30 Nisan 2012 Pazartesi

26


“İnsanı insan yapan şey sanat mı yani?” dedi Berk hırçınca.

“Sadece sanat değil, genel anlamda yaratıcılık,” diye cevap verdi Hakan. “İnsana hiçbir çözüm yokmuş gibi gelen çok zor durumlarda yeni bir seçenek bulmak, icatlar yapmak, doğru veya yanlış teoriler üretmek ve evet, şiirler yazmak, şarkılar bestelemek.”

Berk'in bu konuda neler düşündüğünü merak etsek de kalkıp gittiğinde onu engellemedik.

“Huyudur,” dedi Hakan Abi, “ben alıştım. Kendisini sinirlendiren bir fikir veya bir bilgi oldu mu tartışmaz, gider kendi başına düşünür. Bence iyi bir huy, ben tartışmayı seviyorum ama çok faydalı bir yöntem olduğunu söyleyemem. Tartışmanın hararetiyle çok yaratıcı ve sağlam argümanlar bulup tartışmayı kazandığım oluyor, ama sonra düşününce saçmaladığımı fark ediyorum. Berk şu yaşında benden daha akıllı."

Herkes gülümsemiş, sonra konu değişmişti ama ben ilk sorumu sormuş ve kendimce önemli bir soruyla kendimi göstermeyi başarmıştım. Daha da önemlisi sorulara sazan gibi atlayıp cevap vermemem gerektiğini öğrenmiştim, burada benim rolüm cevap vermekten çok soru sormak olacaktı.

O günden sonra biraz daha fazla soru sordum, biraz daha az cevap verdim. Zaman geçtikçe Hakan Abinin önerdiği gibi (aslında önerdiği tam da bu değildi) nefretimi kendime saklamaya başladım; ahaliyle biraz samimiyet kurmaya başladım. Hatta ahali kalabalıklaşıp benim getirdiğim odunlar yetmez olunca, odun kesmeye giderken Ahmet'i yanıma kattıklarında uysalca boyun eğdim. Eski Türk filmlerindeki veremli âşıklar gibi bir oğlandı Ahmet, yüzü bembeyaz, vücudu çelimsiz, bakışları bulutluydu. Onu konuşmaya zorlamadım, o da beni. Daha sonra Batuhan da bize katıldı; şimdi o ikisi odun kesmeye devam ediyor, ben ise traktörlerin, biçerdöverlerin bakımlarıyla uğraşıyorum. Arada elimde iş olmayınca onlarla oduna da gidiyorum, böyle gelip geçiyor gündüzlerim. Çalışıyorum, arkadaşlık ediyorum, bol bol çay içiyorum ve gülüyorum.

Ha, bir de söylemeyi unuttuğum bir şey var; kadınlardan uzak duruyorum. En büyük yenilgiyi aldığım bu cephe için ateşkes yapmak mümkün olsa da tam bir barış anlaşması mümkün değil - ateşkes dönemlerinden sonra çıkardığım her keşif kolu ufak da olsa kayıp veriyor mutlaka. Diğer cephelerde sınırlar kesinleşmiş olsa bile bu cephede sürekli toprak kaybetmekten bıktım. Kadınları görmekten, onları her gördüğümde başarısızlığımı düşünmekten, onları arzulamaktan, her seferinde yenilmekten, her seferinde içimde uyanan o küçük umut öldüğünde alkol-yoğun cenaze trenleri düzenlemekten bıktım. O yüzden buraya gelirken burayı sadece bir komün değil, bir manastır gibi düşünmeye karar verdim. Nispeten az sayıdaki kadınlardan uzak durmak için erkek işi olarak gördüğüm ne varsa onları yapıyorum, onlarla karşılaşınca yolumu değiştirmiyorum ama karşılaşmamak için elimden geleni yapıyorum. Neyse ki onlar da benden uzak duruyor, hatta açık konuşmak gerekirse Hakan Abi ile Sevda haricinde çiftlikte başka bir aşktan bahsetmek dahi mümkün değil. Birlikte olanlar var elbette, ama duygusal olarak bağlanan başka çift bilmiyorum. Sanırım buranın bir başka özelliği de herkesin yalnız olması ve bundan korkmaması.

Çünkü yenilmiş bir adam olmanın belki de en zor yanı müttefiksiz olmaktır. Galipler kol kola girip eğlenir ama mağluplar tek başına üzülür bir kenarda. Yalnız olduklarını en çok mağluplar hisseder. Yalnız değilmiş gibi yaparlar bazıları, insanın bol olduğu yerlerde geçirirler hayatlarını - en azından dışarıdan gelen sesler yüzünden iç seslerini fazla duymazlar. Uyanır uyanmaz radyoyu veya televizyonu açarlar, uyurken de açık bırakırlar çoğu zaman. Oysa biz, çiftlik ahalisi, iç sesimizi dinleme cesaretini bulan yalnızlardanız, korkmaktan bıkanlarız.

29 Nisan 2012 Pazar

25


“İdeal olanı elde etmek imkânsız madem, neden idealist olmakta ısrar ediyoruz?”

“Anlamadım” dedi Berk. Sekizlerin en akıllısı ve en sessizi dedikleri küçük dâhinin sesini ikinci defa duymuştum iki aydır çiftlikte olmama rağmen. Bir zamanların harika kemancısı, Berlin’de yüzyılın kemancısı olmaya aday diye övülen, 3 yıldır kemana elini sürmeyen Berk. Yazdığı ama asla şahsen okumadığı denemelerle sadece müzik konusunda dahi olmadığı, irfanının da çok yüksek olduğunu kanıtlayan bu çocuk ailesinin özel izniyle aramızdaydı ve o sıralarda henüz 18 yaşını doldurmamıştı. İnzivaya çekilen Berk'in aramızda olduğunu gazeteciler bile duymamıştı. İşte bu dahi, anlamadığını iddia ediyordu söylediğim bu basit cümleyi.

“Bir nesilden daha uzun süren hiçbir altın dönem yok. Başarılı olmuş hiçbir ütopya yok. İnsanlar tarafından kurulan her düzen bir süre sonra çürümeye başlıyor, yozlaşıyor. Herkesin hakkını korumak için yola çıkanlar mutlaka bir süre sonra birilerini feda etmeden çoğunluğun kurtarılamayacağını iddia etmeye başlıyor. Biri çıkıp diyor ki "insan hata yapmaz, sistem hata yapar" ve herkes mükemmel sistemler kurulabileceğine inanıyor - ama öyle bir sistem yok hâlâ ortada. Doğanın mükemmel bir sistem olduğunu iddia ediyorlar, ama doğa sadece kendi kendini dengeleyen bir sistem - mükemmel falan değil. Daha doğrusu insanların koyduğu standartlara göre hiç de mükemmel değil, güçlünün zayıfı ezdiği doğa kanunuyla yönetiliyor. Masumların canını yakıyor, depremlerle ve yanardağlarla yeryüzü şekilleri bile sürekli değişip duruyor. Bazı canlıların soyu tükeniyor, bazıları güçlenip duruyor. Doğanın tek becerdiği şey hayatta kalıp bir şekilde devam etmek. Bilmem aklımdakini anlatabildim mi? Biliyorum, alıntı yapmaya izin yok, ama şunu söylemem lazım; Aristo idealardan bahsetmiş, gerçekte var olmayan, teorik bir kavram üretmiş, ama bu kelimeyi icat edip ağzımıza sıçmasa daha iyi olacakmış. İdeal olan hiçbir şey yok, biz neden bir ideal düşünce sistemi arıyoruz?"

Lütfiye Abla sözümü kesti:

“Birincisi ‘ideaları’ icat eden Aristo değil Platon. İkincisi, biz burada ideal bir sistem aramıyoruz. Biz sadece olup biteni anlayıp ona uyum sağlamaya çalışıyoruz. Eğer doğa ve insan uyum sağlamaya ‘değmeyecek’ bir durumdaysa onu nasıl değiştireceğimizi bulmaya çalışıyoruz. Ama ideal kelimesi konusunda haklı olabileceğini kabul ediyorum, bence insanoğlunun yolunu saptıran fikirlerden biri bu olabilir. Olmayabilir de. Bunu tartışmak lazım.”

“Doğa," dedi Berk, bir an duraklayıp herkesin kendisini dinlediğinden emin oldu, “ideal değildir ama mantıklıdır. Neden-sonuç ilişkisine göre hareket eder. Lavlar çok gaz üretirse volkan patlar, aslan acıkırsa ava çıkar. İnsanlar mantıksız.”

“Mr. Spock gibi konuştun, hiç senden beklemezdim" diye dalga geçti Hakan Abi. "Ayrıca unutmamalısın ki insan da birçok parametreye göre karar veren, çok karmaşık bir sistemdir. Mantığını çözemediğin hareketlere veya kararlara mantıksız demek kolaycılık olur. İnsanların özgür olmadığını, insan denen sistemin özgür olmadığını iddia edenler olduğunu unutma."

Berk omuz silkti. Bu teoriyi tutmamıştı ve itiraz etmek için uğraşmayacaktı. İki gün sonra neden Hakan Abinin anlattığı şeye karşı olduğunu anlatan on sayfalık bir deneme döktürebilirdi belki; ama bu gece bu konuda konuşmayacaktı.

“İnsan özgür değil derken neyi kastediyorsun abi?” dedim ben dayanamayarak.

“Bazıları der ki, insanın karakterini, seçimlerini, dostlarını, düşmanlarını, özgürce yaptığını sandığı şeyleri çevre koşulları belirler. İnsan özgür falan değildir, bu yüzden mantıksız veya saçma davranma şansı da yoktur. Yaptığı her hareket açıklanabilir. Özgür olduğunu sandığında bile ya bir uyarana tepki veriyordur, ya bilinçaltındaki bir bilgiye tepki veriyordur. Yaklaşırken de, uzaklaşırken de kendi iradesiyle hareket etmez."

“Bu doğruysa bir robottan farkımız yok demektir” dedim ister istemez. Varılacak tek sonuç buydu.

“Doğruysa” diye tekrar etti Hakan Abi. "Ama bence doğru değil! Çünkü bu teori her şeyi açıklasa da sanatı açıklamıyor. Doğada sanat yoktur."

Tam tahmin ettiğim gibi Berk konuya tekrar odaklanmıştı. Demin alevleri izleyen gözleri yeniden bize dönmüştü.

28 Nisan 2012 Cumartesi

24


İçimdeki intikam hissinden buradaki kimseye bahsetmedim dersem yalan olur, mülakatlarda Hakan Abi hemen çözmüştü benim olayımı. Fakat bundan zerre kadar rahatsız olmadılar "Bazıları" dediler, "kendine kızıyor ve geliyor buraya, bazıları ise dünyaya kızıyor. Bizce arada bir fark yok, içinde öfke olmasaydı daha endişe verici olurdu”. Bir miktar yalnızlığa ve bol miktarda enerji tüketmeye ihtiyacım olduğunu düşünüp beni aletlerin bakım ve onarımı dışında bir de odun kesme işine verdiler ilk haftadan sonra; bunun nedeni tüm orakları hiç olmadıkları kadar keskin, tüm tırmık dişlerinin paralel ve tüm çapaların ilk günkü kadar parlak hale gelmesi de olabilir elbette. Ancak onların beklediği gibi olmadı, keskin bir balta ile yaşlı ağaçlara saldırmak içimdeki öfkeyi kurutmadı, sandıkları gibi yalnız kalınca kendi iç sesimi dinleyip saçmaladığıma da kani olmadım. Ellerim nasır tuttu, pazılarım kalınlaştı ve sırtımda uzun süre geçmeyen ağrılar başladı; velakin ruhumdaki ateşi sadece intikamla beslemediğimi fark ettim. Akşamları sekizlerin kulübesinde, kışın içeride, yazın kapının önünde yaktığımız ateşin odununu getirmiş olmak bana iyi gelmişti. Bir işe yaramak hissini sevmiş, ama bu sevginin beni yumuşatacağından korkmuştum.

Bu korku içime çöreklendiğinde biraz açılmış olan dilim yeniden kapanmıştı. Yeniden öfkeli biri olmaya çalışmak beyhude idi; burada öfkelenebileceğim kimseyi bulamıyordum. Beni buraya gelmek zorunda bırakan gerçek dünyaya olan öfkem ise yavanlaşıyordu. Evet, diyordu içimdeki huzurlu ses, seni oyuna almadılar, o doğru. Ama sen de kendi oyununu kurdun işte. İlk defa bir oyunun göbeğindesin, diğerleriyle eşit bir oyuncusun. Kenarda mızmızlanmak ve öfkeyle toplarını alıp kaçmayı hayal etmek zorunda değilsin. O öfkeyi özleme, yeni oyuna bırak kendini!

Bu ikilem konusunda da Hakan Abi imdadıma yetişti; içimdeki öfkeyi ve intikam planlarımı titizlikle korumam gerektiğini söyledi. “O öfkeden kurtulmaya çalışma" dedi, "çünkü yıllardır seni hayatta tutan şey o. Öfkende sonuna kadar haklısın bence. O öfke seni diğerlerinden ayıran, bir nevi devrimci yapan niteliğin. Hiç de sandığın gibi bir Yunus yaratmaya çalışmadık seni odun toplamaya gönderirken; içindeki ateşi sevgiye döndürmeyi falan düşünmedik. Sen bizim öfkeli devrimcimiz olmalısın, neleri yıkmamız gerektiğini bize göstermeli, kabul etmediğimizde ısrarla düşünceni savunup bizi ikna etmelisin. Asla yumuşamamalısın, biz gevşeyip uzlaşmak istediğimizde bizi dürtmelisin. Sen bizim tepemizde asılı kılıç olmalısın, aramızdaki Troçki olmalısın bir anlamda. Ama Troçki bile yemek yer, arkadaşları ile votka içip gülüşürdü emin ol. Senin de yemek yemeğe, arada gülmeye ihtiyacın var. Daha önce hayatında olmayan böylesi normal şeyleri şimdi hayatına sokmak sana zor geliyor, kendi davana ihanet gibi geliyor. Yaşamın gereklerini yerine getirmek davaya ihanet değildir, bir devrimci yaşamıyorsa, yaşamayacaksa devrimin ne anlamı kalır? Yeri gelecek gülüp eğlenecek, yeri gelecek âşık olacaksın, ama davandan dönmeyeceksin. İşte o kadar.”

Tamam, düşününce tamamen haklı bulmuş olabilirim Hakan Abiyi, ama o anda öğüt alacak halde değildim. Kendime kızgındım, yüzümdeki gülümsemeye kızgındım, tüm bu mantık yürütmeleri kendi başıma bulamadığım için kızgındım. Neyse ki ters bir şey söylemeden "Bunları düşüneceğim" diyerek uzaklaştım onun yanından. Aynı akşam da ateşin karşısında muhabbet ederken ilk sorumu sordum:

26 Nisan 2012 Perşembe

23


Çoğumuz donup kaldık. Sekizler pis pis sırıtıyordu. Daha sonra bu soruların felsefe âlemindeki en kazık sorular olduğunu ve sekizlerin bunlarla bir günden fazla uğraşmadığını öğrenecektim, ama o anda çok basit gibi görülen sorulara kafamda cevap verirken kendimi kelimenin tam anlamıyla salak gibi hissettim. İlk soruya cevap verecekmiş gibi oluyor, beceremeyince sonrakine geçiyor ve onu da beceremediğimi görüyordum.

Birkaç dakikalık sessizliği yeterli bulan Lütfiye Abla konuşmaya devam etti:

“Gördüğünüz gibi önümüze kolay hedefler koymadık. Ama işinizi kolaylaştırayım isterseniz; farz edin ki dışarıdaki tüm insanlar öldü, tüm kitaplar yakıldı, tüm sosyal ve politik sistemler çöktü. Kafalarımızın içinde kalan bölük pörçük bilgiler dışında felsefe namına hiçbir şey kalmadı. Ama biz hepimiz sağ kurtulduk. Nasıl olduysa birbirimizi öldürmedik ve yeni bir medeniyet kurmamız gerekiyor. Hangi temeller üzerine kurardınız yeni insanlık sistemini? Demokrasi olur muydu mesela? Ortada para diye bir şey olmasına izin verir miydiniz? Üretim araçlarının sahibi kim olurdu? Kadınlarla erkekler eşit olur muydu? Kendine soracağınız soruların sonunda siz de bu tahtadakilere benzer sorulara getirecektir. Kurmayı düşündüğünüz sistemi açıklamaya "insanlar için en iyisi" diye başladığınızda "peki iyi nedir?" diye soracaksınız zorunlu olarak. Daha açıkça anlatabileceğimi sanmıyorum.

Buraya gelmeden önce çoğunuz sürekli aynı soruyu soruyordu kendine. “Ne anlamı var?” Neden sabah 7’de kalkmalıyım, neden verdiği üç kuruş maaş için bu şirkette çalışmaya devam etmeliyim, neden bu benimle dalga geçen arkadaşlarımı kovalayamıyorum çevremden?  Bu arabayı neden değiştiriyorum, neden bu adamla evlenmeye razı oluyorum, neden kötü ruhlu ve hırslı olanlar her türlü mevkii ele geçirebiliyor, neden Türkiye'nin C takımı, A değil, B değil, C takımı yönetiyor ülkeyi? Neden aklımdakini söyledim diye insanlar uzaklaşıyor benden, neden aklımdakileri söyleyemeyince ben uzaklaşıyorum onlardan?

Ben şahsen bir yerlerde insanoğlunun yolunu kaybettiğini düşünüyorum. Tarihsel determinizme inananlar geçmişteki her şeyin gerçekleşmesi gerektiği biçimde gerçekleştiğini iddia ediyor, başka türlü olamazdı diyorlar. Kaderciler “yazımız böyleymiş” diyor. Buradaki insanlardan bahsediyorum, tartıştığımız konulardan bahsediyorum. Ama bir şeylerin yanlış olduğu konusunda hemfikiriz, bir şeyler yapmak gerektiği konusunda hemfikiriz. Onun için buradayız.

Burada sabah kalktığınızda tarlaya gitmeniz gerekir, yoksa kışın aç kalırsınız. Sizi kurtaracak bir işsizlik maaşı, yardım edecek bir aile, parayla yiyecek satın alınabilecek bir dükkân yok burada. Ya ben oynamıyorum der gidersiniz, ya da çalışırsınız. Sürülecek dönümlerle tarla var, o yüzden her binanın ahalisi kendi toprağını işlemek için bir düzen kurmak zorunda. Yarın sabah size Hakan arkadaşımız tarafından hazırlanmış çalışma çizelgeleri verilecek, daha iyisini kendiniz yaptığında bu çizelgeleri çöpe atabilirsiniz. Kısacası yaşam burada daha zor olacak, avuçlarınızın içi bizim gibi nasır tutacak, yüzleriniz yanacak yazın güneşte, çoğunuz kilo vereceksiniz. Ama attığınız her adımın anlamını bileceksinizDiğer yandan yaşam çok daha kolay olacak aslında; sizin için neyin önemli olduğunu düşünmeye fırsatınız olacak. Sürekli kendi iç sesinizi bastırmadan yaşamayı öğrendiğinizde sorularınıza daha kolay yanıt bulabileceksiniz.

Lütfen duvara asılacak kurallar yazdırmayın bize."

Sonra kürsüden indi ve sekizlerin yanına gitti. Kalabalık hayran olduğu sekizlerden fırça yemeyi beklemiyor olsa da ciddi bir itiraz sesi duymamıştım. Ancak ertesi gün yedi kişinin birden çiftliği terk ettiğini duyacaktım.

O gün doğru yerde olduğuma inandım işte. Bana istediğim silahları burası verecek, beni güçlü bir zırhla donatacaktı. İntikamımı bileyecek kelimeleri burada öğrenecektim. Doğru soruları sormayı burada öğrenecektim.

25 Nisan 2012 Çarşamba

22


Bulamadım da zaten. O bana ulaştı. Peşinde koşan onlarca erkeğin arasından beni fark etti. Neden ben diye çok sonraları sorduğumda makul bir cevabı yoktu. Bütün hayatım boyunca kadınlar konusunda neden başarısız olduğumu ondan öğrenirim sanmıştım; öğrenemedim. Beni fark edip yanıma oturduğunda bir yanım surat asmak, sert ve ilgisiz adamı oynamak istese de yüzüme anlamsız bir gülümseme gelip yerleşti. Beni bırakıp gittiği güne kadar da silinmedi o gülümseme oradan.

Anlatmayacağım nerede tanıştığımızı, beni neden terk ettiğini. Size ne? Sadece şunu bilin yeter, sizden biri değildi o. Bizden biriydi. Şimdi bir yerlerde çiftlik hakkındaki haberleri okuyup buraya gelmeyi düşlüyor, kesin.

Boş verin benim gönül meselelerimi, belki de Bülent’ten başkası okumayacak bu yazdıklarımı. Yine de anlatmalıyım. Burada anlatılanları birbirimizin yüzüne vurmayacağımızı hissediyorum, bunlar yokmuş gibi konuşacağız dışarıda. O yine endişe içinde bir aşağı bir yukarı gezecek, ben yine nazik ve düşünceli biri olacağım. Gelip buraya dökeceğiz içimizi. Hakan abi bulup ağzımıza sıçana kadar.

 Dediğim gibi, yenildim ben. Bana acıyın diye anlatmıyorum bunları ama, bir gün düzeninizi başınıza yıktığımda hatanızı anlayın diye de yazmıyorum. Bir bileyi taşı kelimeler benim için, onun için kendimle konuşmadan duramıyorum. Burcu artık bir insan değil, bıçağı keskinleştiren bir alet. Aşk da öyle. Merhamet de. Sizinle konuşmuyorum aslında, kendimle konuşuyorum.

Buraya geldiğimin hemen ertesi günü orakların başına geçtim ben, çiftlikteki ilk işim orakları bilemekti. Bir sürü acemi çiftçinin taşlara, toprağa vurup akşamları deponun zeminine attığı oraklar iyice körelmişti. O sırada 60 kişi kadardı ahali, daha binaların hepsi bitmeden başvurular alınmış, bir kısım insan yerleşmişti evlerine. Sekizler hala kendi kulübelerindeydi, Sevda daha aramıza katılıp katılmayacağından emin değildi. O kahrolası röportaj yapılmamış, spotlar üzerimize dönmemişti. Bir sürü arızalı adam ve kadın biten ilk sekiz binanın odalarını paylaşmaya çalışıyorlardı. İnşaatta çalışan işçiler kendi aralarında hepimizin deli olduğundan bahsediyordu, ama Beyaz Türklerden olduğumuz için bulaşmıyorlardı pek. Geceleri uyuyamayan birkaçımız dünya nöbeti tutuyordu sabaha kadar. Yıldızlara bakınca sonsuzluğu, toprağa bakınca ölümü hatırladığını söyleyip sürekli insanlara ve duvarlara bakan bir arkadaşım vardı, kadınlardan nefret ettiğini söyleyip yalnız kaldığımızda hangisini düzmek istediğini gülerek anlatan bir başka arkadaşım daha (ikisi de gittiler sonra dayanamayıp). Tilkiler haftada iki - üç defa, sekizlerin doktoru haftada bir defa ziyaret ediyordu çiftliği.
İşte daha o zaman aklımdaydı tüm medeniyetinizi başınıza yıkmak. Söyleyecek bir şeyim olmadığından susuyordum genelde, kelimelerim konusunda çok daha cimriydim. Bir yandan orakları biliyor, diğer yandan içimdeki intikam ateşini besliyordum. Gündüz herkes tarlalara gidip bir işe yaramaya çalışırken ben aletlerin bakımıyla uğraşıyordum. Geceleri ise kalabalık toplantılarda en arka sırada oturup gerçekten dünyayı anlayabilsem acaba böyle yenilmez miydim diye düşünüyordum; belki bir şeyleri farklı yapabilir, hatta daha da iyisi anlamadığım için kazanamadığım oyunu anladığımı ve isteyerek oyuna dâhil olmadığımı gönül rahatlığıyla iddia edebilirdim. Özünü, mantığını, işleyişini anladığı bir oyunu kim oynamak ister ki?

Daha oradaki ilk gecelerimden birinde bu oyunu hiç de kolay çözemeyeceğimi gözüme sokmuştu Lütfiye Abla. Tam hatırlayamadığım saçma bir tartışma dönüyordu ortada, Epikürcülerle Budacılar birbirine girmek üzereydi. İlk grup hazlara odaklanmaktan bahsederken Budistler haz isteği acının kaynağıdır diyordu – ben ise “Lan bunların ikisi de nasıl haklıymış geliyor bana? Benim burada ne işim var!?” diyordum.

Lütfiye Abla sakince kürsüye çıkınca sesler azaldı.

- Kendi sözcüklerinizle konuşmayacaksanız, burada yeriniz yok, deyiverdi net biçimde. Kelimesi kelimesine hatırlıyorum çünkü içime işlemişti o gün dedikleri. Burası bir felsefe çalıştayı değil, burası ergenler gibi hayatın anlamı nedir diye efkârlanabileceğiniz bir meyhane de değil. Buda da Epikuros da eminim önemli şeyler söylemiştir, Kant da söylemiştir, belki Hegel de demiştir. Neden bahsettiğini bilenler burada ister istemez gülümsemişti. Ama biz burada başkalarının fikirlerini yarıştırmıyoruz. Kendi sorularımızı sormak, cevaplarımızı bulmak istiyoruz. Bunun yolu çok basit, bugüne kadar öğrendiğiniz tüm bilgileri her şeyi unutun. Biz iki yıldır bunu yapmaya çalışıyoruz, daha bulduğumuz tek bir cevap yok. Yedi tane soru sorabildik kendimize, o soruların bile özgünlüğü tartışılır.

Artık yerinde olmasa da o zamanlar yemekhanenin ayrılmaz bir parçası olan tahtanın başına geçti. Yazmaya başladı.

1. İyi nedir?
2. Kötü nedir?
3. Adalet nedir?
4. Zaman nedir?

Diğer üçünü hak ettiğinizi sanmıyorum, dedi güçlü bir sesle. 


24 Nisan 2012 Salı

PDF dosyası olarak ilk bölüm

Merhaba,

İlk bölümü tek parça olarak okuyabilirsiniz, işte link:

1. Bolum.pdf

Uğur'un hikayesi yarın devam edecek :-)

23 Nisan 2012 Pazartesi

21


Elbette size planımı anlatmayacağım, çünkü bu satırları yazdığım Word dosyası yarın ortaya çıkabilir. Bu hafta veya bu ay olmasa da bu yıl bitmeden, planım başarılı olma fırsatı bulamadan Bülent'in beklediği Pamukova Savcısı bu bilgisayara el koyabilir. Bu bilgisayarı kullanan üçüncü kişi, Hakan abi, dosyayı görüp planımı engelleyebilir.

O yüzden sadece aklımdakileri aşama aşama hayata geçireceğim. İşim bittiğinde her birinizin kafası en az benimki kadar karışmış olacak, bana galip gelmiş olmanızın zerre kadar anlamı kalmayacak. Ayağınızı yerden kesmek için üzerinde yürüdüğünüz parke taşlarının her birini tek tek sökeceğim, yerine kaygan bir zemin koyuvereceğim. Attığınız her adımda birbirinize çarpacaksınız. Canınız yanacak, ilk birkaç çarpışmadan sonra en kaba olanlarınız diğerlerinin canını yakmaya başlayacak. Önceleri münferit olaylar sanacaksınız olup biteni, durumu düzeltmeye çalıştığınızda, çoktan olup bitenden kâr etmeye başlayanlar engelleyecek sizi. Ortalık karışacak, yangın yerine dönecek. Yangında ilk kurtaracağınız şeyin ne olduğunu bilemeyeceksiniz. Medeniyet dediğiniz şeyi temellerinden sarsacağım. Tek başıma. Sizinle işim bittiğinde ayakta kalacaksınız belki, ama vahşi bir sürüden farkınız olmayacak. O zaman bile aranızda bana bir yer göstermeyeceksiniz, onu biliyorum, ama en azından birbirinizin kanının tadına vardığınızda bunu izlemek için orada olacağım.

Biliyorum, bunu beceremeyeceğimi düşünüyorsunuz. Salağın biri olduğumu düşünüyorsunuz. Bununla ilk defa karşılaşmıyorum. Ama siz de şunu bilin; beni hayatta tutan tek şey bu nefret ve öfke. Her gözümü kapattığımda yavaş yavaş, adım adım, benim cehennemim olan dünyayı sizin cehenneminize dönüştürdüğümü görüyorum. Kendi türümden insanların yanına geldiğim için yumuşadığımı düşünmeyin sakın, çünkü burada benim gibi acı çekmiş yüz ruh görüyorum. Yüz farklı hikâye dinledim içimdeki nefreti beslemek için, yüz farklı kader arkadaşımın her biriyle konuştum. Şimdi sadece kendi intikamımı almak istemiyorum, hepimiz adına intikam alacağım sizlerden.

İntikam. Adalet değil istediğim. Bağışlanma değil. Kabul edilmek de değil. İntikamımı almak istiyorum. Bazılarınız masum olabilir. Umurumda değil. Ormanın en derin, en karanlık noktasına gidip en rüzgârlı anı bekleyeceğim, kibriti çakacağım. Bırakacağım gerisine rüzgâr ve alevler karar versin. İntikamımı bu dünyada alacağım.

Bir zamanlar, dört yıl kadar önce, beni bu kararımdan döndürebilecek biri vardı. Kendimi değerli hissetmeme neden olabilecek bir kadın. Adı Burcu idi. Elbette çiftlikteki Burcu’dan bahsetmiyorum. Başka bir Burcu. Çok başka biriydi. Kendisine bir oğul arayan bir anne gibi değildi, küçük kız rollerine girip şımaranlardan hiç değildi. Olur olmaz şeylere küfreden, dünyaya kızgın olanlardan da değildi. Onu nasıl tarif edeceğimi bilemedim şimdi birden bire. Yanınızdan geçerken fark edemezdiniz onu, çok güzel, çok alımlı değildi, cilveli, işveli de değildi. Ama aynı masada oturup gözlerine bir defa bakanlar içinde onu unutan kimse yoktur bence. Gözlerini kaçırmazdı kimseden, içinden geçeni söylediğinden emin olurdunuz sizinle konuştuğunda. Bakışlarına dürüstlük vardı, şefkat vardı, nezaket vardı. Masadan kalkıp gittiğinde gözlerinizi ondan ayıramazdınız, o gözden kaybolana kadar başka kişilerle konuşamazdınız. Ama kendinizi özel hissetmenize de izin vermezdi, herkese eşit mesafede dururdu. Koluma dokunarak konuştuktan on dakika sonra başka bir adamın koluna da aynı şekilde dokunduğunda dünyam başıma yıkılırdı. Ona ulaşacak bir yol bulacağımı hiç sanmıyordum.

22 Nisan 2012 Pazar

20


BÖLÜM 2
"Artık zamanı geldi. Artık acı zamanı. Şiddetin şiiri duyulmalı. "Cash from Chaos" günlerindeki gibi. Kargaşa başlamalı. İnsanlar ağlamalı. Dünya üstündekileri kusturacak kadar hızlı dönmeli. Perde aralanıp içeriye kanın soğuk kokusu yayılmalı.”
Hakan Günday

Bir saattir karıştırıyorum bilgisayarı; çok daha farklı bir şey gizlediğini ummuştum. Daha kapıdan çıkarken belliydi bir haltlar karıştırdığın! Ama bunu tahmin edemedim!

Demek cehennemde sana gülecekler, öyle mi? Sen cehennemi ne bilirsin?! BU NE CÜRET?

Ben yenildim. Onun için buradayım. Benim haklı, herkesin haksız olduğunu düşünmeye devam etseydim delirecektim. Eğer onların haklı, kendimin haksız olduğunu kabul etseydim ömrümün büsbütün boşa geçtiğini kabul edecek, hem de onların kurallarına boyun eğmek zorunda kalacaktım. Ben de buraya kaçtım, bir Araf olduğunu ümit ederek.

Cehennem yenilmektir. Yenildikten sonra topunu alıp gidememek, galipleri seyretmektir. Hayatı anladığını sanıp bir tek öngörünün doğru çıkmamasıyla yüzleşmektir; herkes voleybol oynarken basket atmaya çalışmaktır. Annenden başka bir tek dişi varlığın bile seni sevmemesi, cüzzamlı gibi yaşamaktır; Kendini bir insan olarak, bir erkek olarak hissedememektir. Her sabah kendine çeki düzen vermeye çalışmak, aklındaki adam olma çabasını öğlene doğru bırakmaktır. Üç günden uzun süre dayanamamak, yenilmek üzere dahi kavgaya girememektir.

Daha da kötüsü, içinde hınç biriktirmektir. Sevmeye çalıştığın insanların, bırak seni sevmeyi, kendilerini sevmene dahi izin vermemesiyle yüzleşmek, yine de bir sokak köpeği gibi yanlarından ayrılmamaktır. Belki bir tanesini paralayacak gücün vardır, ama sokak köpeği olduğundan asla bir kişiyi bile ısıramazsın - bütün o öfke, sevgi dolu olduğunu sandığın kalbini zehirler bir süre sonra. Kadınları bırakıp şiddete âşık olursun, ama o da terk eder seni.

İş hayatına girdiğinde oyunu kurallarına göre oynarsın; kravatını takar, her sabah erkenden kalkarsın. Formlar doldurur, teklifler yazar, müşterilerle konuşursun. Nabza göre şerbet verip performans değerlendirmelerinde "neleri daha iyi yapabileceğini" dinlersin uslu uslu. İçindeki sıkıntının herkeste olduğunu dinlersin, ama hepsi Pazartesi sabahı yine işe giderler. Sen, o paraya ihtiyacın olsa da, üç gün yataktan çıkmazsın. Çıkmak için seni ikna edecek cümleyi kimse bulamaz.

Çiftliğe gelirsin sonra, bir anlam arayanların arasında daha az yabani duracağını, en azından bir köşeye çekilmene göz yumacaklarını umut ederek. Umduğundan da iyi olur netice, en azından benzerlerinle bir arada olmaktan dolayı ilginç bir huzur bulursun. Yıllardan sonra arada bir yüzün de güler, olduğun o eski çıkıntı, sinir, suratsız adamı bilmeyenler arasında yeni bir başlangıç yapabileceğini sanırsın. Sonra Bülent çıkar, bu saçma sapan dosyayı açıp her şeyin büyük bir felakete doğru gittiğini iddia eder, sinirini bozar. Sen de yıllardan sonra, yaktığın onca günlükten sonra yeniden bir şeyler yazman gerektiğini fark edersin.

Benim adım Uğur. Her şeyi değiştirmek için mükemmel bir planım var!

21 Nisan 2012 Cumartesi

19


S: Son bir soru. Bu çiftliğin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?

H.O.: Tamamen kendi fikrimi anlatayım, yani ahali adına konuşmuyorum şu anda. Bence bu çiftliğin amacı yeni bir düzen, bir ütopya, bir cennet yaratmak değil. Yani yüz kişiyle başlayan bu hareketin çok fazla genişleyeceğini öngörmüyorum. Unutmayın ki burayı kuran, bu fikri oluşturan kişiler idealist olsalar da liderlik özelliğine sahip insanlar değiller. Biz kenara atılmış olanlarız, çarkın dişlilerine tutunmakta zorlananlarız, her birimizin bir arızası var. Bizim bir eğilim başlatma ihtimalimiz pek yok; ancak bizim gibi olanlarla anlaşabiliyoruz, o da minimum düzeyde temas ederek. Dikkat ettiniz mi, içeride yemek yiyenler bile birbiriyle fazla konuşmuyor. Çok fazla dikenimiz var, öyle diyeyim. Burası bir nevi medeniyet çöplüğü... Burası sürekli yaşanacak bir yer olmayacak bence zaman içinde, insanlar burada dönemsel olarak bulunacak. Burası doğulup ölünecek ayrı bir âlem, ayrı bir düzlem değil bence. Muhtemelen aradığımız hiçbir soruya cevap veremeyeceğiz. Belki doğru soruları bile bulamayacağız! Ama aramak bizim hoşumuza gidiyor. Daha doğrusu aramak zorundayız. Geçen gün bir arkadaşımız “Delilik sanırım bilince diken gibi saplanan bir düşünce yüzünden oluşuyor, onu düşünmeden, kaşımadan duramadığın için normal hayatını yaşamıyorsun" demişti. Belki de biz kendi dikenlerimizi bulmak ve çıkarmak derdindeyiz.

Hakan Bey bunları söyledikten sonra müsaade isteyerek yanımızdan ayrılıp gitti. Osman Bey onun bu kadar konuşmasının bile bir mucize olduğunu söyleyince daha fazla üsteleyemedim. Yemeğimizi bitirdiğimizde ahaliden başka biri gelip az sonra yemekhanede bir toplantı yapılacağını bildirdi. Toplantıyı izleme isteğimiz reddedilince Osman Bey ile birlikte çiftliği terk etmekten başka bir çaremiz kalmadığını gördük. Yeniden görüşmek üzere sözleşerek çiftlikten ayrılırken böyle bir yerde yaşamanın nasıl olacağını merak ettiğimi itiraf etmeliyim, gündelik yaşamlarını, ahalinin hikâyelerini öğrenmeyi isterken ağzımıza bir parmak bal çalınmış oldu sadece. Burada tohumu atılan her neyse ilk tanığı olmanın gururuyla çiftlikten ayrılırken bu deneyin başarılı olmasını diliyoruz; biz plaza insanları için yaratılmakta olan bu sığınak aslında gizli bir hazine…

* * *

İşte bu yazıyı okuduğum anda o çiftlikte olmam gerektiğine karar vermiştim bile. Bunu nasıl yapacağımı çözmek, çiftliğe ulaşıp dâhil olmayı başarmak ise neredeyse 2 yılımı aldı.

Şimdi, her ne kadar yazmaya devam etmek istesem de işimin başına dönmeliyim. Birazdan bu dosyayı kapatıp ahalinin arasına karışacağım. Akşam yemeğinde başlayan iç sızısı gece derinleştiğinde bir karın ağrısına dönüşecek. Yatağıma girip gözlerimi kapattığımda gelecek kâbusların korkusu dolduracak içimi. Rahatsız bir uykuya dalacağım başucumda bir bardak suyla. Nefes nefese, ter içinde uyandığımda lazım olacak o su. Bana gülecekleri o cehennemde asla erişemeyeceğim o bir bardak su bu geceyi geçirmemi sağlayacak.

20 Nisan 2012 Cuma

18


S: Ben daha çok burada günlerinizin nasıl geçtiğini merak ediyorum. Yani felsefeyle meşgul olmak isteyen bu kadar insan ne yapar bütün gün?

H.O.: İlkokuldaki sosyal bilgiler kitabında ne anlatılıyorsa onları… Köy yaşantısı bizimkisi, televizyonsuz, radyosuz köy yaşantısı. Sabah erken kalkıp kahvaltı ediyoruz, tarla sürüyoruz bu aralar ama bazen sulamayla uğraşıyoruz, bazen mahsulü topluyoruz, öyle yani. Geçenlerde ilk ahırımızı yapmaya karar verdik; bu sene mahsul iyi olursa elimizdeki buğdaya karşılık üç dört inek ile bir boğa almayı düşünüyoruz. Elbette şimdiden ahırın yerini tespit etmeye çalışıyoruz. Dört beş kişi ormanlık alanda seyreltme yapıyor, yani oduncumuz bile var. Köyde kalan iki üç kişi de yemekle ve diğer işlerle ilgileniyor. Sonbaharda tarhana, salça yapıyoruz, mevsimlere göre reçelimizi yapıyoruz. Kışın bakım, onarım, tamir işlerini hallediyoruz. Öğleyin bir ağaç gölgesine oturup azığımızı yiyoruz. Güneş batana kadar tarladayız. Sizin esas merak ettiğiniz şeyleri de akşamları yapıyoruz; akşam yemeğinden sonra toplanıyoruz.

S: Evet, o toplantıları merak ediyorum ben.

H.O.: Genelde tam kadro burada olmuyoruz, ahalinin neredeyse yarısı odasında bir şeyler yazıyor veya düşünüyor akşamları. Kalanlar burada toplanıp küçük gruplar halinde dün tartıştıkları şeyi tartışmaya devam ediyor. Hep beraber tartıştığımız konular olmuyor değil, ama takdir edersiniz ki yüz kafadan yüz ses çıkınca faydalı olmuyor pek. Bazen bir şeyler söylemek derdinde olanlar çıkıp 15 dakikayla sınırlı olmak şartıyla derdini döküyor; mesela dün bir arkadaşımız coşup insanın kendisini sevdirmek için çabalamasının en büyük ahlaki kötülük olduğunu söyledi. 15 dakikayı doldurmadan ağlayarak indi kürsüden. Bir de unutmadan söyleyeyim, Perşembe akşamları toplanıp idari konuları tartışıyoruz ve karara bağlıyoruz.

S: Bir ütopya anlatıyorsunuz bana, özür dilerim ama hiç inanasım gelmiyor. Kendi ürettiğini tüketen, dışarıyla bağını koparmış, mükemmel çalışan bir sistem. Bir arada yaşayan 100 tane filozof!

H.O.: Elbette öyle değil burası. Biz de saçma sapan şeylere takılıp tartışıyoruz, biz de birbirimizi kırıyoruz, biz de bir sürü kaprisle uğraşıyoruz. Üstelik dışarıdan bağımsız da değiliz, o gördüğünüz traktörlerin mazotu için, elektrik için, tohum için, yedek parça için dışarıya bağlıyız. Ama şunu başardık, bizim burada karşı karşıya olduğumuz yabancılaşma etkisi daha az. Ürettiğimiz ürüne yabancılaşmıyoruz, yaşadığımız hayatın her anını kendimize açıklayabiliyoruz.

S: Yabancılaşma derken?

H.O.: Yabancılaşma derken, İstiklal Caddesinde “Komünist” dergisini satarken Amerikan kotu giyen çocuktan bahsediyorum. Bir komünistin bir şeyleri satması da acayip, kapitalizmin en gereksiz ürünlerini üzerinde taşıması da. Düşündüğü şeyle yaptığı şey birbirinden farklı olan kişi kendine yabancılaşıyor demektir. Eminim bir psikolog size bunu daha iyi açıklayacaktır. Biz burada daha mutlu, daha huzurlu falan değiliz, ondan emin olun.

S: Peki içinde yaşadığınız ülkenin sorunları ne olacak? Bunları da düşünüyor musunuz?

H.O.: Biz burada yüz kişiyiz. Yüz tane seçmeniz sadece. İlk seçimde oyumuzu vereceğiz. Bu politik bir hareket değil, olsa da kimseyi etkilemez zaten. Yüz kişiyle ne darbe yapılır, ne parti kurulur. Üstelik yüz tane idealist bu politik ortamda hemen harcanır gider. Üzerinde anlaştığımız tek konu belki de idealist olmamız, “amaç aracı haklı gösterir” diyen tek bir kişi bulamazsınız burada. Ama elbette politik hassasiyetlerimiz var; bir sürü farklı görüşten insanız burada. Şimdilik parlamenter demokrasiyle idare ediyoruz diyelim…

19 Nisan 2012 Perşembe

17


H.O.: O ziyaretten bir hafta sonra bir e-posta gönderdi bana. Fasılalı bir görüşme başladı aramızda, zamanla da gitgide sıklaştı. Sevda da burada şimdi, sırf onun için felsefi danışman pozisyonu uydurdum, iş görüşmesine çağırdım. Burayı görünce bir süreliğine çiftlikte bizimle kalmak istedi. O günden beridir burada, üstelik nişanlandık geçen ay! Yani evet, sevdi sanırım!

S: Madem aşk problemini çözdünüz, burada ne işiniz var o zaman? (Yine gülüşmeler)

H.O.: Tek problemim o değildi ki, o bardağı taşıran son damlaydı. Kendimi bu dünyada nereye oturtacağımı bilemiyordum, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Tutkuyla yapmak istediğim hiçbir şey yoktu açıkçası, evde oturuyor ve o günü atlatmaya çalışıyordum. Akşam olunca bir rahatlıyordum, o günü de yedik diye. Ertesi sabah yeniden endişe, kaygılar, sıkıntı. Bu rutini kırmak için ne gücüm ne de bir motivasyonum vardı. Terapi bana bu konuda çok fazla şey kazandıramadı, ama terapi arkadaşlarım sayesinde en azından yalnız olmadığımı anladım. Okuduğum bir sürü kitap, aldığım iki lisans eğitimi sorularıma cevap vermemişti, aksine soruları artırmıştı. Sonunda doğru soruyu sormadığımı anladım.

S: Heyecanlandım şimdi, birden sihirli bir cümle söyleyecekmişsiniz gibi geldi bana. Neymiş o soru?

H.O.: Bilmiyorum ki. Biz burada o soruyu arıyoruz işte. Hepimiz için aynı soru olup olmadığını dahi bilmiyoruz. Aziz Petrus için “Quo vadis?” idi doğru soru, “Nereye gidiyorsun?”, diğerlerinin soruları daha farklıydı. Ama kendi sorumuzu soracak kadar düşünmek çok zordu. Nasıl düşünüleceğini bilmiyorduk!

S: Bunu biraz açıklar mısınız?

H.O.: Elbette, elimden geldiğince anlatayım. Bence bize felsefi düşünme öğretilmiyor, diğer ülkeleri çok net bilmiyorum ama Türkiye'de böyle bu. Muhtemelen artık tüm dünyada böyle. Derler ki Konfiçyüs önüne gelen her meseleyle ilgili olarak “Bunun hakkında ne düşünmeliyim?” demeyenleri öğrenciliğe kabul etmezmiş. Şimdi olsa okula alacak bir tane bile öğrenci bulamazdı, buna bu çiftliktekiler de dâhil. Biz sadece pratik düşünmeyi biliyoruz: "Bunun bana ne faydası olur, ne zararı olur?" diye düşünmeyi öğreniyoruz ve bunu iyi yapanları başarılı kabul ediyoruz. Bugünlerde kendi düşündüğü teorik bir cümleyi söyleyen insan sayısı o kadar az ki. Nerede kaldı felsefeyle uğraşmak! Kısacası bizim, yani sekizlerin, üzerinde düşünmek istediğimiz sorunlarımız vardı ve dış dünyadaki pratik düşünceler arasında buna zaman bulup odaklanamıyoruz. Biz de bir gün keşke sadece düşünmekle uğraşacağımız bir yerimiz olsa dedik, pratik düşüncelerden mümkün olduğunca uzaklaşsak, medyanın, iş hayatının, sosyal ortamın etkilerinden kendimizi soyutlayıp teorik düşünmeyi kendi kendimize öğrenebilsek dedik.

S: Bu bir bakıma Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi değil mi? Neden bu konuda yardım almadınız? Ya da aldınız mı?

H.O.: Kimsenin düşünmeyi bilmediği bir ortamda bize düşünmeyi öğretecek birini bulabilmek için çalışmadık mı sanıyorsunuz? Bulduğumuz tüm hocalar, eğitmenler, gurular, koçlar kendi düşüncelerini, daha doğrusu öğrendikleri düşünceleri bize empoze etmeye çalışıyordu bir şekilde. Onları suçlamıyorum, hepimiz öyleyiz. Bu yüzden kendi kendimize bunu başarmaya çalıştık. Ünlü filozofları okumayı bile kestik bir noktadan sonra; ama hiçbirimiz kitaplarımıza kıyamadığımız için onları buraya getirdik ve bir kütüphane yaptık. Tüm köydeki en mahzun yer orası, çünkü mümkün olduğunca uğramıyoruz.

18 Nisan 2012 Çarşamba

16


S: Terapiye bu yüzden mi katıldınız?

H.O.: Hayır, aslında ben bu hayal kırıklığı ile yaşamaya devam edebilirdim. Ama âşık oldum! Felsefe bölümündeki bir öğrenciydi ve benden 10 yaş küçüktü. Üstelik beni hiç sallamıyordu. Bölümde belli belirsiz bir ağırlığım vardı, işimi ve kariyerimi bırakıp felsefe okuduğum için saygı duyuyorlardı bana diğer öğrenciler. Ama Sevda benim farkımda bile değildi. Tanıştıktan sonra da normal arkadaşlık seviyesinin ötesine geçmeme hiç izin vermedi. Mezun olacağımız sene hiç ümidim olmadığı halde ona açıldım, kendisine âşık olduğumu söyledim. Fark ettiğini ama kendisinin benim için böyle şeyler hissetmediğini söyledi. Hepsi o kadar. O cümleyi söyledi ve gitti. Ama benim o cümleyi hazmetmem altı yıldan uzun sürdü.

S: Neden? Daha önce hiç reddedilmemiş miydiniz? Tamam, yakışıklı sayılırsınız ama… (Gülüşmeler)

H.O.: Teşekkür ederim. Ancak mesele o değil elbette, daha önce çok reddedildim ama, nasıl söylesem ... hiç biri bana bu kadar koymamıştı. Diğerlerinin hiç birinde içimdeki duygu bu kadar saf ve güçlü değildi. İnsan hani aşk hakkında konuşup durur ama aşkın nasıl bir şey olduğunu bilmez ya, işte ben Sevda’yı görünce hiç şüphe etmeden “Aşk işte budur” dedim. Gerçek aşkın karşılıksız kalmayacağına dair sarsılmaz bir inancım vardı. Oysa durum hiç de böyle olmadı! O gün, açık ve net biçimde reddedildiğim gün aklıma okuduğum bir cümle geldi. Gittim o cümleyi buldum. “Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız sevginiz güçsüzdür, bu bir talihsizliktir” demiş Marx. Benim açımdan yıkıcı olan sevgimiz karşılıksız kalması değil, sevgimin güçsüz ve talihsiz olduğunu düşünmek oldu. Sevgi gibi temel bir hissi bile hissedemiyorsam ne işe yararım ben diye düşündüğümü hatırlıyorum.

S: Hikayenizi anlatmaya başladığınızda ben açıkçası bir kara sevda hikayesi bekledim.

H.O.: Başlarda zihnim bu kadar berrak değildi elbette. Bu kadar yıkılmamın sebebinin değersizlik hissi olduğunu zaman içinde çözdüm.

Bu noktada Osman Bey ilk defa araya girdi:

O.M.: Ama elbette hikaye bu kötü sonla bitmiyor.

S: Nasıl yani?

H.O.: Bilecik’e dönüp uzun süre evde oturdum. Depresyondaydım. Annemle babamın zoruyla bir psikiyatriste gitmeye ikna oldum ve kısa süre sonra grup terapisine dâhil oldum. Tek bir şartım vardı, bana ilaç vermeyin demiştim. Doktorumuz sağ olsun kabul etmişti. Birkaç ay içinde kendimi toplayıp bu demin anlattığım şeylerin farkına varınca bir gün otobüse atladım, İstanbul’a gittim. Sevda’yı buldum ve beni 5 dakika dinlemeye ikna ettim. Karşıma oturttum ve ona teşekkür etmek istediğimi söyledim. Beni reddederek beni her istediği elde etmeye hakkı olduğunu düşünen ergenlik halinden çıkarmış, ateşiyle yakmış ve oldun bir adama dönüştürmüştü. Farkında olmasa bile güzelliğiyle, asaletiyle, dürüstlüğüyle beni adam etmişti. Onun bir arzu nesnesi değil, kendi iradesi olan bağımsız bir birey olduğunu artık anladığımı, beni sevmediği için artık ona kızmadığımı söyledim. Elini sıktım ve Bilecik’e geri döndüm. İtiraf etmeliyim ki bu da bir nevi onu geri kazanma hamlesiydi, ama söylediğim her kelime doğruydu. Ona başka biri olduğumu gösterdim, belki bu yeni Hakan’ı sevebilir diye umdum.

S: Sevdi mi peki?

17 Nisan 2012 Salı

15


Hava karardığında dört bir yandan gelen ahaliyle birlikte biz de yemekhaneye gittik. Yemekhanede tüm ahali için standart bir yemek çıkıyordu ama bu yemeği istemeyenler her zaman kendi binalarında yemek yapma şansına sahipti. Menüdeki bezelye, makarna ve salata konusunda kimsenin şikayet ettiğini duymadım; yemekte ne çıktığından daha önemli şeylere kafa yordukları belliydi. Herkes düzgün bir sırayla yemeğini beklerken önümüzdeki iki kişi traktörün yağ yakmasını engellemek için ne yapabileceklerini konuşuyor, Pamukova’daki sanayiden usta getirmenin çiftliğin ruhuna aykırı olup olmayacağını konuşuyorlardı. Biri kendi icat etmedikleri bir ürünün bakımını yapmakta zorlanmalarının normal olduğunu ve profesyonellerden yardım almanın akılcı olacağını, diğeri ise doğayı da kendilerinin icat etmediğini ama onunla tek başlarına baş ettiklerini söylüyordu. Bu cevap bana biraz polemik amaçlı gibi gelse de tartışma biçimlerine hayran oldum. Benim dinlediğimi anladıklarında ise beni sıkmak istemediklerini söyleyerek konuyu kapattılar; sırlarını saklayan bir tarikat gibi göründüklerini itiraf etmeliyim.

Masamıza geçtiğimizde ne bizim masaya, ne de komşu masalara kimsenin oturmadığını fark ettik. Osman Bey de dahil hepimiz onlar için nazik davranılacak misafirler, yabancılardık. Bizimle mesafelerini korumak istiyorlardı. Yemek sırasındayken tarlaya ne ektiklerini veya bugün ne yaptıklarını sorduğumuzda cevap veren ve gayet normal konuşanların hepsi adını sorduğumuzda veya neden burada olduklarını anlatmalarını istediğimizde sessizliğe bürünüyorlardı.

Yemeğin sonlarına doğru tarlada tanıştığımız Hakan Bey yanımıza geldiğinde çok da fazla sevinmedim, anlaşıldığı kadarıyla bizimle ilgilenmekle görevlendirilmişti ve ahalinin resmi sözcüsü olarak konuşacaktı. Kişisel hikayelere erişimimiz yoktu. Teybimi yeniden açıp masaya koyduğumda Hakan Bey gerilse de bizimle konuşmayı kabul etti:

Soru: Hakan Bey, insanlar gayet mutlu ve huzurlu görünüyorlar ama kendileri hakkında, komün hakkında konuşmuyorlar. Bir an kendimi Sovyetler Birliğine gittiğinde kendisine herkesin "mutlu" olduğu yalancı bir ütopya gösterilen gazeteciler gibi hissediyorum. Neden bizimle konuşmuyorlar, neden kendi hikayelerini anlatmıyorlar?

Hakan Oluktaş: Bu konuda özel bir karar almış değiliz. Ama şunu anlamalısınız, buradaki insanların neredeyse tümü kendi hikayesinden kaçan insanlar.

S: Siz neden konuşuyorsunuz peki?

H.O.: Hem çiftliğin dış ilişkiler sorumlusu olduğum için bu benim görevim, hem de ben çoğundan uzun süredir buradaydım, sekizlerdenim. Kendi hikayemi anlatmaya hazırım. Sekizlerin diğerleri ile konuştum ama onlar bugün müsait değillerdi, özür dileyerek sizinle konuşmak istemediklerini bildirdiler.

S: Peki sizin hikayeniz nedir?

H.O.: Adım Hakan Oluktaş. Ben de Osman abi ve Lütfiye abla gibi Bilecikliyim. Lütfiye abla ile aynı grup terapisine katılıyorduk, oradan tanışıyoruz zaten. Elektrik mühendisiyim ama birkaç yıl yaptım mesleğimi, sonrasında tekrar üniversite sınavına girip felsefe okumaya çalıştım.

S: Neden çalıştım diyorsunuz? Başarısız mı oldunuz?

H.O.: Üniversitenin bakış açısına göre evet, başarısız oldum. Ama bana göre istediğimi bulamadım orada, filozof olmayı beklemiyordum ama en azından doğru soruları sormayı öğrenmeyi umuyordum. Oysa bizim bölüm felsefe öğretmeni yetiştirmek için kurulmuş gibiydi - bizim düşüncelerimize önem vermiyordu, hocalardan biri şakayla karışık "Doktorayı bitirmeden önce kendi düşünceleriniz olamaz sizin" demişti. Tam bir hayal kırıklığı.

16 Nisan 2012 Pazartesi

14


Akşama kadar gezdiğimiz tarlaların çoğuna buğday ekilmiş olsa da arazinin ortasından geçen küçük derenin yanında ayrılan yaklaşık 5-6 dönümlük araziye çeşitli sebzeler ekilmişti. Şakayla karışık, ahalinin yeni para biriminin buğday olduğunu söyleyen Osman Bey, kendi ihtiyaçları kadar buğdayı ayırdıktan sonra kalanıyla dış dünyadan ihtiyaçlarını buğday karşılığında ve köylüler ile değiş-tokuş ederek alıyorlardı. Ancak para ile alınması gereken ürünler (ilaç, teknik ekipman, yedek parça vb.) ve ödenmesi gereken vergiler için vakıfın elinde sınırlı bir miktar para vardı. Bu ödemeleri yapan, vakfın ön muhasebesini yürüten görevliler aynı zamanda ahaliden isteyen kişilerin de gelir ve giderlerini iade ediyordu. Ancak Osman Bey’in ifadesiyle çoğunluk vekaletini anne-babasına veya kardeşlerine vererek buraya gelmişti.

Yerleşkeden tarlalara giden yolların tümü asfalt olmasa da en azından düzgün bir şoseydi ve yeterince geniş idi. İleride tüm topraklar işlense ve çiftlik nüfusu 500’ü bulsa bile bu yollar gerekli altyapıyı sağlayacak biçimde tasarlanmış, çiftlikte olası 4 başka yerleşke için tüm gerekli hazırlıklar yapılmıştı. Her biri birbirinden bağımsız 5 köyü besleyecek kadar toprakları olduğunu söyleyen Osman Bey bize ufak da bir sır verdi; en büyük harcama kalemi olan elektrik için rüzgâr türbinleri kurmayı planlıyorlardı. İlgili yasal düzenlemelerin tamamlandığında arazinin her yanından görülen Güneydoğu’daki tepenin üzerine 50 türbin kurulacak, üretilen elektrik hem kullanılacak hem de şebekeye satılacaktı.

Yol boyunca gördüğümüz ahali ile selamlaşıp iki üç cümle etme fırsatı bulmuş olsak da esas konuşmaları akşama bırakmaya karar vermiştik, bu yüzden ne traktörü üzerinde bize gülümseyen haşmetli sakalıyla çiftliğin kralı gibi gözüken Hakan Bey ile ne de diğerleriyle konuştuklarımızı burada aktaramıyorum. Ancak hepsi dışarıdan gelen biz garip misafirleri iyi karşılamış, bizi görünce şaşırıp sevinmişlerdi. Arada bir gelen resmi görevliler ve değiş-tokuş için uğrayan köylüler dışında çiftliğin pek rahatsız edilmediğini öğrendik; aynı zamanda Dış İlişkiler Sorumlusu da olan Hakan Bey çevre köylerden gelip bir köşede 3-4 bira içen gençlerden, meraktan dolayı yakınlardaki Bozören, Çardak, Cihadiye ve Çengel köylerinden bisikletle gelen çocuklardan ve yolunu kaybeden çulluk avcılarından başka pek misafirleri olmuyordu. Bira içen gençlere ilişmediklerini, çocuklara çay ve kurabiye verdiklerini, çulluk avcılarını da arabayla çiftliğin dışına hatta hava kötüyse köylerine kadar götürdüklerini anlattılar.

Ahalinin kendi akrabaları ve arkadaşları da elbette çiftliğe gelebiliyordu, her biri kendi çevresini buraya gelmemek konusunda sıkı sıkıya uyarmış olsa da özlemlerine dayanamayıp gelen annelerini, babalarını kapıdan geri çevirmiyorlardı. Ancak bu tür ziyaretçilerin sayısı iyice azalmıştı, birkaç defa gelen yakınlar ve arkadaşlar burada korkacak bir şey olmadığını gördükten sonra ziyaretleri iyice seyrekleştiriyordu.

15 Nisan 2012 Pazar

13


Osman Bey çiftliği gezmeye 2007 yılında kurulan ilk binadan başlamamızı önerdiğinde kapının önünde kendi cipinin yanında bir başka cip daha hazırlanmıştı. Bulunduğumuz yerleşkeye gelirken gördüğümüz uçsuz bucaksız toprakların nasıl işleneceğini sorduğumda Osman Bey'in o içten gülüşünü ilk defa görme fırsatını da bulmuş olduk. Arazinin şimdilik ancak %10 kadarının çiftlik ahalisi tarafından işlenebildiğini, kalan kısımları işlemek için biraz "pratik" yapmaları gerektiğini söyledi – Osman Bey’in sağlayabileceği bilgileri, deneyimi, personeli istemiyorlardı. Aslında ondan hiçbir şey istemiyorlardı, araziyi ve binaları teslim aldıktan sonra tamamen kendi imkânlarıyla devam etmekte ısrar etmişlerdi. Tıbbi yardım hariç ne yardım, ne para ne de işgücüne bağımlı olmak istiyorlardı. Traktörler için gereken yakıtı bile barter ile, kendi ürünleriyle değiş-tokuş ederek alıyorlardı.

Osman Bey kendi deyimiyle "ahali"yle görüşmemizde bir sıkıntı olmadığını, ama hepsinin görüşmek istemeyebileceğini söyleyerek bu gizemi iyice pekiştirmişti. En radikal ve marjinal grupların bile ötesine geçip parayı bile hayatından çıkaran bir grup insanla mı karşı karşıyaydık?

Yerleşkede konuşabileceğimiz kimse olup olmadığını sorduğumuzda mutfakta birilerinin bulunabileceğini öğrendik. Telefonla arasak dediğimizde tam da tahmin ettiğim cevabı aldım, ahaliden kimse cep telefonu kullanmıyordu ama acil durumlar için evde sabit telefon ve tüm araçlarda sabit telsizler vardı.

Birçoklarının sandığının aksine ahşap ve ilkel evler yerine modern görünümlü bir köyle karşı karşıyaydık. Dağınık görünen binaların içinden geçerken aslında buranın çok iyi planlanmış bir köy olduğunu söyleyen Osman Bey, toplam 12 konaklama binasının birbirinden en az 100 metre uzak olduğunu, bunun da bir binada tartışmalar sürerken diğer binalarda rahatça uyunmasını sağlamak amacıyla yapıldığını söylemişti. Doğal yapıyı çok fazla bozmak istemediklerinden hiç hafriyat yapılmamış, her biri 10 kişinin bağımsız olarak yaşayabileceği, mutfağı ve banyosu olan her bir bina merkezdeki binalara uzak olmayacak biçimde ve zeminin uygun olduğu yerlere inşa edilmişti. Her binada elektrik bağlantısı, sıcak ve soğuk su tesisatı ve merkezi ısıtma vardı; ısı kaybını en aza indirmek için binalar dıştan izole edilmiş ve bölgede sıkça rastlanan açık renkli granitle kaplanmıştı. Her binada ikişer kişilik odaların dışında iki tuvalet, 4 banyo ve bir mutfak vardı. Mutfağa bağlı olan yemek odaları aynı zamanda toplantılar için de uygun olarak tasarlanmıştı; her yemek odasında bulunan birer şömine binalardaki tek lüks olarak adlandırılabilirdi Osman Bey’e göre.

Tüm bu binaların merkezindeki kompleks büyük bir yemekhaneden ve mutfaktan (genelde burası kullanılıyormuş artık, toplu yemek ve bulaşık daha az işgücü gerektiriyormuş) oluşan sosyal bina, resmi işler için ayrılan ofislerin bulunduğu bina ve kütüphaneden oluşuyordu. Ayrıca iş makineleri için büyük bir bakım atölyesi ve kapalı bir garaj da vardı. Hepsi aynı büyük binanın dört ayrı cephesine bakıyordu.

Diğer yandan, ciplerle gittiğimiz ve yerleşkeden neredeyse 1 km uzaktaki bina tam hayal ettiğimiz gibiydi. Amerikan filmlerinden tanıdığımız bungalov tipi bina bu çiftliğin nüvesini oluşturmuştu. Uzun, tek parça kütüklerden oluşan duvarlar kenarlarda birbirinin içinden geçiyor, küçük pencereleri ve önündeki geniş verandasıyla bir kovboy filminden çıkmış gibi görünüyordu. Osman Bey arazinin bir kısmı alındığında önce bu binanın yapıldığını anlattı, 8 kişilik ilk grup önce bu binada kalmış, binanın yanındaki 2 dönümlük tarlayı ekip biçmiş, su ihtiyaçlarını az ilerideki ağaçların altından akan incecik dereden karşılamışlardı.

11 Nisan 2012 Çarşamba

12


Soru: Osman Bey, Türkiye kamuoyu sizi tanıyordu veya en azından tanıdığını zannediyordu. Şimdi kurduğunuz vakıf ve çiftlik ile çok farklı bir biçimde gündemdesiniz. Çok çeşitli söylentiler var. Burada gerçekte ne oluyor?

Osman Meşeli: Öncelikle hoş geldiniz diyeyim tekrar. Buraya gelmeniz benim için çok önemli, çünkü dediğiniz gibi bir sürü söylenti dolaşıyor ortalıkta, ama bugüne kadar kimse sizin gibi gelip açıkça bu soruyu sormadı. Sanırım onlarla konuşacağımı veya doğruyu söyleyeceğimi düşünmüyorlardı.

S: Sizi anlıyorum ama siz neden neler olup bittiğini duyurmadınız?

O.M.: Duyurmadım, o konuda haklısınız. Çünkü burada kâr amaçlı bir faaliyet yok, tanıtım yapıp basın bülteni hazırlayarak elde edeceğimiz hiçbir şey yoktu. Söylentiler başlayınca da birileri gelip sorar diye bekledik ama sanırım biraz fazla bekledik. Burada yapılacak çok şey vardı ve bir türlü fırsat bulup PR çalışması yapmadık.

S: Ne gibi işler mesela?

O.M.: Bu çiftlik ve vakıf aslında bir tür terapi merkezi gibi. Ablam bir dönem çok ciddi psikolojik sorunlar yaşadı. Ayrıntısına ben girmek istemiyorum, belki akşam kendisi anlatır. O dönemde herkesten uzaklaşmak, hatta medeniyetten uzaklaşmak ve kendini, kafasını zaman baskısı olmadan toplamak istiyordu. Katıldığı grup terapisindeki arkadaşlarıyla bunları hayal ettiklerini anlattı bana bir gün. Sanırım 2007 yılıydı.  Uzun yıllardır benimle doğru dürüst oturup konuşmamış olan ablamın bu isteğini karşılamadan evvel doktoruyla, sonra başka doktorlarla görüştüm. Daha sonra böylesi komünler hakkında bir sürü kaynaktan bilgi aldım ve bu içinde oturduğumuz yerleşkenin arazisini aldım. O zaman arazi 25 dönüm kadardı. Daha sonra projenin olumlu etkilerini gördüğümde önce bir vakıf kurdum, sonra çevredeki arazileri de satın alıp vakfa devrettim. Şimdi bu arazide farklı bir komün oluşmaya başladı.

S: Siz komün dediğiniz anda bir sürü kişinin tüyleri diken diken oluyordur eminim.  Herkes bunun altında gizli bir amaç olduğunu düşünüyor!

O.M.: Haklısınız, komün deyince komünist bir yapılanma sananlar oldu, bu röportajdan sonra bu sayı daha çok artacak. Ama cemiyet desek masonlukla, cemaat desek şeriatçılıkla suçlanacağız. Ruh sağlığı merkezi desek beyin yıkadığımızı iddia edecekler. Bundan kaçış yok.

S: Peki burada tahmin edildiği gibi, daha doğrusu korkulduğu gibi siyasi bir faaliyet söz konusu mu?

O.M.: Umarım lafı dolandırdığımı düşünmezsiniz, ama önce modern anlamda komünler hakkında biraz bilgi vermem gerekiyor. Tarihin başından beri kendini toplumdan ayıran küçük topluluklar olmuş, ama bugünkü anlamda komünleri sanırım 1848 Paris Komünü ile başlatıyor sosyologlar. Ancak bence bu pek doğru değil; çünkü 1848 yılında neredeyse küçük bir devlet söz konusuydu. Asıl komünler 1800’lerin sonlarında Amerika’nın yerleşim açısından yoğun olmayan yerlerinde, özellikle de Kuzey eyaletlerinde kuruldu. 80 – 100 kişilik, hadi bilemediniz 200 kişilik gruplar o gevşek federatif yapı içinde kendi minik devletlerini kurdular. Hükümetle anlaşamayanı da var, dini inanışı nedeniyle horlananı da var, toplumun günahlarından uzak durmak isteyeni var. Çoğu da bir noktadan sonra radikalleşip sistemle açıkça çatışmaya kadar götürmüş işi. Bir şekilde, bu aralar moda olan deyimle marjinalleşmişler.

S: Ama siz diyorsunuz ki bizim durumumuz aynı değil?

O.M.: Düzenle kavgası olmayan bir insan neden dağ başına çekilsin? Elbette bir uyuşmazlık var ama şu anda çiftlikte bulunan insanların bir araya gelme sebebi bu değil. Buradaki insanlar kendilerini rahat hissettikleri, huzur buldukları bir ortamda, toplumla asgari etkileşim içinde yaşamak istiyorlar. Kendilerine göre siyasi fikirleri var elbette, ama neredeyse her birinin fikri birbirinden farklı. Kanunlara saygılı 100 seçmen var çiftlikte. Herhangi başka 100 seçmenden bir farkları yok.

S: Sizin burada para akladığınız konusundaki iddialara ne diyeceksiniz peki?

O.M.: Dersinizi çalışmadan gelmişsiniz derim. Vakıf için harcadığım paraların bir kuruşunu bile şirketlerin vergisinden düşmedim çünkü kendi cebimden verdim hepsini. Dersinizi çalışsaydınız daha geçen sene şirketlerin vergiden düştüğü sosyal amaçlı harcamalarının vergi matrahının %15'i ile sınırlı olması konusunda lobi yaptığım için TÜSİAD'tan atıldığımı bilirdiniz.

S: Dediğiniz gibi çalışmadım dersimi, evet. Özür dilerim. Bizi çağırdığınızda atladığımız gibi geldik hemen röportaj için.

O.M.: O zaman gelin de çiftliği gezelim.

6 Nisan 2012 Cuma

10-11


Aralardaki boşluklara, yanaklardaki seyrek alanlara ve çenedeki asimetrilere rağmen sakal uzatan yaşıtlarımdan sıkılınca ve daha da önemlisi kütüphanedeki memurlardan birinin güvenini kitapları ödünç alacak kadar kazandığımda (yine de kimliğimi alıyordu) kantini keşfettim. Önceleri zamanın ruhunu yakalayan arkadaşlarımla aynı kantinde oturup kitap okuyor olsam da zaman içinde bazı arkadaşlar edinmeyi başardım - birisi kitap okuduğunda ne okuduğunu merak edecek türde arkadaşlar elbette. Bildiğiniz üniversite öğrencisi aktivitelerine katıldım, gündüzleri çay, geceleri bira içtim, okulu uzattım ve sonunda mezun oldum. Ancak özellikle son yılda beni bir gelecek korkusu sardığını itiraf etmeliyim, seçtiğim bölüm kesinlikle benim gibilere göre değildi. Kendini öne sürmeye meraklı, kendi değerinden ve yeteneklerinden emin, rekabet ortamından hoşlanan arkadaşlarımın aksine ben tek başıma kalmaya meraklı, güvensiz biriydim. Yabancı dil bilgim zayıftı, el becerim ve sanatsal yeteneklerim yoktu. Sadece okuduğum kitaplardan öğrendiklerimi kendi fikirlerim gibi satmayı çok iyi beceriyor; insanların dertlerini dinleyip onlara yine romanlardan aldığım dersleri aktarıyordum. İnsanları tanıdığımı düşünüyordum, ama tanıdığım insanların %90'ı roman karakteriydi. Ben de yazmaya başladım!

Elbette yazdığım öykülerle para kazanmam mümkün değildi, hatta uzun süre yayınlanmalarını bile sağlayamadım. Bu arada okulu uzatan birkaç arkadaşın lisans tezlerini yazarak para kazanmaya başlamıştım, bir süre sonra yüksek lisans tezlerine geçerek babamdan para istemeyecek hale geldim. Ancak hayatta ne yapmak istediğime karar verebilmiş değildim; yazmayı sevsem de "yazmasam çıldıracaktım" diyecek bir aşkla yazmıyordum. Bir işe girip para kazanmam gerektiğini biliyordum ama hiçbir iş ilgimi çekmiyordu. Amacım yoktu, heyecanım yoktu, sevgilim yoktu, bunalımda olduğum söylenemese de keyfim de yoktu...

Çok uzun bir bocalama sürecinin sonunda, iyice kendimi sorgulamaya başlamışken çiftlik hakkında çıkan ilk ve tek dergi haberini okumuştum. Metin aşağıdadır:

PAMUKOVA’DAKİ GİZLİ HAZİNE
Pamukova’daki ünlü kampa ilk giren gazeteci olan Melis Kuyucu, herkesin merak ettiği kampı sizler için gezdi, kampın kurucusuna ve üyelerine tüm merak edilen soruları sordu. Kampın kuruluşunun ardındaki ilginç hikâyeyi, kamp sakinlerinin amaçlarını ve nasıl bir araya geldiklerini aşağıdaki sayfalarda bulacaksınız; hem de daha önce hiçbir yerde görmediğiniz fotoğraflarla!   

Her ne kadar İstanbul’da, Ankara’da ve birçok başka büyük şehirde ağızdan ağıza yayılsa da Pamukova’nın içinde durup “Nerede şu ünlü kamp?” diye sorduğumda kimsenin neden bahsettiğimizi anlamaması, bu ilginç gezinin ne tür sürprizlere gebe olduğunun ilk işaretlerini veriyordu. Gideceğimiz yerin Bozören yakınlarında olduğunu söylediğimizde, yol sorduğumuz büfecinin yüzünde bir gülümseme belirdi; “Siz çiftliği soruyorsunuz?!” dedi ve tabelaları takip edip Çardak köyüne gitmemizi, köprüyü geçip sola dönmemizi söyledi. Gazeteci olduğumuzu öğrenince bu defa şaşırma sırası ona gelmişti: “Ne var ki o çiftlikte?”

Sonbaharın belki de en güzel yaşanacağı yerlerden biridir Pamukova. Kışını bilmiyorum ama sonbaharı ılık, toprakları bereketli ve son mahsullerle dopdolu, ağaçları sarının ve turuncunun bin bir tonuyla süslü, insanları güler yüzlü ve konuksever bir yöre. Sakarya’nın kıyısındaki bu güzel ve bereketli ova bugünlerde farklı bir haberle gündeme geldi. Geçen yıl Bilecikli ünlü sanayici Osman Meşeli’nin Pamukova’da, Sakarya kıyısında satın aldığı 4 bin dönümlük dev arazi önceleri yerel basını meşgul ederken bir vakıf kurup (Gelecek Vakfı) bu araziyi bu vakfa tahsis etmesi, çevresini yüksek duvarlarla ve dikenli tellerle çevirmesi ulusal basının da ilgisini çekmişti. Bu toprakların ne amaçla kullanılacağı konusunda türlü spekülasyon kafaları iyice karıştırmış; bu çiftliğin bir tarikat tarafından militan yetiştirmek amacıyla kullanılacağından tutun da, uzaylıların inmesi için bir platform inşa edildiğine kadar, misyoner faaliyetlerin merkezi olacağından tutun da Sakarya havzasını zehirlemek için Siyonist bir planın parçası olduğuna kadar bir sürü senaryo ortaya atılmıştı. Bu çiftliği haber yapmak üzere Osman Meşeli’ye ulaşmaya çalıştığımızda, daha da ilginç bir şey öğrendik: şimdiye kadar hiçbir gazete veya televizyon kanalı kendisine açıkça başvurmamış ve görüşmek istememişti. Bugüne kadarki bütün haberler ikincil kaynaklardan, çevredeki köylülerden, çiftlik inşaatında çalışan işçilerden ve “anonim” tüyolardan, isimsiz telefonlardan ve doğrulanmamış istihbaratlardan edinilen bilgilerden ibaretti. Osman Meşeli, kendisinden randevu istediğimizde çiftlikte kendisine geçici bir ofis kurduğunu ve sürekli orada olduğunu söyleyerek bizi beklediğini söyledi. Biz de hemen aynı gün yola çıktık, 2,5 saat sonra Pamukova’da ve 3 saat sonra kampın kapısındaydık!

Bozören ve Çengel köyleri arasında, Sakarya kıyısından başlayan ve Güneydeki tepelere kadar devam eden dev arazi, söylentilerin aksine sadece hasır metal çitlerle ve üzerinde iki sıra dikenli telle çevrilmiş ve arazinin tam ortasından geçerek bu iki köyü birbirine bağlayan yoldan çiftlik rahatça izlenebiliyor. Ne gözetleme kuleleri ne de kameralar var görünürde, sadece tarlalar ve ekinler görünüyor, bir de seyrek biçimde dağıtılmış, sonradan içinde tarımla ilgili malzemeler olduğunu öğreneceğimiz kulübeler. Yolun sağındaki “Gelecek Vakfı Çiftliğine Hoş Geldiniz!” tabelasını görüp oradaki güvenlik kulübesine yanaştık; beli silahlı, siyah giyimli, güneş gözlüklü bir güvenlik görevlisi beklerken yanında Akbaş cinsi köpeğiyle kulübenin girişinde oturan bir köylüyle karşılaştık. Çengel köyünde oturan ve burada çalışan Musa Dayı (Soyadını vermemekte ısrar etti, “Musa Dayı yazarsanız herkes tanır” dedi) Osman Bey’in bizi beklediğini söyledi. Dönüşte çay içip biraz laflamak için bizi davet etmiş olsa da 2 gün sonra dönerken onun vardiyasına denk gelemedik, ama bu satırları okuyorsan bil ki çayını içmeye mutlaka geleceğiz Musa Dayı!

Dümdüz bir yoldan çiftliğin dağlık bölgesine doğru ilerlediğimizde bir süre sonra tarlalar yerlerini önce traktörlerin ve diğer tarım araçlarının ve otomobillerin, pikapların bulunduğu açık ve kapalı garajlara, sonra da geçen yıl inşa edilmiş evlerden oluşan ufak bir köye bıraktı. Köyün ortasındaki meydanda son model, lüks cipinin önünde duran Osman Bey’i gördüğümüzde aklımızda yüzlerce soru uçuşuyordu. Kendi aracımızdan indiğimizde ses kayıt cihazını açmıştım bile. Ofisine geçene kadar sıcak gülümsemesi ve nezaketi ile önyargılarımızı sarsmayı başaran Osman Meşeli, mütevazı odasındaki koltuğuna oturur oturmaz sorularımızı yanıtlamaya başladı.

Osman Meşeli kimdir?

1966 Bilecik doğumlu Osman Meşeli, ilköğretimini Bilecik il merkezinde tanımladıktan sonra yine il merkezindeki Anadolu Lisesinde okudu. Çiftçi bir aileden gelseler de babası Ertuğrul Meşeli kendi köyünün ilk üniversite mezunlarında biriydi ve şehir merkezinde avukatlık yapıyordu, annesi Merve Meşeli ise ev hanımıydı. Kendisinden 2 yaş büyük ablası gibi İstanbul Üniversitesi'ni kazanınca ailece bu şehre taşındılar. İktisat Fakültesinde okurken yarı-zamanlı çalışmaya başlayan Osman Meşeli birçok yaşıtının aksine Bilecik’teki toprakları satmak ve İstanbul’a yerleşmek yerine memleketine dönmek için fırsat kolladı; çalışıp kazandığı paralarla o dönemde yeni duyulmaya başlanan organik tarım için kullanabileceği araziler satın aldı. Bugün Ortadoğu ve Balkanlar’ın en büyük organik tarım kolektifi haline getirdiği KAYA A.Ş.’nin temellerini Bilecik’te attı. Bölgedeki üreticileri bilinçlendirme, kooperatifler kurma, satış ve dağıtım ağları kurma faaliyetleri sayesinde sadece kendi ürünlerini değil Sakarya ve Bilecik’teki organik tarım ürünlerini İstanbul, Ankara ve İzmir’de özel noktalarda ve pazarlarda sattı. Oluşturduğu organizasyonu 2003 yılından itibaren internetin sunduğu olanaklarla bir çığ gibi büyüterek bugün kendisini efsane haline getiren servetini kazandı. Zaman içinde tekstil, madencilik ve bilişim sektörlerinde de önemli yatırımlar yaptı. 1999 yılında Hatice Meşeli ile evlendi; bugün iki çocuk babası – Orhan (7) ve Sinem (3).

4 Nisan 2012 Çarşamba

9


Uğur havadan sudan konuşmaya doyuncaya kadar gerçekten havadan sudan konuştuk, sonunda o işinin başına dönmesi gerektiğini kendisi söyleyene kadar bayağı bir çay içtik ve burada bahsetmeye değmeyecek şeylerden bahsettik. Onu şüphelendirmek hiç de işime gelmezdi, o yüzden hiçbir sorusuna kısa kısa cevaplar verip geçiştirmedim, uzaklara dalmadım, sözlerini can kulağıyla dinledim ve yıllar önce canımın sıkıldığını yüzümden okumayı pek seven anneme için özel olarak hazırladığım "aman da pek eğleniyorum" maskemi taktım o bana Pamukova'daki hastanenin hemşiresini anlatırken. Elini kestiğinde kendisine iki dikiş atan Nurcan hemşire hakkında 45 dakika ne konuşabildiğimizi açıklamak zor, ama en son Hakan abiye şantaj yapıp onu çiftliğe tayin ettirmekten bahsedip gülüşüyorduk. Sonunda sustu ama; onca gülüşmenin sonrasında yüzünden gelip geçen ciddi ifadeyi gören, hemşireyi bir daha görebilsin diye hiç düşünmeden Uğur’un öbür elini keserdi. Bunu sesli olarak söylemedim, yine de anladı sanırım onu yakaladığımı. Gülümsedi ve konuyu değiştirdi, böylece bir saat daha oyaladı beni.

Sonunda yine bilgisayarın başındayım, üstelik ne anlatacağımı hâlâ bilmiyorum. Tüm bunları kendimi aklamak için yazmıyorum diyorum kendi kendime; ama insan sadece tarihe kayıt düşmek için yazmaz ki olup biteni? Hiç değilse kendi rolünü anlatmak, kendi adını ölümsüz kılmak ister. Günah çıkarmak desem o da bizim geleneğimizde yok; biz (eğer biz diye bir şey kaldıysa) günahını anlatınca ferahlayanlardan değiliz. Belki Uğur'a söylediğim gibi "yazarak daha iyi düşünenlerdenim" ve kafamı toplamaya çalışıyorum. Bir çıkış yolu, bir kurtuluş ümidi bulmak için. Başlattığım ve kontrol edilemeyeceğini bildiğim salgının dönüm noktalarını bulup dizginlemek için belki de.

Sayfalar doldurmuşum ve neden kendimi Cehennemde gördüğümü anlatmak için bir kelime anlatmamışım. O zaman en baştan başlamak lazım belki de; kafası karışıklar çiftliğine bu kafası karışığın nasıl düştüğünden başlamalıyım ve kendimi tanıtmalıyım. Çiftliğin nasıl kurulduğunu anlatmak bana düşmez çünkü, anlatmayı da beceremem muhtemelen. Ama nasıl duyduğumu, nasıl buraya geldiğimi anlatabilirim.

Adım Bülent. İkinci cümleleri kolay bulabilen biri değilim, üstelik bu espriyi daha önce de yapmıştım. İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Üniversiteyi de İstanbul’da bitirdim, Eğilim Tasarımı ve Yönetimi okudum ve işimi hiç yapmadım; stajımı “eski masaüstü” adlı klasörlerde işe yarar dosyalar arayarak, bitirme ödevimi de diğerlerinin bayılarak yaptığı uygulamalar yerine “İttihat Terakki ve Onun İlk Eğilim Yönetimi Uygulayıcısı Molla Fuat” diye bir ödev yaparak atlattım. Kendilerini ellilerdeki mühendislik, doksanlardaki işletme öğrencileri gibi zamanın kralı olarak gören (tababet öğrencilerinin dönemini çıkaramadım ama onlar sanırım hep yarı-tanrıydılar) sınıf arkadaşlarımdan uzak durdum; evdekilere öğrenci olduğumu hissettirmek için her gün evden çıkıp okula gittim ve kütüphaneyi talan ettim. Babam da annem de memurdu ama geçim sıkıntımız yoktu; yani kütüphaneye gidişimin sebebi kitapları alamıyor olmak değil beni kabul eden tek yerin kütüphane olmasıydı. Üstelik kitaplarımın giderek çoğalması evdekilerin ilgisini çekerdi muhtemelen, ne okuduğuma bakarak benimle ilgili endişelenmelerini istemiyordum. Zaten kitaplara sahip olmak ilgimi çekmiyordu, kitap okumamasıyla övünen dangalaklardan çok kütüphanesiyle övünen kibirli pezevenklerden nefret ederdim (ve hala ediyorum) - okuduklarından hiçbir şey öğrenemedikleri o kadar belidir ki. 

Merkez kütüphanesi ruhsuzdu, ben de genelde Edebiyat Fakültesinin kütüphanesinde olurdum. Şimdi isterdim ki hayatımın aşkıyla orada nasıl karşılaştığımı anlatayım ama kütüphane kadınlara göre bir yer değil pek. Kendi cinsimden, yani kitap seven bir kızla tanışmayı bırak, karşılaşmadım bile. Ders çalışmak, ödev yapmak için gelenler oluyordu elbette, ama benim gibi oturup roman okuyan kimse yoktu neredeyse. Kumaş pantolonlu, tam çıkmamış sakallı İslamcı gençler ve uzun saçlı, kot pantolonlu gençlerle birlikte sessiz sessiz kitap okudum ilk iki yıl.

3 Nisan 2012 Salı

8


Kendisinden hiç bahsetmediği için ne okuduğunu, nerelerde çalıştığını, neden çiftliğe geldiğini bilmediğim Burcu, bir aralar benim yanımdan ayrılmamıştı, evet - ama bunun sebebi daha çok engelleyemediğim sosyalleşme isteğimdi. Burada çoğu kişi tarladaki işleri bitince yalnız kalmayı tercih eden, oturup düşünen insanlardı; oysa ben insan arıyordum sürekli. Benim onlar kadar yalnızlığa ihtiyacım yoktu, kendimi ve zamanımı diğerlerinden sakınmıyordum, benimle konuşmak isteyen kimseyi geri çevirmiyordum. Ama bunu bile isteyen çok azdı. O yüzden bir cana, bir sese hasret olan herkes beni kolayca bulur, derdini üzerime boca eder ve giderdi. Ben de başkalarının derdiyle yıkanırken kendimi unuturdum. Burcu ile de bir süre bayağı samimi olmuştuk, pek derdini tasasını anlatmasa bile yalnız kalmak istemediği çok belliydi – ben de tam bu işin adamıydım.

“Devrimciler atmış onu diye duydum” dedim ben de, “Kim olursan ol gel diyen bir biz kaldık sanırım".

Yemeğin geri kalanında sağ olsun Burcu konusunu açmadı Uğur, daha çok buğdayı ekmekte geç kalıp kalmadığımızı konuştuk. Kar ve yağmurlar bir türlü tamamen bitmemiş, toprak sürülecek hale gelene kadar da Nisan gelmişti. Hayatımız boyunca toprakla ilk defa burada haşır neşir olduğumuzdan konuya yabancıydık ikimiz de; elimizdeki tarımla ilgili kitaplar ise tamamen teorikti. Neyse ki Devrimcilerin başı olmasına rağmen tam bir oportünist olan Hakan abi gidip Bozören köylüleriyle, sonra da Pamukova’daki İlçe Tarım Müdürlüğüyle konuşmayı akıl etmişti. Tarım Müdürlüğünden gelen genç bir ziraat mühendisi, biraz da basında kopan yaygara nedeniyle çok heyecanlanmış, topraklarımızı gezerken pek konuşamamış, sonunda angarya işler binasında çenesi açılmıştı. Erzincan’da, memleketinde yeni başlayan organik tarım çalışmalarından girmiş, sertifikasyon işine devletin girmesi konusunda yazdığı rapordan çıkmıştı. Hayır, buğday ekmek için geç kalmamıştık; evet, tarım uygulamalarımızı genelde beğenmişti ama önereceği şeyler vardı; Evet, arada bize uğrayabilirdi.  Daha sonra hepsine şimdilik yetişemediğimiz sulak arazilerde köylülerin gözünün kaldığını söylemişti; birkaç sene oraları köylüye kiraya veremez miydik? Hakan abi düşüneceğimizi söylemişti, ama yüzüne bakınca istekli olduğunu görmek zor değildi. Sadece konuyu bir sonraki toplantıda açıp bizim onayımızı alması gerekiyordu. Çiftliği asık suratlı bir komün olarak düşünmeyen nadir insanlardan biriydi.

Yemeğimiz bitince biraz Muammer abiye yardım ettik bulaşıklarda. Bulaşık dediysem dışarıdakilerin sandığının aksine külle falan yıkamıyoruz, bildiğiniz yeşil renkli deterjanlardan sıkıyoruz bildiğiniz bulaşık süngerine. Hatta bildiğiniz bulaşık makinesi de var da, o anda makine dolu ve çalışıyor olduğundan sona kalan 7-8 kişinin bulaşıklarını elimizle yıkayıverdik.

Yemekhaneden çıktığımızda ben dönüp yazmaya devam etmek için yanıp tutuşuyordum; Uğur ise bu güzel havada neden ofise gitmek istediğimi anlayamıyordu – bizde Pazar günü tatil falan olmadığından herkes işinin başındaydı. Uğur ise bugün biraz tembellik etmek istediğinden elindeki tamiratı ağırdan alıyordu.
“Kimse bana çalış demeyince niye çalışayım ki ben diyordum ilk zamanlarda.  Şimdi ise tembellik etmeyi kendime yediremiyorum, bu da bir nevi mahalle baskısı yahu!” demişti birkaç gün önce, “Evde olsam anam-babam bakardı bana, yalnızız burada.”

Neticede onun kaldığı binanın önünde çay içmeye ikna oldum. Geçen yıl “nezaket ziyareti” için uğrayan Emniyet Müdürü karışacak hiçbir şey bulamayınca binalara isim vermemiz ve herkesin Nüfus Müdürlüğünde buna göre kaydedilmesini rica edince binalara numara vermiştik ama binaların bunun dışında bir ismi yoktu, hiç de düşünmemiştik bunları. Angarya işler binasındaki çiftlik projesindeki bina numaralarını aynen almıştık, ama ne numaraları kullanıyorduk binalar için, ne de “ev” diyorduk kaldığımız binalara.