28 Mayıs 2012 Pazartesi

36


İşin sıkıcı yönü şu, üç gün önce yaptığımız toplantıda tüm bu çiftliklerin birbirine nasıl bağlı olacağını konuştuğumuzda Osman Abi tüm arazilerin vakfa kiralanmasını ve vakfın bir tür şemsiye oluşturmasını önerdi ve bu fikir kabul gördü. Her üç çiftlik de aynı manifestoyu benimsemiş olsa da farklı hukuki yapılara sahip olması birleşip güçlenmemizi engelleyebilirdi, kardeşliğimizin altını belirgin biçimde çizmek en doğrusu olacaktı. Ancak arazileri vakıf satın alırsa bin türlü söylenti çıkabilirdi, o yüzden en iyisi mülkiyetin asıl sahiplerde kalmasıydı. Ancak bu karar bir sürü sıkıcı bürokratik işlemi de gerektiriyor ve ben diğer kampları görmeyi çok istesem de vakıflarla ilgili kanunları bilen avukatlarla toplantılara girmeye, noterlere gitmeye, tarımı çok iyi bilse de çok sayıda insanla ve devletle baş etmeye hiç alışık olmayan Bahadır'a bu konularda yardım etmeye pek istekli değilim. Üstelik Sevda da gitmek isteyip istemediğine dair hiç renk vermiyor.

Burada, Pamukova’da işlerin çoktan yoluna girmiş olduğunu düşünebilirsiniz, benim boşuna telaşlandığımı veya kendime gereğinden büyük bir önem atfettiğimi de. Haklı da olabilirsiniz. Ancak benim gibi içinde bir anne taşıyan adamlar çocukların sırtına havlu koymadan duramazlar, oraya gitseler burayı, burada kalsalar orayı düşünüp endişe etmeden duramazlar. Şu anda çiftliğimizde ciddi bir sorun olmasa da kontrolümüzdeki toprakların tümünün işlenmesi veya köylüye kiralanması gerekiyor, ‘düşünmeyi’ öğrensinler diye olabildiğince serbest bıraktığımız tartışma gruplarının bu dağınık halinin biraz disipline ihtiyacı var ve en önemlisi tembellerle ve kavgacılarla başa çıkmak gerekiyor.

Bazen her hafta başka konuları tartışmak için bir araya gelseler de Roninler dışında kalan yaklaşık 85 kişi kendi tartışma gruplarını iyice benimsemiş gibi görünüyor. Temel başlıkların oluşmaya başlaması beni sevindirse de hiçbir grup ciddi ilerleme raporları gönderemiyor son iki aydır; raporları mı savsaklıyorlar yoksa kendi konularında ilerlemeyi mi beceremiyorlar bilmiyorum.

Grup No.
Grup Adı
Kişi
Güncel Soru/Konu
1
Temel Felsefe
9
Yeni, güncel, dünyayı açıklayan bir felsefe oluşturulabilir mi?
2
Ekonomi 101
12
Mal ve hizmetin değiş-tokuş değeri nasıl hesaplanmalı? Paranın karşılığı nedir?
3
İsteyin-Çalalım
9
Dışarıdan gelen istekler
4
Devrimciler
12
İdealistler devrim yapabilir mi?
5
Komplo Teorileri
8
Komplo teorileri bir kaçış mı?
6
Yapay Zeka
12
Ruh kağıda dökülebilir mi?
7
Aşk
11
Aşk geçici bir yanılsama mıdır?
8
Sanat
12
Sanatçı diye bir profesyonele ihtiyacımız var mı?

Görüldüğü gibi 85 kişi aktif olarak tartışmalara katılsa da kalan 12 kişilik Roninler grubu ortalıkta faydasızca dolanıyor ve açıkça söylemeseler de çabalarımızın hiçbir işe yaramayacağına inandıklarını belli ediyorlar. Diğer 85 kişi içindeki nihilisti dizginlemeyi becerse de Roninler buna pek yanaşmıyorlar ve buraya çalışmaya gelmediklerini, düşünmek istediklerini söyleyip tarlalarda ve tepelerde geziniyor, üçlü dörtlü gruplar halinde sohbet ediyor, ‘her şey anlamsız’ diye gezinip bulaşığa bile yardım etmeyen ergenleri oynuyorlar. Tüm grubu toplayıp onları çıkartmak da mümkün değil çünkü neredeyse hepsi sevimli hergeleler, oybirliğini sağlamak mümkün görünmüyor, bazıları var ki ben bile aramızdan gitmesini istemiyorum, örneğin Halil. Belki de onlara Hasan Abi’nin önerdiği gibi “Özgürlük” adlı bir grup açıp “İnsan özgür olabilir mi?” konusunu tartışmalarını sağlamak lazım, ama kendilerinde böyle bir eğilim yok. Yahut “anlam nedir?” gibisinden çözümü olmayan bir sorunu kucaklarına atıp onları seyretmeliyiz.

27 Mayıs 2012 Pazar

35


Bülent benim ahali içinde en çok umut bağladığım kişidir, ne yalan söyleyeyim. Eğilim tasarımı ve yönetimi okuduğu için, çoğumuzun aksine insanlardan henüz umudu kesmediği için, zeki olduğu için… Eğer bir gün bu ülkede yerli bir devrim yapılacaksa onun sayesinde o devrimi daha başlangıcında tespit edebileceğimi, hatta belki de kafamı netleştirebilirsem o devrimin ilk tohumlarını burada atabileceğimi umuyordum; ama bu çekingen, neredeyse korkak yanını hiç öngörmemiştim. Oysa öngörmem gerekirdi, çiftlik ahalisi temelde iki tip insandan oluşur çünkü; dışa vuran öfkeliler ve içine atan endişeli, gergin ve umutsuzlar. İlk grup her fırsatta öfkesini ifade eder ve böylece bir şeyleri değiştirmeye çalışır, henüz umudunu kaybetmemiştir. İkinci grup ise kendi kafasının içinde yenildiğine kanaat getirmiştir, çelebiliğinin nedeni yenilmiş olduğunu bilmenin verdiği rahatlıktır. Onları hep iyi insanlar olarak düşünürüz, iyiliklerinin tek nedeni size bulaşmaya ve sizi değiştirmeye çabalamaya mecallerinin olmayışıdır. Yüzlerinde anlamlı görünen bir gülümseme ile sizi yargılamadan dinlerler, size destek olurlar ama içlerinden “ne yaparsan yap senin de sonun aynı olacak" derler; bir ayağı çukurda olan yaşlıların çocuklarla konuşurken ölümden bahsetmemesi gibi onlar da size tatlı tatlı masallar anlatırlar.

Ben ise, iki yıl kadar önce verdiğim o mülakatın aksine, artık buranın kendi halinde bir çiftlik, bir fildişi kule değil bir nüve, bir model olmasını istiyorum. Burada kendi canımızı acıtmak pahasına kendi ruhlarımızda yaptığımız sondajların bir sonucu olsun, dışarıdaki insanlara bir faydamız olsun istiyorum. Türkiye’deki o büyük, sağlam, güvenilir, sabırlı, hoşgörülü kalabalıklar kendi gücünü fark edebilsin ve kullanabilsin istiyorum. Devrimcilik dediğin şeyin deli bozuk, kafası karışmış, canı yanmış bir avuç tedhişçinin gizli kapaklı faaliyetleriyle kısıtlı kalmamasını istiyorum, her bireyin birer devrimci olabileceğini görmesini istiyorum. Ancak devrim dediğimde ortalığı kasıp kavuran, yakıp döken bir fırtınadan çok sürekli esen ve yaşıyor olmanın içimize koyduğu acıyı hafifleten bir meltem hayal ediyorum. İnsanların içindeki öfkeye değil de bilinçli hareketlerine dayalı bir devrim, yıkan değil inşa eden bir devrim. Köylüleri mahsulünü yakıp eylem koymaya değil kooperatif kurmaya yönlendirebilecek, işçilerin sendikalaşması için elinden gelen her şeyi yapacak ve yepyeni bir sendika düzeni kurabilecek bir devrim. Bir kişi bir yaralansa, bir gösterici bile cop yese, bir vitrinin camı bile patlasa “biz ne yapıyoruz yahu, buna değmez!” deyip durup düşünecek bir devrim.

Bunun yolu da, bence, yüzlerce yıldır iddia edildiğinin aksine örgütlü küçük kitleler yaratmaktan, güç kullanmaktan, iktidarı ele geçirmekten, kalabalıkları manipüle etmekten değil her bir bireyi bilinçlendirmekten geliyor. Kapitalizmin en büyük yalanı olan "sen bir makinenin ikame edilebilir herhangi bir parçasısın” yalanının karşısına “Sen eşsiz bir kar tanesisin ama yeryüzünü karla kaplamak için senden milyonlarcası gerekir" gibisinden bir doğruyla çıkmak gerekiyor. Her bir insanın içindeki gücün kendi tahmininden çok daha fazla olduğunu, ama bu güçlerin ancak birleştiğinde önündeki tüm engelleri yıkabileceğini onlara ispatlamak gerekiyor. O yüzden buradayım, o yüzden bu çiftliği önemsiyorum, o yüzden Bülent’i yeniden umutlandırmak, Uğur’un nefretini yönlendirmek için oturup bunları yazıyorum. Oysa Bahadır muhtemelen bütün çiftliği bu sabah iki kere gezdi ve artık yanına gidip sorusuna bir cevap vermemi bekliyor: Onunla birlikte Aydın’a gidip kuruluş aşamasında onlara yardım edebilir miyim?

Fatsalıların tek isteği yalnız kalmak ve mümkün olduğunca huzur bulmak iken Aydın’dakilerin büyük hayalleri var ve biz gibi heterojen bir grup olduklarından ilk günlerde çiftliği nasıl yönetecekleri konusunda endişeliler. Onlarla gitmeli miyiz, Sevda benimle gelmek ister mi, ben olmadan burada işleri kim yürütebilir, benim yerime güvenilir bir vekil gönderebilir miyim? Kafam dün geceden beri bu sorularla meşgul.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

34


Belki de felsefi arayışlarımız için o gün bir dönüm noktasıydı. O zamana kadar son tahlilde dini hassasiyetlerimizin engellediği düşüncelerimizi sonuna kadar kurcalamak için gerekli izni almıştık; o noktadan sonra çok daha yavaş ama çok daha sağlam ilerledik gibi geliyor bana.

Bugün geldiğimiz noktada hâlâ hiçbir temel sorumuzun cevabını bulabilmiş değiliz. Ama en büyük sorunumuzu çözdük demekten mutluyum; evde, sokakta, okulda günlerce düşünüp dalgın dalgın gezen bizler önünde sonunda o acayip soruya maruz kalıyorduk: "Ne oldu, buldun mu hayatın anlamını?" İşte biz burada o dalga geçen amcalardan, dayılardan, teyzelerden, son on yılda on tane bile kitap okumamış arkadaşlardan, hayatını düzene soktuğunu düşünüp bizi anlayamayan hatta yargılayan tanıdıklardan, çok düşündüğümüzden korkup akıbetimizden endişe eden anne babaların baskısından kurtulduk. Daha fazlasını yapmayı hayal ediyoruz elbette; Uğur dünyayı başınıza yıkmak istiyor, Bülent köklerimizi sağlamlaştırıp her yana yayılmamızı engellemek ve rahat bırakılmak istiyor, Sevda bir an evvel evlenmek ve çocuk doğurmak istiyor, ben ise insanların hayatını değiştirmek istiyorum!

Metnin başlarında okuduğunuz, benimle yapılan röportajın dışında kendimle ilgili anlatmak istediğim fazla şey yok; o günden bugüne kendimde fark ettiğim tek değişiklik kendi sorumu (sanırım) bulmuş olmam. Bu hayatta cevabını aradığım soru şu: “Kendimizi neden değiştiremiyoruz?” Soruyu iyice basitleştirip üç kelimeye indirene kadar çok çaba harcadım, bu haliyle de tam istediğim gibi olduğunu söyleyemem. Aslında onlarca sorunun özeti bu:

Neden kendimize yabancılaşıyoruz? Neden hayal ettiklerimiz ile planladıklarımız arasında bu kadar büyük uçurumlar var? Neden aklımızdaki kişi olamıyoruz? Hayallerimizi gerçekleştirmek için o ilk adımı atmamızı engelleyen nedir? Nasıl oluyor da kendimizden memnun olmadığımız halde sadece yakınmakla yetiniyoruz? Neden muhtaç olduğumuz kudreti dışarıda arıyoruz? Neden kötü huylar yerleşip kalıyor da iyi huylar aşınıp yok oluyor? İçimizdeki ataletin, tembelliğin, boşvermişliğin, ümitsizliğin kaynağı nedir?

Şunun farkındayım, bu benim ve benim gibilerin zihnini meşgul eden bir soru sadece. Üstelik kendi hayatıma baktığımda nispeten üstesinden geldim bu sorunun, neticede sevmediğim bir yaşam biçimini ve mesleği bırakıp kapağı buraya attım. Ama bunu nasıl yaptığımı hâlâ çözebilmiş değilim. Bıçak kemiğe mi dayandı, sıkılmaktan mı sıkıldım, hayatta kalmaya ilişkin o hayvani içgüdü mü dizginleri eline geçirdi, aşk mı güçlendirdi beni? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, demin de dediğim gibi, bunun asal bir sorun olmadığı.

Çünkü bir sürü ‘kendisiyle barışık’ insan var bu dünyada. Bazı ufak sorunlar dışında kendi hallerinden memnunlar. Aynaya baktıklarında gördükleri insanı seviyorlar, en azından bize ve kendilerine böyle söylüyorlar. Kendilerini ‘gerçekleştirmiş’ olduklarından eminler, egolarından önlerini göremiyorlar. Belki bu sayede başarılı hissediyorlar kendilerini, belki de gerçekten kendilerinden memnunlar, her gece yastığa baş koyduklarında benim gibi kendilerini sorguya çekmek yerine Pazar günü nerede kahvaltı edeceklerini hayal edip huzurla uykuya dalıyorlar. Onlardan nefret mi ediyorum yoksa onları kıskanıyor muyum bilmiyorum.

Ayrıca kendinden umudunu kesenler de var. Benim gibi onların da bir sürü hayalleri var, ama gerçekleşmeyeceğinden çok eminler. Kendilerini yenilmiş, yalnız ve mutsuz hissediyorlar. Milli Piyango dışında hiçbir umutları yok. İşte bu sorunun cevabını bulursam onlara da bir umut verebilirim! 

21 Mayıs 2012 Pazartesi

33


“Seni tanımasam Hasan,” dedi Lütfiye Abla sükûnetle, “faşistin teki olduğunu düşünebilirdim. Onlar da hep böyle muğlak şeyleri korumak adına harekete geçerler. Başkalarının kutsallarına, toplumun düzenine, dünyanın kaynaklarına zarar vermek mi? Dereye zehirli atık döküyor değilim ben, dünya kaynaklarına bir zararım yok. Toplumun düzenine zararım dokunduğu, daha doğrusu o düzenin bana zararı dokunduğu için o düzenden yeterince uzağım, etrafımda sigaraya özenecek çocuk falan da yok, yani düzene de bir zararım yok şimdilik. Sigara içmenin bir kutsala zararı olduğunu da sanmam. Eee?”

“Biliyorsun ki bu saydıklarım birer örnekti. Ahlakın sadece karşındakine zarar vermek ile ilgili olmadığını, doğru ile yanlışı ayırmakla ilgili olduğunu anlatmaya çalıştım sadece.”

“Doğruyla yanlışa nasıl karar vereceğiz peki? Benim sigara içmem kendime yaptığım bir yanlış olabilir, ama sana karşı nasıl bir yanlış oluşturur ki? Benim başım ağrır, kafam bulanırken ahlakçılık yapıp, bana sigara alınmasını engellemek doğru mu yani? Doğru nedir, yanlış nedir, onu sen bana bir söylesene?!"

Lütfiye Abla'nın sinirlenmeye başladığını gördüğüm için soruya ben cevap verdim:

“Doğru, kişinin kendisine yakışanı giymesidir” diyerek topu taca attım. Herkes gülümsedi ve gerginlik yumuşadı. Tam taç atışı kullanmak üzereyken Hasan Abi ile Lütfiye Abla’yı susturdum.

“Mutfakta un bile kalmadı, bu alışverişe şimdi gidilmesi gerekiyor. Acilen bir oylama yapalım ve sigara alıp almamaya karar verelim. Akşama da ateşin başında oturup bu konuyu konuşalım.”

Hakan Anne olacağım işte o gün, o anda belli olmuştu. Dışarıda Türkler şehri fethetmeye hazırlanırken meleklerin cinsiyetini tartışan Bizanslılara dönüşmemizi engelleyip somut bir soruna somut bir çözüm üretmek benim işimdi, ben de oylama yaptırdım. Hasan Abi pratikte gayet iyiliksever biri olduğundan sigara alımına onay verdi, oybirliği ile sigara içenler için 3 karton sigara almaya karar verdik. Ancak Lütfiye Abla, Ali ve Gülay'dan oluşan 'Hak ve Özgürlükler Hareketi' uzun zaman eylemlerine dikkat etti, liberal kanat daha o akşamki tartışmada oluştu. Ben, Hasan Abi ve kalan üç kişi ise 'Holistler' olarak gevşek, neyi savunduğunu tam olarak ifade edemeyen bir grup oluşturduk. Tartışmalar genelde liberallerin sağlam teorik temelleri ile bizim yıpratıcı saldırılarımız temelinde ilerliyordu. Uzun süre bir psikiyatr yönetiminde süren tartışmalarımızda ahlakçı grubun bariz bir üstünlüğü olmuştu, doktorumuz ilahiyat ile ahlakı birbirinden ayırmamız gerektiğini söyleyene kadar.

“Siz," demişti, “tanıdığım en ciddi tartışan grupsunuz. Bazen bunun bir terapi seansı olduğunu unutmamı sağlıyorsunuz. Buna müteşekkirim. Ancak eğer bu kadar teorik düzeyde tartışmak istiyorsanız ahlakı dine dayandıramazsınız. Çünkü din inanç alanına girer, felsefe alanına değil. Karşınızdakine ‘yalan söylemek günahtır' dediğinizde eğer o size ‘Ben Tanrı’ya inanmıyorum, dolayısıyla günaha da inanmıyorum’ derse ona cevaben ‘Ama Tanrı vallahi var’ diyemezsiniz, ‘yalan söylemek yanlıştır, çünkü…’ deyip onun da kabul edeceği biçimde bunu temellendirmeniz gerekir.”

16 Mayıs 2012 Çarşamba

32


Lütfiye Abla ciddi bir sigara tiryakisiydi ve ikinci günün gecesinde sigarasız kalmıştı, sabah olduğunda gayet gergin ve sinirli görünüyordu. Alışverişe gitme görevini ele aldığım için arabayla yola çıkmamdan önce doğrudan yanıma geldi ve "Bana da bir karton sigara getirir misin?" dedi. Bunu duyan Hasan Abi:

“Hayır,” dedi, “getiremez.”

Hepimiz durup kalmıştık. Neden olduğunu sormak zorunda kaldım:

“Çok basit,” dedi Hasan Abi ders verir gibi bir edayla, “elindeki o para kamptaki ihtiyaçlarımız için ayrılmış bir bütçe. Kişisel istekler, kaprisler, lüksler için harcanamaz.”

Uzun zamandır, belki bir senedir grup terapisinde ve terapi sonralarında çay içerken süren bir teorik tartışma bir anda kanlı canlı biçimde karşımızdaydı. Kampın (o zamanlarda nedense kamp demekte ısrar ediyorduk) daha üçüncü gününün sabahıydı ve neyi nasıl çözeceğimizi hiç bilmeyen acemilerdik. Kampa gelmeden önce belirlediğimiz iki kuralcık vardı o zaman; kendi ihtiyaçlarımızı karşılayana kadar vakfın bize ayırdığı küçük bütçemizi verimli biçimde harcayacaktık ve her şeye oybirliği ile karar verecektik.

“Bu bir lüks veya kapris olsa haklı olabilirdin.” Dedi Lütfiye Abla. “Ama bu merete gerçekten ihtiyacım var! Sabahtan beri kafamı toplayamıyorum, başım ağrıyor, çok gerginim. O bütçenin sekizde biri bana ait ve uygun görürsem kendime sigara alabilirim kendi payımdan."

“Böl, parçala, yönet!” diye açıkça dalga geçti Hasan Abi, “Ne kadar kolayca böldün bütçeyi, kendine bir pay ayırıverdin. Payım bir süre sonra hakkım olacak, öyle ya?! Jus utendi et abutendi! İstediğim gibi harcarım!" Hepimizin bayılarak okuduğu bir kitaptan alıntı yaptığını görür gibiydim, Roma Hukuku’ndaki kullanma ve tüketme hakkından bahsediyordu. Bir malın (veya bu noktada bütçenin) mülkiyeti birisine aitse onu istediği gibi kullanabilirdi, isterse bütün bir köy açlıktan ölürken ambarındaki buğdayları onlara vermeyebilir, hatta yakabilirdi. Çünkü mallarının üzerindeki tüm haklar ona aitti.

Ancak Lütfiye Abla da aynı kitabı okumuştu ve bu bel altı darbeyle devrilmeye hiç niyetli değildi:

“Hak kelimesini ben kullanmadım, sen kullandın. Haksız bir çıkarımda bulunuyorsun. Normal bir insan gibi hayatımı sürdürebilmek için o sigaralara ihtiyacım var şimdilik, ama burada kısa süre içinde sigarayı bırakmayı umuyorum. Üstelik bırakmasam bile kendi vücuduma nasıl davrandığım beni ilgilendirir! Bu bir lüks değil, bir bağımlılık. Düzenli kullandığım bir ilaç olsaydı…”

“veya uyuşturucu…” diye ekledi Hasan Abi.

Hiç bozmadan “veya uyuşturucu,” diye devam etti Lütfiye Abla, “onun alınmasını isteyebilirdim. Ben bunu bir ihtiyaç olarak görüyorsam, bu olmadan yaşayamıyorsam, alınması gerekir. Sana zarar vermediğim sürece, aç bırakmadığım sürece bana bu yaşam alanını, özgürlük alanını bırakmak zorundasınız! Kimsenin keyfime kâhyalık etmesine izin verecek değilim."

Hasan Abi sinirliydi:

“Buraya hepimiz bir sürü şeyden, alışkanlıklarımızdan, şimdiye kadar ihtiyaç olarak gördüğümüz şeylerden vazgeçerek geldik. Ancak yaşamak için gerekli olan şeylere harcayacağımız bir bütçe belirledik, bunun kapsamını da olabildiğince dar tuttuk ki dışarıdaki dünyaya olan bağımlılığımız mümkün olduğunca az olsun. Böylece özgür olabilelim, özgür yaşayabilelim, özgür düşünebilelim. Sen şimdi hem bunu yıkmak ve sigarayı bir ihtiyaç olarak tanımlamak istiyorsun, hem de kimseye zararı olmadıkça istediğimi yaparım gibisinden derinliksiz, anlamsız bir tavır içine giriyorsun. Eğer bütün bir ahlak kavramını bu cümleyle özetleyeceksek ne işimiz var burada? Bana değil de bir başkasına veya kendine veya dünyanın kaynaklarına veya birinin kutsallarına veya toplumun düzenine zarar verildiğinde kenara çekilip seyretmem mi gerekiyor? Doğru ile yanlışı ayıran şey zarar vermek midir sadece?” 

8 Mayıs 2012 Salı

31


“Günlüğümdü o benim,” diye inledi Bülent, “her gün yüzünüzü gördüğüm için elbette hepiniz olacaksınız içinde!”

“Hiçbir günlük ‘Cehennemde bana gülecekler’ diye başlamaz” dedi Uğur.

“Neyse ne, sevgili günlük mü deseydim? Neden oturup yazdığım yerden devam ettin? Sana ne?"

Tartışma bıraksam böyle saatlerce devam edebilirdi. İkisi de son sözü söylemeyi seven, zeki çocuklardı ve arkadaştılar. Ama benim işim başımdan aşkındı, o yüzden ekranda açık olan dosyanın başına ben oturdum ve ikisini de odadan kış-kışladım. Sonraki iki saatimi dosyayı okuyarak ve yazmaya devam edip etmemeyi düşünerek geçirdim; gördüğünüz gibi yazma dürtüsüne karşı koyamadım. İdari müdürün bir görevi de olup biteni belgelemek, kayda geçirmektir ve ben işin bu yanını neredeyse hiç aksatmadım.

Bu bilgisayardaki şifreli dosyalarımı (evet ben şifre koymayı akıl etmiştim ve hayır şifre 123456 ya da Sevda değil) okuyabilselerdi, ilk günden bu yana tuttuğum bütün kayıtları görürlerdi. Daha ilk iş dağıtımını yaptığımda Hasan abiyi nereye, Lütfiye ablayı nereye işe yolladığımı yazarak başladım, o günden sonra da her gün yenen yemekleri, gelen aletleri, malzemeleri, yedek parçaları defterime kaydettim. Biz sekizleri her hafta ziyarete gelen doktorun gelişlerini, bize erzak getiren Ahmet Amca’nın getirdiği çuval sayısını kaydettim. Sekizleri alfabetik sıraya dizdim, dönüşümlü çalışma tablosu düzenleyip her gün 5 kişiyi tarlaya, 2 kişiyi oduna, 1 kişiyi de mutfağa gönderdim. Ali, Burçin, Gülay, Hakan, Hasan, Kenan, Lütfiye, Pınar. Herkesin sekizler dediği bu insanlar benim için çok daha fazlası, tahmin edeceğiniz gibi, ama hepsini çok yakından tanımama rağmen adlarını saymam gerektiğinde hep alfabetik sırayla gidiyorum.

Sekizlerin o küçük kulübedeki hayatından bu noktaya kadar tüm bilgiler elimde. Dağınık halde, ama elimde. Zar zor ikna ettiğim Pınar’ın tuttuğu toplantı tutanakları (bir kısmı yazılı, bir kısmı ses dosyası), gelen her ticari malın faturası, irsaliyesi, garanti belgesi, sarı zarfla gelen her resmi yazı, ahalinin her birinin kapıdan girer girmez imzaladığı feragatnameler ve vekâletnameler, binaların projeleri ve oturma izinleri, tarlaların numaraları, gübrelenme ve sürülme tarihleri, traktörlerin bakım aralıkları, her senenin mahsulü, değiş tokuş ile alınıp verilen mallar, gelen ziyaretçiler, yazışmalar, güvenlik kamerası kayıtları... Saymakla bitiremeyeceğim kadar kayıt, içinde bulunduğum binadaki rafları ve dolapları dolduruyor. Pınar'ın kontrolünde tartışma tutanaklarının kilitli olarak saklandığı bir oda, Bülent’in yazışmaları ve resmi evrakları takip ettiği başka bir oda, arşiv odası, yangın söndürme tüpleri ve kovalar, kişisel evrakların ve dış dünyadaki işlerle ilgili zorunlu yazışmaların kişilere göre ayrı ayrı tutulduğu başka bir oda (çıkarken dosyalarını da alıp gidebilsinler diye): burası benim krallığım. Osman Abi projeye son anda ekletip benim istediğim biçimde yaptırdı burayı; eğer bir gün buranın hikâyesi anlatılacaksa, eğer bir gün Pamukova Savcısı gelip tepemize çökecekse, Maliye Bakanlığından veya İçişleri Bakanlığından birileri gelip bizi dağıtacaksa gereken her şey burada.

Ama ilk yıl Ece Ajandasında, sonraki yıllarda bilgisayarda tuttuğum bilgiler bizim hikâyemizi anlatmaya yetmez. Çünkü bizim hikâyemiz Bilecik Devlet Hastanesinin Psikiyatri Kliniğinde, grup terapi salonu 2’de başlıyor (salon 1’dekiler ne yaptı gerçekten bilmiyorum). Onları anlatmaya hazır mıyım bilmem, ama buradaki hikâyenin nasıl başladığını anlatabilirim size, çünkü bence kulübeye gelmemizle, yataklara çarşafları sermemizle, uzakta uluyan köpeklerin sesleriyle uyuyamadığımız ilk geceyle, tırmıkla çapayı elimize ilk aldığımızda başlamadı. O ilk tartışmayla başladı. Konu da her Türk vatandaşının tahmin edebileceği gibi, sigarasız kalmamızdı.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

30


BÖLÜM 3

"Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrimi satın alamazsınız, devrimi yapamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak"
Ursula K.LeGuin

Hakan “Abi” olmayı ben istemedim. Sekizlerden biri olmayı, sonra da bunca zeki, öfkeli, korkak, mutsuz, umutsuz, yaralı, yenik, kindar, mahzun, uyumsuz, dengesiz, dertli, meraklı, özgürlüğüne düşkün, kavgacı, alıngan ve en önemlisi duygusal açıdan ergen seviyesindeki kişinin hem arabulucusu, hem de dışarıya gösterdiği “yüzü” olmayı da ben istemedim. 2 yıl 16 gün önce buraya ilk geldiğimizde Hasan Abi ile Lütfiye Abla tartıştığında arayı ben yaptım. İki gün sonra, kimse bir kelime konuşmadığında ilk ben konuştum, Uğur'un deyimiyle “kendi iç sesimden” sıkılmıştım çünkü. Herkes kendi halindeydi, her biri ayrı telden çalıyordu sekizlerin; dördüncü gün sıkılıp herkes birden odun kesmeye gittiğinde onları ben engelledim. Akşamları ateş başında toplaştığımızda inisiyatifi önceleri Lütfiye Abla'ya, sonraları Hasan Abi'ye bıraktım, doğrudur, ama sabah olduğunda hangi tarlanın sürüleceğini, yağmurdan kaç gün sonra çapaya çıkılacağını ben belirledim. Birilerinin bu işleri yapması gerekiyordu, ben de o sıralar Sevda’yı düşünmemek için her işe gönüllü oldum. Yalan. Bir işe yaramak hoşuma gidiyordu, kendimi değiştirmek için bulduğum fırsat hoşuma gidiyordu. Herhangi bir konuda karar veren kişi olmak hoşuma gidiyordu. Üstelik benden başka hiç kimse idari müdürlüğe talip olmadı yanlış hatırlamıyorsam, iş bana kalmıştı. Zaman içinde müdürlükten Hakan anneliğe bile terfi ettim. Kısacası, Hakan "Abi" olmayı ben istemedim, ama bunun için kimseyi de suçlayamam.

Artık Hakan Abiyim ben. Ahalinin içindeki gençlerinin nedense çekindiği bir otorite figürü, Sevda’nın nedense âşık olduğu ve her sabah gülerek uyandırdığı bir sevgili, Bozören’deki Cuma cemaatinin sakalına bakıp “Hacı” dediği bir komşu, annemin bir türlü iş bulamamış, akıllı ama bahtsız oğluyum. Uğur ile Bülent'in bir yandan çekindiği, bir yandan da racon kesme konusunda güvendiği tek merciyim.

Sabahın köründe, angarya işler binasına geldiğimde ikisi de bir karış surat, beni bekliyordu.

“Neyiniz var oğlum sabah sabah?” dedim.

“Bu,” dedi Bülent Uğur'u göstererek, “benim çok canımı sıktı Hakan Abi. Özel bir dosyam vardı bilgisayarda, açmış okumuş!”

Uğur bu aşamada sadece sırıtıyordu.

“Ben ne yapayım?” diye şaka yollu sinirlendim Bülent’e, “ceza mı vereyim?”

“Sonra da devamına bir şeyler yazmış.” Uğur’a döndü: “Sana ne kardeşim benim yazdıklarımdan?”

“Ucu bana da dokunuyor, sana da dokunuyor Hakan Abi,” diyerek beni de konuya dâhil etmeye çalıştı. “Bizi yazıyor adam gizliden!”

PDF dosyası olarak ilk iki bölüm

Merhaba,

İlk iki bölümü aşağıdaki linkten indirebilirsiniz:

http://www.tekdosya.com/files/DU56997GJ/f6f7ebccdc66026437e1351efbdc1316/Bolum_1_ve_2.pdf.html

6 Mayıs 2012 Pazar

29


Sonra, gecelerce düşündükten, bir sürü ansiklopediyi alfabetik sırayla okuduktan sonra kendi kahramanımı buldum. Kim olduğunu söylemeyeceğim, boşuna heveslenmeyin - ama güzel bir fikir bulduğunu ve başarısız olduğunu söyleyeyim; muhtemelen tanımıyorsunuz bile onu, çünkü adı galiplerin arasında geçmez hiç. Olsa olsa gariplerin arasında geçer. Onun hatalarına düşmemek için neler yapacağımı düşündüm uzun süre de; oysa çok kolaydı çözüm, tek adam olacaksın, kimseye güvenmeyeceksin, güç için yanına yaklaşanları uzak tutacaksın, asla planın tümünü herkese anlatmayacaksın ve asla ön plana çıkmayacaksın. Ben de o yüzden susuyorum şimdi. Bir de uykum geldi, saat 3’ü geçti, onun için.

Yarın sabah erken kalkıp buraya gelmeli, Bülent yazdıklarımı okuduktan sonra yüzünü görmeliyim mutlaka. Bülent bu dosyayı kimlerin okuyacağını hayal etti bilmiyorum, o yüzden sizlerin yüzünü hiç merak etmiyorum. Tek umudum bu yazılanları okuduğunuzda her şey için çok geç olması. Şimdi gidip kâbuslar gören Bülent’in aksine mışıl mışıl uyuyacağım. Umarım Burcu'yu görmem yine rüyamda.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

28


Öfkem sayesinde öğrendiğim pek bir şey olmadı; ama beni reddeden kızlardan bir sürü şey öğrendim. Sonuna kadar okuduğum 3-5 kitap varsa hepsi psikoloji üzerinedir. İnsan psikolojisinden çok da bir şey anlamadım, tek gördüğüm sürekli onarılmaya, hizaya sokulmaya muhtaç olduğu. İstese de sağlayamayacağı bir dengeye ulaşması gerekiyor insanın, id’i susturması ama öldürmemesi, şirin görünmek için egonun elini kolunu bağlaması ama hayatta kalmak için onu dinlemesi gerekiyor. Kimse açıkça insan ruhunun kötüye meyilli olduğunu söylemiyor, çünkü hümanizm bunu emrediyor, ama insanları iyi insan yapmak için bunca savaşa, işkenceye, çarmıha, deri yüzmelere, engizisyonlara ihtiyaç duyduğumuza göre zımnen de olsa insanın kötü olduğunu kabul ediyoruz demektir. Kötülüğü suyla veya duayla temizlemeye çalışan dinler ile kötülüğü hayatta kalmayı becerebildiği sürece onaylayan evrimciler arasında pek bir fark göremiyorum; herkes aslında insan doğasının kötülük hamurundan mamul olduğunu biliyor.

Ve, zurnanın zırt dediği yer burası, bazılarımız iyiliğin, hakkın, adaletin, aşkın evrendeki esas güç olduğuna ve eninde sonunda galip geleceğine inanıyor! Çocukken “Pal Sokağı Çocukları”nı okuyorlar ve Nemeçek’in ölümüyle âleme nizam geldiğini düşünüyorlar. Kan Kalesi’ni okuyorlar ve Haydar-ı Kerrar’ın kâfire galip gelmesiyle avunuyorlar, O’nun gibi olmak istiyorlar. Atatürk’ün hayatını öğrenip onun gibi olabileceklerine inanıyorlar. Oysa iyi istisnadır, galibiyeti asla fazla uzun sürmez. Atatürk olmak için yola çıkanlar en iyi ihtimalle Enver Paşa’ya dönüşür. İyi bir insanın etrafında toplananlar onun ardından dağılıverirler. İyi olmak güçsüzlerin avuntusudur; bunu gördüğün gün büyüyorsun, "adam” oluyorsun.

“Ben adam olmadım” diyerek kendimi iyi biri gibi gösterecek değilim, kavgayı kaybedip kötülüğe biat etmeye çalıştım. İyi olmakla elime hiçbir şey geçmeyecekti, çünkü güçsüzdüm, ama kötü olursam, yeterince kötü olursam güce ihtiyacım olmazdı. Sinsilikle, gaddarlıkla, kendimden zayıf olanları ezerek, yalan söyleyerek güç elde edebilirdim (bir sürü insan gücü böyle elde edip tekrar iyi biri olabileceğini düşünür, ama kötülüğün tadını aldıktan sonra iyiliğe dönen ne kadar da azdır!) ama onu da beceremedim. İçimdeki iyilik galip falan gelmedi, sadece korktum ben. Önce her korkak gibi önümdeki binlerce kötülük fırsatını tasnif ettim, eksilerini ve artılarını tarttım, içgüdülerime sordum, fırsatları koklamaya çalıştım ve baktım ki geçen zaman içinde kötülük âlemine dâhil olmayı başaramamışım!

Önce bir amacım olmadığı için kötülük yapmadığımı söyleyerek kendimi kandırdım, sonra da ufak kötülüklerle yetinmeyeceğimi, büyük şeyler planladığımı söyledim kendine her gün 25 kere. İşe yaramadı, korkağın teki olduğumu biliyordum. Gerçekten içi nefret ve öfke dolu, kötü bir herif olsaydım bir ucundan başlar ve bir kötülük kariyeri yapmayı başarırdım. En azından görünür olurdum. Ama onu da beceremedim. Uzun lafı kısası, bir tane bile doğru dürüst kötülük yapamayan ben, tüm dünyayı başınıza yıkmaya karar verdim! Nereden başlayacağımı bilmediğim için her şeyin başladığı noktayı arayan çiftlik ahalisinin arasına karıştım!

Kilit taşını bulmanın çok kolay olmadığını bilerek girdim bu işe. Büyük komutanlar, devlet adamları, eşkıyalar, devrimci liderler dünyayı saran bir yangın başlatamamıştı; dâhi bilim adamları, teorisyenler, reformcular, sanatçılar çok daha etkili olmuştu – bunu anladığım anda tedhişçilik planlarını bir kenara attım. Kan dökmeyi elbette becerebilirdim ama İskender’i, Atilla’yı, Cengiz Han’ı veya Stalin’i geçemezdim, onlar bile benim istediğim türde bir kaos yaratmayı becerememişlerdi. 

4 Mayıs 2012 Cuma

27


Kendi iç sesimi bastırmayı öğrenebilsem belki burada olmazdım. Televizyondaki veya radyodaki sesler kafamın içini istediğim miktarda doldursaydı, içimde öfkeden başka şeyler de yeşerseydi, böylesine görünmez olmasaydım … belki burada olmazdım. Ama işler pek de öyle yürümedi.

İlk kavgamı ettiğimde 15 yaşındaydım. Oğlanın biri, hem de bana hep iyi davranan bir oğlan, rüyamda gördüğüm kızın elini tutuyordu okul yolunda. Alt dudağımı ısırıp kanatmışım. Kızın yanında dalmadım elbette oğlana, o kadar raconu yalnızlar bile bilir, ama okulda ilk teneffüste gidip suratına bir yumruk salladım. O halim selim, kavgasız gürültüsüz oğlan yumruğu görünce vahşi bir hayvandan beklenen bir refleksle kafayı eğdi; yumruk tamamen boşa gitmese de kafasına denk geldi. Parmaklarım kırılıyordu neredeyse. Diğer elimle attığım diğer yumruk da boynuna geldi. Hiç öyle filmlerdeki gibi olmadı yani kavgamız. Hemen birileri ayırdı bizi, koridorda nöbetçi öğretmen de olmadığından kayıtlara geçmedi ilk kavga denemem. Tam ayırırlarken oğlanın salladığı tekme bacağımı morarttı sadece. Ancak ayrıldığımız anda bizi görenler benim temiz bir dayak yediğimden emindi; sabah dişleyip kanattığım dudağım, sinirden ağladığım için kızarmış gözlerim ve gözümdeki yaşlar nedeniyle temiz bir sopa yediğimi düşündü oğlanın arkadaşları. O da üstelemedi. Ertesi teneffüste okula beraber gelip gittiğimiz Turgay "Niye dövdü seni?" dedi, ilk ben vurdum desem de yine aynı biçimde sordu sorusunu: “Niye dövdü seni?”

Çünkü ben kimseyi dövemiyordum, ondan dövdü beni herkes. Sonrasında her fırsatta kavga etmeye başladım, genelde yırtılan gömlekler ve oramda buramda morluklarla çıktım her birinden; çok kuvvetli olmamama rağmen deli inadıyla ve vücudumun hâkim olabildiğim her zerresiyle kavga ettiğim için çoğunda dayak yemedim. Ama görünmezliğim devam etti hep, o dönemde herkes yavaştan belirli karakteristik özellikler geliştirmekteydi ama ben ne kavgacı, ne serseri ne de kabadayı olabildim. İçimdeki öfkeyi kabartan ufacık olaylar yüzünden hır çıkarsam da deli falan da demediler bana. Ne disipline gittim, ne hastanelik oldum, ne bir kızı etkileyebildim, ne arkadaşlarımı. Annemden biraz papara, babamdan birkaç tokat yedim. Hepsi o.

Üniversiteyi zar zor kazandığımda kavga ederek öfkemi söndüremediğimi anlayıp kitlelerle kavga etmeye başladım kafamın içinde. Hiçbir gruba katılmasam da sağcıların ve solcuların okuduğu ne kadar aşırı adam varsa okuyor, anarşistlerin fanzinlerini takip ediyor, başladığım her kitabı yeterince cesur bulmayarak yarım bırakıyordum. Bugün dönüp baktığımda tek takdir ettiğim yanım saçma sapan komplolara hiç kafayı sardırmamış olmamdı. Bizim dönemimizde Sabetaycılarla ilgili komplolar çok revaçta idi, hiçbirine inanmadım. Masonlara, Yahudilere, Amerika’ya bağlayamadım bir türlü olup biten kötülükleri; çünkü birincisi bu kadar organize ve gizli bir güçleri olsa çok daha büyük eylemler koyacaklarına inanıyordum, ikincisi ve daha önemlisi insanların içindeki kötülüğü görmüştüm, insanların kötülük yapmak için bir gizli organizasyona, derin hedeflere ihtiyacı yoktu. Bundan emindim. İnsanlar kötülük yapıp kurtulabileceklerinden emin oldukları her an kötülüğü tercih ediyordu, ama hep beraber güzel, mutlu bir yalanın türküsünü söylüyorduk.

Üniversite öğrenciliğim boyunca görünmezliğim devam etti; Burcu hariç gerçekten gözlerime bakan ve beni gören birileri oldu mu şüpheliyim. Çalışma Ekonomisi bölümünde okudum ama hiçbir şey öğrenmedim. Okuldaki kulüplere girip çıktım ama hiçbirinde söylenmeye değer bir şey yapamadım. Edebiyat Kulübü okulun boktan dergisi için yazdığım yazıları kafasına göre kesip attı, Kariyer Kulübü bulduğum staj olanaklarını panoya bile asmadı, Müzik Kulübü katıldığım ilk toplantıdan sonra hiç toplanmadı. Bir sürü kitabın ilk yarısını okudum, öfke nöbetleri yüzünden günlerce okula uğramadığımda öldün mü, kaldın mı diye bile aramayan onlarca arkadaş edindim, bir sürü kız tarafından onlarca defa reddedildim, babamın yolladığı paraları çay ve sigaraya harcadım, sınavların hiçbirine doğru dürüst çalışmadım ve yine de mezun oldum. Evet, elbette yıllığa girmedim. Ne lisede, ne üniversitede. Fakültede son ay yıllık komitesinden kızın biri bana on dakika kadar yıllığın anlam ve önemini anlattı; ben de ona adımı biliyorsa yıllığa gireceğimi söyledim. Elbette bilemedi.