Yataktan kalkıp ayaklandığında
Sevda'nın peşinden gitmek için pek acele etmedi, önce gömleğini koklayıp
değiştirmenin gerekli olup olmadığını kontrol etti, ardından pencerede zar zor
gördüğü aksine bakıp saçlarını elleriyle düzeltti. Koyu kahverengi, sert ve
kalın telli saçları parmaklarına hemen boyun eğmese de uzun boyları
direnmelerini zorlaştırıyordu; sonunda biraz hale yola girdiklerinde odadan
çıkabildi. 7 numaralı binadan çıktığında ayakları onu kulübeye doğru
götürüyordu; uzaktan ona bakıp el sallayan Sevda'ya bağırarak ulaşmaya çalıştı:
“Ben gidip Lütfiye Abla’ya bakacağım,”
diye bağırdı kuvvetlice, "hemen geliyorum."
Kulübeye giden yol üzerindeki binaların
yanından geçerken ne kendisini durduran, ne de selam veren oldu. Neredeyse
öğlen olmuştu, tarlalarda çalışan ahali yakındaysa yemekhaneye, değilse bir
ağaç altına sığınıp yemek yiyecekti bu saatte, buna rağmen ortalık sakindi.
Hakan, ayağından neredeyse hiç çıkarmadığı postalları, temiz ama eski kot
pantolonu ve üzerinde hiçbir şey yazmayan gri tişörtüyle yere sağlam basıyor,
yürüyüş kararı sayar gibi hep aynı sakin ve yavaş ritimle yürüyordu. Gittikçe
yükselen zemine rağmen nefesi sıklaşmıyor, ancak alnında ufak ter damlaları
birikiyordu. Yoldan ayrılıp kestirmeden kulübeye doğru yöneldiğinde adımları
hızlanmaya başladı, evine yaklaşıyordu.
Yürüyeceği yolun en yüksek noktasına
ulaşıp yokuş aşağı inmeye başladığı anda sebze bahçelerinde çalışan sekizleri
gördü. Lütfiye ile Hasan, sesleri doyulmasa da ufak yollu tartışarak kulübenin
yanında inşa etmeyi planladıkları seranın duvarları etrafında durmuş,
tartışıyorlardı. Duvarlar iki günde neredeyse bel yüksekliğine ulaşmıştı,
kulübenin yan tarafına dayanmış düzgün ve taze kalaslarla çatı ve seranın diğer
kısımları inşa edilecekti.
Derenin kenarında değirmenin su
kanalına su aktardığı noktada Ali bir şeylerle uğraşıyordu. Geri kalanlar ise
ellerinde çapalarla pek de düzgün olmayan bir çizgi halinde sebze fidelerinin
arasını çapalıyorlardı. Ayrıca son zamanlarda alışıldığı üzere Roninlerin bir
kısmı Lütfiye'nin birkaç adım arkasında, kulübenin verandasında oturuyor ve
tartışmaya katılıyor gibi görünüyorlardı.
Hakan’ın gelmekte olduğunu, herkesten
hızlı ve hırslı çalışarak çapalama hattının önüne geçen Gülay gördü, uzaktan el
salladığında önce çapalayanlar durup baktı kimin geldiğine, sonra da Roninler
fark etti ve gözlerini ona diktiler. Hakan sesini duyuracak kadar yaklaştığında
çapalayanlara "Kolay gelsin" dedi yüksek sesle, cevap olarak da homurtular
duydu. Bahçeyi geçip kulübenin yanındaki açık alana ulaştığında artık
Lütfiye'nin sesini duyabiliyordu:
“Fenerbahçe yenilince başka takım mı
tutayım yani? Ne saçma şey!”
Herkes gülüyordu, Roninler de dâhil.
En derin depresyonlarda, neredeyse katatonik dönemlerinde bile Fenerbahçeliydi
Lütfiye, takım tutmaktan vazgeçmemişti. Onun yumuşak karnı ne devrimci geçmişi,
ne akıl hastanelerinde geçirdiği karanlık günler, ne de adını asla söylemediği
gizli aşkıydı. Sadece Fenerbahçe!
Hakan’ın geldiğini görünce Lütfiye
hemen ona döndü:
“Nerelerdesin sabahtan beri?”
“Anlatacağım, birinin günlüğünü
okuyordum. Hatta gel, yolda anlatayım. Bahadır kaç saattir bizi bekliyor!"
"Bu serdengeçtileri ne
yapacağız," diye sordu Lütfiye, "onlar da konuşmak için gelmişler
benimle?" Ronin lafını beğenmemiş, onlara da her hafta başka isimler
takmaktan vazgeçmemişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder