadan mı soruyorsunuz?” dedi gülerek.

Elbette bir liste varmış, işler kontrolden çıkmasın diye televizyon kanalı ellerine tutuşturmuş. O yüzden soruları sorması gerekiyormuş, ayrıca bize e-posta ile uyulması gereken kuralları yollayacakmış. Bunu göndermesi zorunluymuş, ama orada özgürce konuşabilirmişiz. Ama televizyonda marka ve firma ismi söylemeyecekmişiz, küfürlü konuşamazmışız.

Eh, onları da kabul etti Hakan abi haliyle.

Burada bitti sanıyorsanız bitmedi; ama ben anlatmaktan sıkıldım. Ne giyecekmişiz, ne giymemeliymişiz, program ne kadar sürermiş… Bir noktada sıkılıp Burcu ile ikimiz dışarı çıktık.

“Arayayım mı Bülent’i acaba?” dedim. “Bizi izlesin televizyonda.”

Burcu hemen lafın gideceği yeri anladı ve yumruğunu sıktı:

“Sen” dedi, “çok oluyorsun artık. Uzatma dedikçe uzatıyorsun konuyu. Lisede miyiz oğlum?”

“Hepimizi özlemiş olabilir. Onun için dedim. Sen aramayacak mısın kimseyi, seni seyretsin diye?” Baktım kızıyor, daha açık söyledim: “Annenleri falan?”

“Ararım elbette, hatta bence onlar da atlar gelir İstanbul’a. Sen ne yapacaksın?”

“Ben sanırım bir tek Bülent’i…”

Kol mesafesi dışında olduğumdan yumruktan kurtuldum ve koşarak kaçmaya başladım. Peşimden gelmedi neyse ki!

“Seni var ya, canlı yayında rezil edeceğim!” dedi öfkeyle. Neyse ki ortalıkta kimse yoktu da duymadı kimse.

“Ne yapacaksın da rezil edeceksin acaba?” diye ağzından laf almaya çalıştım.

“Burcu’dan bahsederim!” dedi kendinden emin biçimde. Dondum kaldım.

“Hatırlamıyor musun, ‘Herkesin bir Burcu’su vardır’ demiştin! O zamana kadar rüyanda Burcu diye sayıkladığın için uzak duruyordum senden. Buket demişti adımı sayıkladığını. Ama sen başka bir Burcu’yu görüyordun rüyanda! İşte bunu canlı yayında anlatacağım. Herkes gülecek, bir kişi hariç! Burcu biliyor mu ona aşık olduğunu?”


“Eğer bundan bahsetmezsen seni büyük sırra ortak ederim” dedim son bir hamle yaparak.

3 Kasım 2015 Salı

91

Sonra dün bu Emel aradı bizim çiftliği. Bülent artık yerinde olmadığından ben açtım telefonu, karşımda cıvıl cıvıl bir ses:

“Merhaba, ben Emel Çınar. “Üçlü Cephe” programından arıyorum. Yetkili biriyle görüşebilir miyim?”

Bilgiçlik taslayıp “bizde yetkili yok” falan demedim, uslu uslu cevap verdim:

“Merhaba. Konu neydi Emel Hanım?”

“Bir televizyon programımız var bizim” dedi duraksayarak, “siz orada seyretmiyorsunuzdur muhtemelen. Bildiğiniz talk-show’lardan farklı, ama neticede bir sohbet programı. Eğer uygun görürseniz sizin kamptan birkaç kişiyi programımızda ağırlamak istiyoruz.”

“O zaman” dedim, “Hakan abiyle görüştüreyim sizi. Şu anda çiftlikte bir yerlerdedir, ben onu bulayım. Bir saat sonra ararsanız görüşebilirsiniz.”

Veda ederek kapattı telefonu.

Koşup Hakan abiyi aramaya çıktım ben de. Genelde olduğu gibi idari işlerin başında değil, tarlada buldum onu ve kısaca durumu anlattım.

“Aman Antep Kartalı duymasın” dedi, “hemen hır çıkarır bu konuda da. Akşam toplantı falan yapmak lazım, ancak ondan sonra kesin bir cevap verebiliriz. Ne zaman arayacak bir daha?”

“Yarım saatten az kaldı abi.”

“O zaman hadi!”

Telefonda konuşmalar, akşam toplantısında tartışmalar, Antep Kartalıyla atışmalar derken “tehlikeli insanlar” olmadığımızı (Lütfiye ablanın lafı) ispat etmek için programa katılmamız gerektiğine nispeten kolay biçimde karar verildi. Ama sorun ondan sonra başladı; Emel Hanım bizden üç konuk istemişti. Lütfiye abla “Benim ne işim var oralarda?” diye yan çizdi, Antep Kartalı alçaktan uçmak istediğini söyledi, Berk zaten resmen burada değildi, Hakan abi zaten hikayesini gazete röportajında anlattığını ve konudan sıkıldığını belirtti… Sosyalleşmekle arası hiç olmayan 97 kişi (Bülent’i de saymazsak 96) gitmemek için bin bir tane bahane ileri sürüyordu.

Ben, memleketi yakıp yıkmaya hevesli olan ben ise gitmek istiyordum ama en baştan gönüllü olmadım. İlk saatin sonunda söz aldım:

“Arkadaşlar” dedim, “Bence bu iş için en iyi adaylardan ilki, ne kadar isteksiz de olsa Hakan abidir. Hem başından beri bu işin içinde, hem yakışıklı, hem de ağzı laf yapıyor maşallah!”

Gülüşmeler bitince devam ettim.

“İkinci adayım da Lütfiye abla.” Daha ben bunu der demez eliyle “Hayır” işareti yaptı öfkeyle. “Ama o istemiyorsa onun yerine ben bu göreve talibim.”

“Üçüncü adayım ise Burcu. Fırınıyla yarattığı başarı hikâyesi sayesinde o da içimizdeki ünlülerden sayılır. Üstelik moderatör olarak çok başarılı, yani lafı ne zaman kesmesi gerektiğini biliyor. Çok iyi de konuşuyor.”

“Başka aday veya gönüllü yoksa bu üç ismi aday gösteriyorum.”

Bütün eller havaya kalktı ve ben kendimi kaos planımın ikinci aşamasında buluverdim!

26 Ocak 2015 Pazartesi

90

Emel temel sorun olan güvensizliğin üzerine gitmeye karar verdi ve hiçbir resmi gücü olmayan bir sertifikasyon sitesi oluşturdu. Bağışların nasıl harcanması gerektiğine dair kriterlerini açıkça belirledi, derneklere puan vermeye başladı. Önceleri kimsenin umurunda olmayan sertifikasyonlar ve puanlar, bir iki ünlü hayvan severin medyada bahsetmesiyle bir anda popüler hale geldi. Sertifikasyonu almak için bağışlarını internet üzerinden denetime açan, genel giderlerini gelirlerin %20’sinin altına çeken ve geri dönüşüme odaklanan (lokantalardan artıkları topluyorlardı alt tarafı) ilk dernek bir anda hayvan severlerin gözdesi oldu ve ilk ay içinde aldığı bağışlar %500’den fazla artış gösterdi.

Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Tüm ülkeden bir sürü dernek sertifika almak için başvurdu, genel giderlerini kısamayan dernek ve kurumlar önerildiği gibi birleşmeye başladılar, düzenli bağış yapan hayvan sever sayısı her ay katlanarak arttı. Sonunda başbakan çıkıp televizyonda ihtiyaç sahibi insanların farkına bile varmayan bu insanların köpekler için bu kadar çalışmasına hayret ettiğini söyleyerek roketi ateşledi; başbakanı sevmeyen herkes bir anda derneğe para yağdırmaya başladı.

Emel birden bire aklına güvenilen, sözü dinlenen bir medya figürü haline gelmişti. Belagatle konuşarak ve ilgi alanının dışına çıkmadan röportajlar veriyor, televizyonlara çıkıyordu ki onu Murat’la ve iktidar partisinin gençlik kolları başkanı ile birlikte çağırmıştı bir gazeteci canlı yayına.

Hesapta Emel’i ve Murat’ı “harcaması” gereken gençlik kolları başkanı, dünyayı değiştirmek için iri laflardan çok küçük adımlar atmayı yeğleyen bu iki genç karşısında canlı yayında rezil olmuştu gazetede anlatıldığına göre. Emel politikaya hiç bulaşmadan sokak hayvanları konusunda konuşmaya zorlamıştı başkanı, hazırlıksız olan başkanla dalga geçme görevini ise Murat üstlenmişti.

Bu muhteşem ikilinin karşısına çıkıp kendini göstermeye niyetli olanlar kısa sürede tükendiğinde ikiliye televizyon programı yapmaları önerilmişti. İkili bunu da ilginç biçimde kabul etmiş, ilk konuk olarak da bizim Berk’i çağırmaya niyetlenmişlerdi. Ortalıkta görülmek istemeyen Berk bir mektup yazarak bunları reddedince ikili vasat misafirler ağırlayan bir talk show yapmak istemediklerini söyleyerek Kağan Kızıltepe’yi çağırmışlardı.

 Kağan Kızıltepe adını ben bile biliyordum o zaman. 2010 yılında aniden ortaya çıkan genç şair. Ertesi sene şiir yazmayı bırakıp memlekette ilk defa aynı anda 6 tiyatro ekibi tarafından 5 ayrı şehirde sahneye konulan, “dizi profesyoneli” oyuncuların dizi çekmeyi bırakıp oynadıkları, kitabı bile çok satanlar listesine giren “Üç Cephe” adlı oyunun yazarı. Gerçek adını bilmediğimiz biri. Yazdığı kitapları bir bankanın yayınevine gönderen, gelirlerini de Darüşşafaka’ya bağışlayan gizemli yazar.

Erkek mi kadın mı, genç mi yaşlı mı olduğunu bilmediğimiz Kağan Kızıltepe bir mektup yazarak geçen Cumartesi televizyona çıkmayı kabul etmişti. “Gizemli adam rolünden sıkıldığını, gündemden düşmenin en iyi yolunun bu olduğunu” söylemişti mektubunda.

Sonunda ortaya çıktığında saçları erken yaşta dökülmüş, gözlüklü, Karaköy vergi dairesinde şef olarak çalışan Hakan Babüroğlu’nu görenler gözlerine inanamamıştı. Adamcağız 32 yaşındaydı, çevresinde sevilen, işini iyi yapan bir adamdı ve kimse ne zaman oturup roman yazdığını anlayamamıştı. Canlı yayının 12. dakikasında Hakan insomnia hastası olduğunu, yazmanın kendisine iyi geldiğini, bu aralar artık her gece 2-3 saat de olsa uyuyabildiğini neşeyle anlatmıştı!

Üçlü o kadar eğlenmişti ki, Maliye Bakanlığı’nın özel izniyle ertesi hafta Hakan da programın sabit elemanı olmuştu. Paralar yine Darüşşafaka’ya gidiyordu.

Millet bu üçünün ağzına bakıyordu bu Cumartesi ne konuşacaklar diye. Bizden ve tasarruf planımızdan kimsenin bahsetmemesine şaşmamak gerekiyordu demek ki.


* * *