11 Haziran 2012 Pazartesi

45


Yataktan kalkıp ayaklandığında Sevda'nın peşinden gitmek için pek acele etmedi, önce gömleğini koklayıp değiştirmenin gerekli olup olmadığını kontrol etti, ardından pencerede zar zor gördüğü aksine bakıp saçlarını elleriyle düzeltti. Koyu kahverengi, sert ve kalın telli saçları parmaklarına hemen boyun eğmese de uzun boyları direnmelerini zorlaştırıyordu; sonunda biraz hale yola girdiklerinde odadan çıkabildi. 7 numaralı binadan çıktığında ayakları onu kulübeye doğru götürüyordu; uzaktan ona bakıp el sallayan Sevda'ya bağırarak ulaşmaya çalıştı:

“Ben gidip Lütfiye Abla’ya bakacağım,” diye bağırdı kuvvetlice, "hemen geliyorum."

Kulübeye giden yol üzerindeki binaların yanından geçerken ne kendisini durduran, ne de selam veren oldu. Neredeyse öğlen olmuştu, tarlalarda çalışan ahali yakındaysa yemekhaneye, değilse bir ağaç altına sığınıp yemek yiyecekti bu saatte, buna rağmen ortalık sakindi. Hakan, ayağından neredeyse hiç çıkarmadığı postalları, temiz ama eski kot pantolonu ve üzerinde hiçbir şey yazmayan gri tişörtüyle yere sağlam basıyor, yürüyüş kararı sayar gibi hep aynı sakin ve yavaş ritimle yürüyordu. Gittikçe yükselen zemine rağmen nefesi sıklaşmıyor, ancak alnında ufak ter damlaları birikiyordu. Yoldan ayrılıp kestirmeden kulübeye doğru yöneldiğinde adımları hızlanmaya başladı, evine yaklaşıyordu.

Yürüyeceği yolun en yüksek noktasına ulaşıp yokuş aşağı inmeye başladığı anda sebze bahçelerinde çalışan sekizleri gördü. Lütfiye ile Hasan, sesleri doyulmasa da ufak yollu tartışarak kulübenin yanında inşa etmeyi planladıkları seranın duvarları etrafında durmuş, tartışıyorlardı. Duvarlar iki günde neredeyse bel yüksekliğine ulaşmıştı, kulübenin yan tarafına dayanmış düzgün ve taze kalaslarla çatı ve seranın diğer kısımları inşa edilecekti.

Derenin kenarında değirmenin su kanalına su aktardığı noktada Ali bir şeylerle uğraşıyordu. Geri kalanlar ise ellerinde çapalarla pek de düzgün olmayan bir çizgi halinde sebze fidelerinin arasını çapalıyorlardı. Ayrıca son zamanlarda alışıldığı üzere Roninlerin bir kısmı Lütfiye'nin birkaç adım arkasında, kulübenin verandasında oturuyor ve tartışmaya katılıyor gibi görünüyorlardı.

Hakan’ın gelmekte olduğunu, herkesten hızlı ve hırslı çalışarak çapalama hattının önüne geçen Gülay gördü, uzaktan el salladığında önce çapalayanlar durup baktı kimin geldiğine, sonra da Roninler fark etti ve gözlerini ona diktiler. Hakan sesini duyuracak kadar yaklaştığında çapalayanlara "Kolay gelsin" dedi yüksek sesle, cevap olarak da homurtular duydu. Bahçeyi geçip kulübenin yanındaki açık alana ulaştığında artık Lütfiye'nin sesini duyabiliyordu:

“Fenerbahçe yenilince başka takım mı tutayım yani?  Ne saçma şey!”

Herkes gülüyordu, Roninler de dâhil. En derin depresyonlarda, neredeyse katatonik dönemlerinde bile Fenerbahçeliydi Lütfiye, takım tutmaktan vazgeçmemişti. Onun yumuşak karnı ne devrimci geçmişi, ne akıl hastanelerinde geçirdiği karanlık günler, ne de adını asla söylemediği gizli aşkıydı. Sadece Fenerbahçe!
Hakan’ın geldiğini görünce Lütfiye hemen ona döndü:

“Nerelerdesin sabahtan beri?”

“Anlatacağım, birinin günlüğünü okuyordum. Hatta gel, yolda anlatayım. Bahadır kaç saattir bizi bekliyor!"

"Bu serdengeçtileri ne yapacağız," diye sordu Lütfiye, "onlar da konuşmak için gelmişler benimle?" Ronin lafını beğenmemiş, onlara da her hafta başka isimler takmaktan vazgeçmemişti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder