Merhaba,
İlk dört bölümü pdf olarak aşağıdaki adresten indirebilirsiniz:
http://s2.dosya.tc/server17/rrs2Uo/BOLUM1-4.pdf.html
27 Haziran 2012 Çarşamba
61
“Yok yahu,” dedi Bahadır, “onlar bizim
peşimize düşmez pek. Bizim zaten bir inisiyatifimiz, bölge için oradakilerle
birlikte ve araştırma yaparak hazırladığımız 3 de projemiz var; stratejik plana
ve bölge kalkınma planına uygun. Bu projelere göre bir hibe bulursak uğraşırız,
onun dışında bu işlere hiç vakit ayırmıyoruz. Boş verin bunları ya, esas müjdeyi
vereyim size!”
“Neymiş o müjde?” diye sordu Lütfiye.
“Bizim çiftlikte bir hamile var, 7
aylık. İlk çiftlik çocuğu bizden çıkacak kısmetse!”
Masanın etrafındaki herkesin yüzü
gülüyordu. Bahadır'ı tebrik etmeye giriştiler:
“Ne güzel haber bu,” dedi Lütfiye, “oğlan
mı kız mı?”
“Oğlan, ama daha adı belli değil.
Annesiyle babası her gün fikir değiştiriyorlar!"
“Biz de ilk düğünü yaparız belki!”
dedi Hakan. “Biliyorsun Sevda ile nişanlıyız, daha dün resti çekti Sevda!"
Sevda: “E öyle ama,” dedi gülerek, “bugüne
kadar düğün kelimesini bile kullanmıyordun. Tehditler işe yaramış demek ki! Şimdi
bir işimiz kaldı, ağzından bir de tarih almak.”
“O kolay,” dedi Hakan, “köylük yerde
düğün hasattan sonra olur, Eylül’e yetiştirebilir misin gelinliği?”
Sevda Hakan’ın yüzüne inanmayan gözlerle
baktı: “Ciddi misin sen? Yetişir herhalde.”
Lütfiye ve Bahadır ayağa kalkıp gelini
ve damadı tebrik etmeden duramadı. Lütfiye her ikisinin de elini sıkıp tebrik
etti, Bahadır ise Hakan’la kucaklaştı, sonra da Sevda’ya elini uzattı:
“Bu tarih belirleme hususunda biraz
katkım olduysa ne mutlu bana” dedi. “Şimdiden tebrik ederim!”
"Teşekkürler," dedi Sevda
nazikçe. Ancak gözleri Hakan'ın gözlerinden ayrılmıyordu. Lütfiye bunu görünce
Bahadır'ın koluna girdi:
“Gel seni orkestramızla tanıştırayım,”
diyerek onu Roninlerin yanına doğru sürüklemeye başladı. "Hem de birkaç
gerçek Ronin görürsün. Ama bu kelimeyi kullanma, kızıyorlar!"
İkisi gülerek uzaklaşırken Sevda hâlâ Hakan’ın
gözlerine bakıyordu. Konuşmadılar, konuşamayacak kadar mutlu görünüyorlardı.
26 Haziran 2012 Salı
60
Sevda sonunda bitirdiğinde kafasını
kaldırdı:
“Sizden nefret ediyorum!" dedi,
ama sesi öfkeli olmaktan çok üzgündü. "Hepinizden! Dünya sizin çevrenizde
dönüyor sanıyorsunuz. Duymak istediğiniz şeyler söylenmediğinde ne söylendiğini
umursamıyorsunuz bile! Öyle değil mi? Sen Burcu'nun özür dilemesini, sana
haksızlık ettiğini söylemesini bekliyorsun yıllardır. O ümitle açtın mektubu,
değil mi?" Başını salladı Uğur. “Ama o başka şeyler anlatmış sana, bütün
bir hayatın başına yıkıldığını, enkazın altından zor canlı çıktığını anlatmış.
Oysa senin duymak istediklerin bunlar değil, öyle ya! Kadıncağız ne yaşamış,
sana ne anlatmak istiyor, umurunda değil! O Allah’ın belası gururunu okşayacak
bir şeyler okumak istiyorsun. Senin asla cesaret edemediğin şeylere cesaret
etmiş o, yenilmiş üstelik. Ya da yenilmediyse bile yıkılmış, yeniden ayağa
kalkmaya çalışıyor. Bir anlamda sana tutunmak istiyor. Ama senin tüm istediğin
sevgine karşılık görmek! Bu kadını gerçekten sevmiş olsan onun için üzülürdün!
Sen sevgi falan istemiyorsun, sen bir köle istiyorsun kendine. Hepiniz bir köle
istiyorsunuz. Oyun iki kişilik olduğunda hâlâ tek kişilikmiş gibi, kendi
kurallarınızla devam etmek istiyorsunuz; size ‘artık iki kişilik düşünmen lazım’
dendiğinde de ‘beni değiştirmeye çalışıyor' diye feryat ediyorsunuz. Siz gerçekten sevgi falan istemiyorsunuz,
seks istiyorsunuz, şefkat istiyorsunuz, sizin iradenize karşı çıkmayacak, size teslim
olacak birini istiyorsunuz. 21. yüzyılda kadınlarla ‘başa çıkamayışınızın’ nedeni
de bu işte! İki kişi, iki insan, iki özne arasındaki ilişkiyi beceremiyorsunuz!”
Cevap beklemiyordu bu dediklerine,
karşı tarafın da cevap verecek hali kalmamıştı. Dönüp mutfağa girmek üzere
yürürken birden durdu, geri döndü:
“Üstelik mektubu doğru okumayı bile
becerememişsin Uğur efendi! Sevgi sözcükleri bekliyorsun, özür bekliyorsun, bunlar
yok orada, o doğru. Ama Burcu seni yine de önemsiyor. Seni umursamasa sana
neden kızsın bu kadar, neden bir mektup yazsın oturup, Neden fırçalasın seni?
Sana âşık değil artık, o kesin. Ama belki aradığın şefkati verebilecek tek kişi
de o. Sen ise zavallı yaralı annesine ‘bana ne, ben oyuncağımı istiyorum!’ diye
tutturan yaramaz çocuklar gibisin. O kadını hak etmiyorsun sen!"
“Bu lafları da hak etmiyorum
ama." diye beklenmedik bir cevap verdi Uğur. “Bir kelimelik dahi bir
açıklama olmadan terk edilmeyi de hak etmiyorum. Başıma neler geldiğini
bilmiyorsun. Onun bana neler yaptığını bilmiyorsun. Bir açıdan haklı belki,
terk edildikten sonra kadın milletinden umudumu kestim ben. Erkekler hakkındaki
genellemelerin çok güzel geliyordur eminim kendi kulağına, ama bir de ben
başlarsam susturamazsın beni. O yüzden boş ver!"
Sevda cevap vermedi, arkasını dönüp
gitti. Uğur ise Bülent’e döndü: “Demek beni hâlâ umursuyor,” dedi, “bunu hiç
düşünmemiştim.”
* * *
Sevda yanlarına geldiğinde Hakan,
Bahadır ve Lütfiye’nin artık ciddi konulardan bahsetmediğini fark etti.
Oturuşları değişmiş, masanın üzerindeki kollar kalkmış, vücutlar geriye
yaslanmış, hatta biraz aşağı kaymıştı. Yüzlerde de daha rahat, sohbet
edercesine bir ifade görülüyordu.
“Aman,” diyordu Hakan gülerek, “en
tehlikelisi onlar.”
Sevda kimden bahsettiklerini sormadı,
genel rahatlık havasına uyarak o da oturdu sandalyesine.
“Niye ki?”
“Çünkü bizde projecilik bir sektör
haline gelmiş durumda. Nerede bir hibe, faizsiz kredi, yardım, destek,
sübvansiyon lafı geçse ‘size bir proje yazalım’ diye dolanan tipler var. Proje
demek planlama demektir; bir kurumun bir stratejisi, bir planı olur, ona göre
projeler hazırlar, finanse etmeye çalışır. O paraları verenler ya bizi de böyle
düşünüyor zannediyor, ya da bize böyle düşünmeyi öğretmeye çalışıyorlar. Bizdeki
‘Hacı para bulduk, gel bir proje uyduralım’ yöntemiyle yapılan projenin kimseye
bir faydası olmaz, devamı gelmez, istenen etki sağlanamaz. O yüzden birileri
gelip sizin ekolojik köy için proje yazalım derse uzak durmak lazım.”
“Bir de elbette kendi reklamlarını yapmak
peşindeler adamlar" dedi Lütfiye. "O kadar para verince kendi
bayraklarını çekmek istiyorlar. O bayrağın altında yaşamak bize uymaz. Domuzdan
kıl koparsan kâr demişler ama o sırada dinden çıkmak da var!”
25 Haziran 2012 Pazartesi
59
Bülent’in konuyu uzatmaya niyeti
yoktu.
“Ben bizimkini yalnız bırakmayayım.
Biraz daha gazını aldıktan sonra yollarım onu Fatsalıların yanına.”
“Tamam,” dedi Hakan, “fırsatım olursa
ben de uğrarım ama söz vermiyorum.”
Hakan ile Sevda çaylara dışarı
giderken Bülent elinde iki çayla Uğur’un yanına dönmüştü. Çaylardan birini
Uğur’a uzattı, sonra onun yanına oturdu.
“Hakan abiye yakalandım yahu,"
dedi.
“Aman boş ver” dedi Uğur
umursamazcasına. “Fatsalılarla kaç gündür ilgileniyoruz, bugün de serbest
takılsınlar. Hiç havamda değilim.” Durdu. “Düşündükçe sinirleniyorum. Sen de
izin vermiyorsun ki şuna bir mektup yazayım, sinirimi dökeyim. Bak söz
veriyorum, göndermeyeceğim!”
“Yook, ben bu numaraları yemem. Eninde
sonunda yollarsın sen o mektubu. Tecrübeyle sabit. Ben de öyle uzun bir mektup
yazmıştım yıllar önce. İçimi dökmek için başladım, yazdıkça yazdım, baktım 20
sayfa olmuş. Yollamadım elbette, içimi döküp rahatlamıştım. Sonra bir gece sarhoşken
gönderdim! Dayanamadım. Sanki okuyunca her şeyi anlayacakmış gibi geldi. Beni
yıllarca sallamayan kız o e-postayı okudu ve cevap olarak ne yazdı, biliyor musun?”
“Ne yazdı?”
Cevap birkaç dakikadır kapının yanında
onları dinleyen Sevda’dan geldi:
“Seni sadece arkadaşı olarak gördüğünü
söyledi, değil mi?”
“Aynen öyle” dedi Bülent. “Standart
cevaptı o zamanlar. Benim neslim 'senden hoşlanmıyorum' demeyecek kadar
nazikti, ama bu cevap hiçbir işe yaramıyordu. Bir şeyi yanlış mı yaptım, sadece
benden mi hoşlanmadı, asla bilemiyorduk.”
“Belki de gerçekten sadece arkadaş
olarak görüyordu seni, olamaz mı?” dedi Sevda.
Bülent ile Uğur cevap verip vermemekte
kararsız kaldılar.
“Beni boş ver,” dedi Bülent, “ne ilk
ne de son. Çözülecek bir şey yok ortada. Sen şu mektubu oku bence, Uğur’un derdine
çare olalım olabilirsek.”
Mektubu Sevda’ya uzattılar. Uğur ne
karşı çıktı okumasına, ne bir şey dedi. Ama son sayfaya geldiğinde Sevda’nın
yüzünü incelemeye başladı. Bir açıklama, bir işaret, bir yorum bekliyordu.
24 Haziran 2012 Pazar
58
“Kavga gürültü çıkıyor mu peki?
Çıkarsa ne yapıyorsunuz?”
“Kavga derken fiziksel anlamda
kavgadan bahsediyorsan buna tolerans göstermeyiz. Ama şimdiye kadar bahsetmeye
değer bir kavga olmadı. Ciddi bir kavga olursa normal bir köy ne yaparsa onu
yaparız,” dedi Lütfiye, "jandarmayı çağırırız. Diğer köylerden hiçbir
farkımız yok bizim. Çevredeki insanları buna inandırmaya çalışıyoruz hep. İlk
yıl, kendi yiyecek stoklarımız yokken köylerdeki pazarlara gidiyorduk. Şimdi
yine arada gidiyoruz, muhabbet edip dönüyoruz, çünkü temelde ihtiyaç duyduğumuz
her şeyi yetiştirebiliyoruz burada.”
“Odamda bir liste var sebze bahçesine
neler ektiğimize dair, siz ziraatçı olduğunuz için gerek duymamıştım vermeye.
İstiyorsan ondan da bir kopya veririm sana. Yaz sonunda da biraz fazla tohumluk
ayırır, size de tohum yollarız."
“Sağ olun,” dedi Bahadır, “bizim o
açıdan bir sıkıntımız yok. Ekolojik bir köy kurmak için yola çıktığımızda dört
koldan bütün Anadolu’yu gezdik ve istediğimiz ürünlerin tohumlarını bizzat
seçerek köylülerden aldık. Elimizde çok geniş bir tohum bankası ve veri tabanı
var. Hatta kanola tohumumuz bile var bolca; maalesef genetiğiyle oynanmış
olduğunu düşünüyoruz. Belki imha edeceğiz o yüzden."
“Siz o tohumları bize verin,” dedi
Hakan, “biz de yakıt üretimi için kullanalım. En büyük giderlerimizden biri
motorin ve fuel-oil.”
“Binaları ekolojik yöntemlerle
yalıtabilirsiniz, o zaman ısınma masrafınız azalır. Ama dizel gerçekten de
gerekli traktörler için. Ben şu kanola tohumları konusunu açarım ilk
toplantıda, sanırım kimse karşı çıkmaz."
Herkesin susmasından faydalanan Hakan
ayağa kalktı:
“Ben çay getireyim. Daha konuşulacak
çok şey var. Herkes içer değil mi?"
Masadakilerin tümü başıyla onaylayınca
Hakan mutfağa doğru yürümeye başladı, Sevda da arkasından. Yürürken en son
Bahadır'ın sorusunu duydular:
“Toplantılar nasıl gidiyor peki, şu
felsefe şeyleri?"
Lütfiye’nin ne dediğini duyamadan
içeri girdiler. Mutfağa doğru giderlerken Sevda kaşımadan duramadı:
“Sakinleşebildin mi biraz? Toplantıya
verebiliyor musun kafanı?”
Hakan gülümsedi:
“Ha, evet. Soğuk su serptim iyi geldi.
Ya sen beni çıldırtacak mısın?”
“Niye be?” dedi Sevda. Sesi aldatıcı
biçimde masum çıkıyordu.
“Ben bunların hesabını sorarım gece!”
Mutfağa vardıklarında Bülent de iki
bardağa çay koymakla meşguldü. Onları görünce şaşırdı.
“Ne iş?" dedi Hakan.
“Abi Uğur’a bir mektup geldi. Çok
sinirleri bozuldu, onunla çay içip konuşuyoruz biraz.”
“Şu terk edip giden kızdan mı yoksa?”
“Evet. Kız bir sürü fırça atmış
mektupta. Uğur da şimdi ona saydırıyor dışarıda."
“Hep kadınlar suçlu zaten!” araya
giren Sevda’ydı. "Bu işlerin bir savaş oyunu, bir güç mücadelesi olmadığını
öğrenemediniz gitti!"
“Ya evet,” diye patladı Bülent, “onun
için hayatımıza giren her kadın ilk önce bizi değiştirmeye çalışıyor!”
“Ona ‘adam etmek’ denir akıllım,” dedi
Sevda karşısında gördüğü öfke karşısında yumuşayarak. Yaralı, küskün oğlan çocuklarıyla
konuşmaya alışmıştı zaman içinde; sesini yumuşatıp, gülümseyerek konuştuğu
sürece asla kavga çıkmıyordu.
23 Haziran 2012 Cumartesi
57
“İstihbarat mı?” Bahadır neredeyse
ayağa fırlamıştı. Ancak elleri masada, kıçı iskemlenin 15 santim kadar üzerinde
dururken öfkeliden çok komik görünüyordu.
“Otur, otur” dedi Lütfiye. "Açık
istihbarat topluyorlar, bunun nesine şaşırıyorsun ki? Devlet benim elimde olsa
ben de toplarım. Ne olup bittiğini merak etmeyene ahmak denir."
Bahadır yerine oturdu. Uzaktan bir
gerginlik olduğunu sezen Sevda ve Muammer de yanlarına geliyordu. Onlar her
adımda yaklaşırken Hakan konuyu değiştirdi:
“En büyük sorun şu olacak, her şeye
oybirliği ile karar vermek kaç kişi olursanız olun tüm düzeni kilitleyebilir. O
yüzden biz önce sabit bir çalışma programı yaptık.”
“Hatta,” diye lafa girdi Lütfiye,
“sabit 3-4 program yaptık. 25 kişi için, 50 kişi için, 75 kişi için falan diye.
Hakan sağ olsun günlerce uğraşıp yapılacak küçük büyük tüm işleri listeledi,
sonra bunların tahmini tarihlerini belirledi. Siz daha iyi bilirsiniz tarım
işini, sürmek lazım, sulamak lazım, çapalamak lazım bazı ürünlerde, hasadı
kaldırmak lazım falan filan."
“Ama bunları bir fabrikayı planlar
gibi planlayamazsınız ki? Havaya bağlı, aldığınız tohuma bağlı, yağışlara
bağlı.”
“Biz de bu yüzden tarım dışı işleri de
koyduk programımıza, Mesela bu sene Mart 15 gibi ekecektik buğdayı, yağmurların
ardı arkası kesilmeyince neredeyse 15 gün beklemek zorunda kaldık. O arada
inşaatçı ve mimar iki arkadaş uzun zamandır yedek işler listesinde bekleyen
değirmenin hesaplarını yaptılar, projesini çizdiler, 8-10 kişi değirmen taşı
bulmak için tepeleri dolandı ..."
“Öyle değirmen taşı mı bulunur
yahu?" diye araya girmeden duramadı Bahadır.
“Bunu biz de anladık zaten, ama
kendimiz zor yoldan öğrendik" diyerek güldü Hakan. Bu arada Sevda çoktan
yanlarına gelmiş, ona gülümsüyordu. Ortada gerçek bir gerginlik olmadığını
görünce rahatlamış gibiydi.
“Traktörlerin ve biçerdöverin bakımını
yaptık, tarlalardan çıkan taşları toplayıp yürüyüş yollarımızı düzelttik,
ambarın zeminini elden geçirdik ve buna benzer bir sürü iş yaptık. Yağmurlar
kesilip tohum atabileceğimiz kadar zemin kuruduğunda plana döndük.”
“Mümkün olduğunca esnek ama kapsamlı
bir plandı yani.” Bunu söyleyen Lütfiye idi. “İlk toplantıda işlerin yürümesi
için bu planın kabul edilmesi gerektiğini, planda sadece adam-saat şeklinde
işlerin tanımlandığını, kimseye iş veya angarya yazılmadığını açıkça belirttik.
Herkes gönüllü olarak iş seçecekti. Ama bir işi bırakmak için en az 7 gün
önceden haber vermeleri gerekiyordu. Nüfusun hepsini iş gücü olarak görmüyordu
plan, birkaç Ronin'e müsaade ediyordu, en iyi yanı da buydu. İşler mutlaka bir
şekilde yürüyecekti."
“Ronin nedir?” diye araya girdi
Bahadır. “Yani o filmi ben de izledim, anlamını biliyorum da buradaki anlamı
nedir?”
“Bize katılanların çoğu," diye açıkladı
Hakan, “buraya geldiklerinde neyle karşı karşıya olduklarını bilirler. Fiziksel
olarak çalışacaklardır. Zaten bunu isterler, unutmak için çalışmak. Ama mutlaka
birkaç kişi vardır ki yaralı kuşlar gibi gelirler buraya, kaçmışlardır ama
çalışmaya da güçleri yoktur. Onları işe sürmeyiz, çiftlikte bizimle yaşarlar. Bazen
de çalışmayı sevenlerden biri bunalır, geçici olarak işi gücü serer. Bunlara
Ronin diyoruz kısaca."
Lütfiye konuya dönmek ihtiyacıyla:
“İşte bu Roninleri de öngören bir plan
hazırladık ve bu plan kabul görmezse çiftlik kilitlenir dedik. Sonra gereken
düzeltme ve güncellemeleri yaparız dedik, oybirliği ile kabul edildi. Daha
sonra bir sürü münferit değişiklik isteği kabul görmedi, çok mantıklı üç öneri
de kabul edildi ve programa dâhil edildi. Ama bir çok muhalif ses yükseldi
elbette başlarda...”
22 Haziran 2012 Cuma
56
“Peki, bu değiş-tokuşlar için vergi
ödemenizi istemediler mi?” dedi Bahadır.
Lütfiye, Hakan ve Bahadır yemekhanenin
dışındaki ağacın altına yerleştirdikleri masanın altında konuşuyorlardı. Sevda
ve Muammer ise kompost gübre yapmayı planladıkları yerin başında konuşuyor,
arada göz ucuyla konuşanları izliyorlardı.
“O konuda yazılı görüş istediler
Maliye Bakanlığından, ama onlar da örnek olmadığından ne yapacaklarını bilemediler.
Neticede gelir kazanmak veya kâr elde etmek için alım-satım yapmıyoruz. Ama
sene başında Ankara'dan birileri geldi, iki gün kaldılar burada. İşlerin nasıl
işlediğini gözleriyle gördüler."
“Geldiklerinde bayağı sinirli ve
mutsuzdular,” diye lafa girdi Lütfiye. "Hem kış vakti buraya gelmek
hoşlarına gitmemişti, hem de bizi dolambaçlı yollardan vergi kaçırmak isteyen
kişiler olarak görüyorlardı sanırım. Ama burayı gördüler, Osman da gelip 3-4
saat konuştu onlarla vakıf başkanı olarak."
“Neye karar verdiler peki?”
“Onlar gittikten 3 hafta sonra bir
yazı yolladılar bize,” diye açıkladı Hakan. Bir yandan konuşuyor, bir yandan da
Sevda’nın hâlâ orada olup olmadığını izliyordu. “Dediklerine göre bizim
verdiğimiz ürünler her ne kadar kâr amacıyla satılmış olmasa da, ne demişlerdi
bakayım, ‘ticari emtia’ haline geliyormuş ve bizden alan kişiler bunu satmak
durumunda kalıyormuş. Katma Değer Vergisi açısından alıcıları zor durumda
bırakıyormuşuz. O yüzden bir iktisadi işletme kurmamız ve verdiğimiz mallara
fatura kesmemiz istendi. Yani karşılıklı fatura kesiyoruz her alışverişte. Biz
de buna karşın dava açtık, ama muhtemelen onlar kazanır."
“Bir de iktisadi işletme mi kuracağız
şimdi?” diyerek surat astı Bahadır.
“Onun için diyoruz ya, tek vakıf ile
yürütelim bütün işleri. Alımları toplu yaparız, bürokrasi azalır. Bir sözleşme
yaparız önce; topraklar sizindi değil mi?"
“Evet,” dedi Bahadır, “tümünün tapusu
var elimizde.”
“Siz toprakları vakfa kiralarsınız,
bütün işlemler vakıf üzerinden yürür. Birileri problem çıkardığında da
karşısında 3 avukatı, bir sürü muhasebecisi olan bir tüzel kişilik bulur.”
“Bunu arkadaşlarla konuşmam lazım
elbette.”
“Elbette” dedi Lütfiye. “İçiniz rahat
etmeli. Kendi vakfınızı da kurabilirsiniz. Dernek kurmak bu işler için faydalı
olmuyor, dernek kurmak daha kolay ama sırf dernekler masası bile insanı
yoruyor. Vakıflar kâr amacı gütmüyor, o yüzden kurması zor ama daha faydalı.”
“Hiç çocuk var mı sizde?” dedi Hakan.
“Evet, niye?”
“Okula falan çok dikkat etmelisiniz,
çocuğu en ufak bir şeyden mahrum ettiğiniz iddia edilirse Sosyal Hizmetler Müdürlüğü
ile başınız derde girer” dedi Hakan. “Hiç belli etmiyorlar ama tüm devlet
memurlarının gözü üzerimizde. Kaybolan veya macera için kampa gelen çocuklar
bile potansiyel sorun oluyor. Çiftlik açıldıktan bir ay kadar sonra bir astsubay
geldi garnizon komutanlığından, bir sürü belge istedi benden. Yazılı olarak
istenirse hepsini memnuniyetle vereceğimizi söyleyince karşılıklı olarak
birbirimize yardımcı olmamız gerektiğini söyleyip gitti. Sonra sürekli
ortalarda gördüm onu, sivildi hep. Bu kim diye Bozören muhtarına sordum,
istihbarattanmış. Hiçbir faaliyetleri yok, ama sürekli izliyorlar.”
21 Haziran 2012 Perşembe
55
“Yok,” diye itiraz etti Uğur, “bence gayet güzel, çok açık
biçimde anlatmış. Ama nasıl müdahil olunacağını söylemiyor elbette…”
“Onun için dört yıl okuman lazım okulunda" diyerek
güldü Bülent. “Ama okuyanların %90’ı ömür boyu taktik düzeyde karar
verebiliyorlar. Bu işin irfanına sahip olanlar çok az çıkıyor, çoğu da gücün
karanlık tarafına geçiyor; güçlerini para kazanmak için kullanıyorlar.”
“Şimdi iyi güzel de, her eğilim gibi bu da büyüyecek,
gelişecek, yozlaşacak ve demode olacak. Onu anlıyorum ben burada. Sen niye bu
kadar endişeleniyorsun?"
“Çünkü bazen mutasyona uğramış eğilimler ortaya çıkar. Eğilimlerin
çok büyük bir kısmı, hatta aslında hepsi faydacıdır. Bir ihtiyacı karşılamak
için doğarlar.”
“Hadi canım, ne ihtiyacı? Modalar hangi ihtiyacı karşılıyor
peki?"
“Kimlik ihtiyacını. Farklı olma, belirgin olma, özel olma
ihtiyacını karşılar. Sonra yayılmaya başladığında bir gruba ait olmak isteyen
insanlar benimser o modayı, yayılıverir moda hemen. Herkese yayıldığında artık ‘özel’
olmazsın, kendine yeni bir moda aramaya başlarsın.”
“İyi de bu çiftlik de bir ihtiyacı karşılıyor!"
“Evet, karşılıyor. Ama sen benim lafımı kesince kaldığım
yere geri dönemiyorum" durdu ve bir an düşündü Bülent. “Faydacılık
diyordum, evet. Eğilimlerin genelde ahlaki bir hassasiyeti yoktur. Bir ihtiyacın
baskısıyla hareket ederler ve ona ulaşmak için genelde her yolu mubah görürler.
Ama arada bir mutasyona uğramış bir eğilim ortaya çıkar ve tam anlamıyla
idealist biçimde davranır.”
“Hah, şimdi anladım,” dedi Uğur. “İşte onlar çok
tehlikelidir, değil mi?”
“Evet, aynen. Mesela dinler öyledir. Vahiy gelip gelmediğinden
bahsetmiyorum ben, o tamamen inanmakla ilgili bir mesele. Ama bir adam çıkıyor,
binlerce ezilen insanı Firavunun zulmünden kurtarıyor. Başka bir adam çıkıyor,
asla kimseye kötü söz söylemezken, kendisini çarmıha götüren adamı
lanetlemezken mabette para kazanmak isteyenlerin tezgâhını tekmeliyor. Bir başkası
çıkıyor, çektiğimiz acıların nedeninin nefsimizin arzularına kapılmak olduğunu
söylüyor ve ihtiyaçları baştan tanımlıyor. Bir başkası çıkıyor ve 'komşusu
açken tok yatan bizden değildir’ diyor. Bu adamların hepsi dünyayı değiştirdi!”
“Burcu burada olsa hepsinin erkek olmasından girer, kafa
şişirirdi” diyerek gülümsedi Uğur. “Senin göğsünde ağırlık yapan şey bu mudur
yani?”
“Evet,” diye itiraf etti Bülent. “Bu adamlar gibi dünyayı
değişime sürükleyecek bir şeyler başlatmış olmaktan korkuyorum, çünkü biz
sadece yıkabiliriz bu düzeni. Yerine ne koyabileceğimizi bilmiyoruz! Diyelim ki
Türkiye’de bir devrim başladı, ülke bizim kurallarımıza göre yaşamaya başladı.
Paranın yerine ne koyacaksın? Fabrikalardaki işçilere maaşı neyle ödeyeceksin?
Onlar kirasını neyle ödeyecek? Hammaddeyi nasıl satın alacaksın? Malları ve
hizmetleri kime satacaksın?”
"Tamam, anladım da 300 kişi var ortada sadece. 3-5
yılda olsa olsa 3.000 kişi olur. Hadi 30.000 olsun; bunu hissetmez bile Türk ekonomisi.”
“İdealist hareketler salgın gibi yayılır!”
“Ama yüz yılda!” diye sinirlendi Uğur. “Hıristiyanlar ne
zaman yüzlerle değil binlerle ifade edildi? Müslümanlar kaç yıl sonra alabildi
Mekke’yi? Sen bizi onlardan daha güçlü mü görüyorsun!!!”
“O zaman twitter yoktu,” dedi Bülent soğukkanlılıkla.
* * *
20 Haziran 2012 Çarşamba
54
“Demin biraz okudum da pek bilimsel
gibi gelmedi bu kurallar bana?"
“Zaten bizimkinin ne kadar bilim
olduğu tartışmalı, bilimsel yanı zayıf olan birçok dal gibi biz de eğilim
yönetimini bir bilimden çok bir sanat olarak görüyoruz. Bunu da hocalardan
birinin sarhoşken yazdığı söylenir. Sınav kâğıdına yazsan not alamazsın
buradakilerden ama benim 4 senede öğrendiklerim bunlar aslında sadece. Belki birkaç
da çakallık, manipülasyon tekniği…”
Uğur belgeyi eline alıp okumaya
başladı sesli olarak:
“EĞİLİM YÖNETİMİNİN
ON ALTIN KURALI
1. Temeli olmayan, ihtiyaç duyulmayacak bir eğilim yoktan
var edilemez. Eğilim yaratmak için eğilim yaratılamaz.
2. Bir eğilimi tamamen yok etmenin tek yolu, ondan
bahsedildiğini duyan herkesi yok etmektir. Bu da imkânsızdır (çünkü yok etmekle
görevlendiren ve görevlendirilenler de yok edilmelidir).
3. Büyümesi, gelişmesi baskılarla engellenen eğilim boy
atamazsa kök salar (ağaç alegorisi).
4. Bir eğilimi gözden düşürmenin iki yolu vardır: ya mevcut
köklerinin taşıyabileceğinden daha hızlı büyümesi sağlanmalı (kavak modeli) ya
da eğilim kendi mantığına uygun gibi görünen yanlışlıklarla yozlaştırılmalıdır
(aşı modeli).
5. Eğilimleri izlemek onların dönüşmesine neden olur; ya
izlemeyin ya da belli etmeyin.
6. Kendi doğasına bırakılan eğilim yavaş gelişir, hazır olma
eşiğini geçtiğinde aniden yayılır, herkesin haberdar olduğu anda
çürümeye/yozlaşmaya başlamış demektir.
7. Eğilimi yönetmek/yönlendirmek için onun özünü anlamak
gerekir. Yani; hangi ihtiyaçtan kaynaklanmıştır, neye tepki olarak doğmuştur,
hedef kitlesi kimdir, nihai amacı nedir, ahlaki temeli nedir, ömrü nedir gibi
sorular cevaplanmalıdır. Eğilimi kavrayamayan, onunla bir bağ kuramayan kişi
onu yönlendiremez.
8. Eğilim gelişme aşamasında dikkatle budanmalı, patlama anı
ve yeri hesaplanıp kontrollü biçimde tetikleme yapılmalı, çürümeye başladığında
hasar kontrolü yapılarak kaos engellenmelidir.
9. Eğilimler nadiren tek başlarına büyür ve gelişir, genelde
iç içe geçer, benzer kanallardan beslenirler. Eğilimleri ayrı ayrı tanımlamak başarı
için en önemli koşuldur.
10. Eğilimler mutlaka birbirinin yerini almaz, birbirini
ikame etmez, birbirinin alanını doldurmaz. Eğilim yok olduğunda onun yeri bazen
boş kalır, bazen kargaşa oluşur, bazen de birden çok eğilim tarafından
doldurulur.”
“İngilizcesi biraz daha janjanlı, biraz daha kısa ve vurucu.
Kelime oyunlarını çevirmeyi beceremedim” diye itiraf etti Bülent. "Ama ana
fikri çok güzel veriyor bu haliyle de.”
19 Haziran 2012 Salı
53
“Olay tarla değil ki sadece! İnsanlara
hayatlarında hiçbir gerçek alternatif olmadığını hatırlatıyoruz biz. Biz
olmasak insanlar bir şirketi bırakıp diğerine geçmeyi alternatif sayıyordu;
hayatları boyunca devlet veya bir şirket için çalışmaları gerektiğinden çok
emindiler. Ya da kendi işlerini kurmak zorundaydılar. Para kazanmak
zorundaydılar bir şekilde. Şimdi bir sürü insanın kafasının bir köşesinde,
ufacık da olsa farklı bir düşünce var. Şimdilik bağlantısızları topluyoruz,
evet, ama..."
“Bağlantısızlar derken…?” diye sözünü
kesit Uğur.
“Yani bakmak zorunda olduğu çocuğu,
ailesi olmayan, sosyal çevresiyle bağları zayıf olan, kapitalizmin kendisine
tamamen bağlayamadığı insanlar. Çoğunun toplumla ve kendisiyle derdi var,
doğru. Onların aralarından çekip gittiğini fark etmedi bile insanlar. Ama bu
hayaletleri, toplumun artıklarını, istenmeyenleri, uyum sağlayamayanları bir
araya topluyorsun ve insanların ilgisini çeken bir çiftliğin ahalisi haline
getiriyorsun. Dışarıdakiler içten içe 'bu deliler yaptıysa biz de yapabiliriz!'
diyor eminim. Bu eğilim büyüdükçe çok zeki, başarılı tipler de gelecek.
Sıradan, hayatından bıkmış insanlar da. Zeki olanlar kendilerini kanıtlamaya çalışacak,
sıradan insanlar tembelliği ve umutsuzluğu getirecek. Üstelik bizde bu adamlara
format atacak bir yöntem, onlara sunulabilecek bir hayal de yok."
“Yani sen tüm bu çiftlik hikayesinin
büyüyüp kontrolden çıkacağını düşünüyorsun, hatta bundan eminsin. Öyle mi?”
“Evet,” dedi Bülent.
“İyi de dünyada bir sürü böyle
çiftlik, komün, koruma alanı bilmemne var. Hiçbiri de ara sıra moda olmak
dışında senin sandığın gibi popüler olmuyor. Medeniyeti reddeden, elektrik bile
kullanmayan, av hayvanı derisi giyenler var. Parasız yaşayanlar var. Bizim gibi
her şeyini oylama ile yürüten, paylaşımcı ve hatta ilkel komünist topluluklar
var. Anarşistler var. Var oğlu var. Kapitalizm de bunu bir emniyet supabı
olarak görüyor ve hatta “istemiyorsan kalk oraya git” diye bir alternatif
olarak sunuyor. Televizyon kanallarında gösteriyor, üzerinden para kazanıyor
böylece. Bizim o adamlardan temelde hiçbir farkımız yok ki?!”
“Var. Hem de çok temel bir farkımız
var. Onların hepsinin belirli bir ideolojisi, amacı, ya da ne bileyim söylemi
var. Ne istediklerini biliyorlar. Gayet statikler. Oysa biz insanlara, belki de
yanlış biçimde, sınırsız bir olasılıklar evreni sunuyoruz. Onlara zihinsel bir
macera öneriyoruz."
“İnsanlar tam da bundan korkar!”
“Evet, o da doğru. Hem korkar, hem de
ister. Üstelik senin bu dediğin komünler hep yurt dışındadır, Türkiye’deki ilk
komün çok ciddi ses getirebilir.”
“Bülent, anlıyorum, heyecanlanıyorsun.
Hem büyük bir şeyin parçası olmak istiyorsun, hem de kontrolden çıkacak diye
korkuyorsun. Ama bu ülke Almanya’ya yüzbinlerce insan gönderdi de hissedilir
bir değişiklik olmadı ekonomisinde. Hatta sonra faydasını bile gördü. Biz 300
kişiyiz, hadi de ki 7 kamp daha açıldı, 1000 kişi olduk. Kaos falan
yaratamayız. Hatta mutsuz, verimsiz insanları toplayıp verimliliği artırırız.
Sence dışarıda yaşadığı büyük yalandan memnun olan insanların kaçı gelecek
buraya? Cep telefonu ve internet yasak de bakalım, kaç genç vazgeçebilir
bundan?”
“İlla buraya gelmelerine gerek yok ki,
sen de bunu anlamıyorsun. İnsanlara hayatları üzerinde bir güce sahip
olduklarını gösteren kötü bir örneğiz biz. İnsanlar ihtiyaç gibi gördükleri
şeyleri gözden geçirmeye başlarsa…”
“Başlamaz, niye başlasın? Sokaktaki
adam tablet bilgisayar almadı diye yıkılmaz ekonomi, zaten olacak olan şu, adam
tableti alır ve oradan okur seninle ilgili haberleri. Pahalı şarabını, rakısını
veya birasını alıp senin ne kadar haklı olduğunu konuşur, sonra ertesi gün
işine gider. Burcu buna benzer şeyler demiş, haklı da. Sen gerçekten dünyayı
değiştirebileceğimize mi inanıyorsun?”
“Sen inanmıyor musun?” diye sordu Bülent.
“İnanmıyorsan neden buradasın?"
“Ben ancak kendimi değiştirebileceğime
inanıyorum. Ben kaçıp geldim buraya, sığındım. Gücümü toplayıp beni bu hale
getiren sistemle savaşmak istiyorum, ama bu savaşı kazanacağımdan emin
değilim."
“O intikam lafları palavra yani?”
“Yoo, palavra değil. Aklımda bir plan
var. Tam da senin korktuğun gibi bir kaosa neden olmak istiyorum. Ama bunu
başaracağımdan senin kadar emin değilim.”
“Ben onun işaretlerini görüyorum. Dört
sene okuduğum Eğilim Tasarımı ve Yönetimi bölümünde hiçbir şey öğrenemesem de
bir salgını, öyle derler okulda, tespit etmeyi öğrendim. İktidardaki Birleşme
ve Gelişme Partisinin tek başına iktidar olacağını da fark ettim, ama basın tam
tersini söylediği için kimse inanmadı bana; babam bile. Bir tek amcam inandı ve
partiye üye oldu, şimdi müteahhitlik yapıyor. Kısacası ben sana tarif edemesem
de, bir salgın başlayacağını düşünüyorum. Salgın hem kontrolsüzdür hem de
mutlaka yozlaşmaya neden olur."
Uğur elindeki sayfayı neden sonra fark
edip okumaya başladı içinden. “Kaçıncı kural bu? Yazmıyor burada.”
“Salgın olarak yazmaz belki, ama 4 ve
6. kuralları okursan anlarsın.”
18 Haziran 2012 Pazartesi
52
“Tamam” dedi Bülent. “Yalnız çıkmadan
bilgisayardan bir sayfa bir çıktı alalım, lazım olacak konuşurken."
Uğur’un yanına gidip ekranda dosyayı gösterdi: “Şu onkural.txt dosyasını
yazdırsana.”
Uğur dosyayı yazdırmak için uğraşırken
Bülent durmadan konuşuyordu:
“O günlüğü yazarken en çok ne zoruma
gitti biliyor musun? Smiley kullanmamak. Ne kadar çok alışmışım o aptal
işaretlerle yazmaya, duygularımı belli etmeye. Onlar olmayınca her cümleyi çok
dikkatli yazmam gerekti. Sadece kelimelerle yazmanın bu kadar zor gelmesi çok
kötü.”
Uğur cevap vermedi, denilenleri
duyduğuna dair bir emare göstermiyordu. Beraberce çıktıyı alıp yemekhaneye
yollandılar, yol boyunca Bülent sürekli konuşmaya devam etti ve odasında çay
demlemenin zor olduğunu, demlediğinde de hepsini içemediğini, oysa yemekhanede
sürekli çay bulabildiğini, ama oraya gitmeye ne kadar üşendiğini anlattı.
Aslında bir çay ocağı açıp ilk çiftlik işletmesini kurabilecekleri yönündeki
şakası bile Uğur’un konuşmasını sağlamadı, tek kelimelik cevaplar koparabildi
en fazla. Yemekhaneye varıp çaylarını aldıktan ve yemekhanenin arkasındaki
gölgeliğe oturduktan sonra konuştu Uğur:
“Daha gidip Fatsalılarla muhabbet
edeceğim. O yüzden asıl konumuza gir istersen.”
“Pekâlâ.” Bülent söze nereden başlayacağını
düşünmedi fazla, muhtemelen kafasında onlarca defa üzerinden geçtiği konuşmanın
ilk cümlesini bulup oradan başladı.
“Benim buraya gelişimin esas sebebini
bilmiyorsunuz hiçbiriniz, mülakat sırasında Hakan Abiye söylemiştim, o da pek ciddiye
almamıştı. Eğilim Tasarımı ve Eğitimi okudum ya ben, burada ilk defa beni
heyecanlandıran bir eğilim gördüm. Bunun yönetimine dâhil olmak değil ama bir
parçası olmak için geldim buraya. Buradaki herkesi evindeki depresyon
yatağından çıkarıp buralara kadar sürükleyen bir umut var; ben bu eğilim konusunu
öğrendikten sonra karşıma çıkan ve bana umut veren hiçbir eğilim olmadı. Her şey
benim için zaten çok kötü gidiyordu, ama ülkem için de kötü gittiğini
görebiliyordum. Elbette kişisel fikrim bu, ama umut verir gibi görünen bir sürü
hareket, oluşum, adına ne dersen de, ya saçma sapandı ya da köklere geri
dönmeyi, muhafaza etmeyi gerektiriyordu. Oysa Bob Marley’in dediği gibi 'Köklere
geri dönemezsin’, yani bugün bir Müslümanın Asr-ı Saadet hayaliyle yaşaması
acıklıdır, hem de yanlıştır. O döneme geri dönemezsin, yapabileceğin şey yeni
bir mutluluk dönemi için çalışmaktır. O dönemdekilerin yaptıklarını yapamazsın,
çünkü o zaman yeni sorulara cevabın olmaz. Televizyon olacak mı mesela
hayatında, bunu Asr-ı Saadet’e bakıp söyleyemezsin, bunun cevabı yok onlarda.
Senin yapacağın şey o dönemin ruhunu kavrayarak yeni ve bugünkü insan için
çalışmaktır. İşte ben böyle bir çaba göremedim yıllarca Türkiye'de. Birçok
hareketin içi kimlik bunalımındaki insanlarla dolu, kendisine bir kimlik arayan
insanlara kolay cevaplar veriyor çoğu. Mesela yeşiller, onlar bile muhafazakâr
özünde. Dünyanın kaynaklarını bu kadar çok sömürmediğimiz bir dönemi özlüyorlar
ve ona geri dönmeyi istiyorlar. Üstelik insanlara güzel de bir sıfat sağlıyor,
üst kimlik diyecektim de buna üst kimlik mi denir bilemedim. ‘Biz çevreye
duyarlı insanlar’ diye başlayabiliyorlar sözlerine. Çok karışık anlatıyorum,
değil mi?”
“Evet, biraz karışık ama sen devam et.
Ben takıldığım yeri sorarım.”
“Tamam, şöyle toplayayım. Benim yeni
bir şey söyleyen, bana umut veren bir harekete ihtiyacım vardı. Mevcut hareketler
bana göre ya muhafazakârdı ya da dişe dokunur bir hayalleri, ideolojileri,
dünya görüşleri yoktu. Diyeceksin ki bizim de çiftlikte belirli bir
ideolojimiz, dünya görüşümüz, çözüm önerimiz yok. Ama bence öyle değil. Burada
bulunan 100 kişi, sadece varlıklarıyla bile başka bir dünya mümkün diyorlar.
Haykırmıyorlar belki, ama sesleri duyuluyor.”
“Yani bu sence yeni bir eğilim mi
başlattı, ya da başlatacak?”
“Başlattığını biliyorsun, aksi
takdirde gazetelere çıkmaz, bir sürü mektup almaz, yeni çiftlikler kurulmasına
vesile ve model olmazdık."
“Tamam,” dedi Uğur, "buraya kadar
anladım. Ama bahsetmeye değer tek dünya görüşü 'herşeyi baştan ele almalıyız' olan
bir eğilim, bir hareket her zaman marjinal kalır. İnsanların sırtını dayayıp
güven içinde hissetmelerini sağlayan bütün duvarları yıkmaya çalışıyoruz
burada. Yerine koyacak bir bok da önermiyoruz. Kendi tarlanızı sürün diyoruz
sadece."
17 Haziran 2012 Pazar
51
Okuyup bitirdiğinde arkasına yaslandı,
gözlerini kapatıp birkaç saniye düşündü. Sonra bir daha okudu, sonra bir daha.
Bir süre sonra kapının tıklatıldığını duydu:
“İyi misin?” dedi Bülent kapının öteki
tarafından, endişeyle.
“Değilim. Hiç iyi değilim."
Bülent içeri girdiğinde Uğur sağ
elinde mektubu sıkıca tutuyor, diğer elini ise az sonra kavgaya
girecekmişçesine bir yumruk gibi sıkıyordu.
“Küçük hanımın fırça atası gelmiş,”
dedi öfkeyle. “Önce doğru dürüst bir açıklama yapmadan bastı gitti. Sonra
gitmiş birileriyle evlenmiş, aldatılmış, ayrılmış. Şimdi de bütün mutsuzluğunu
hayatına giren biz erkeklere atıp rahatlamak istiyor."
“Ben,” dedi, “bu mektubu ne çok hayal
ettim. Ne kadar uzun süre bekledim gelmesini. İçimdeki öfkeden ayrı tutmaya
çalıştım onu. Hiçbir anlaşılır açıklama yapmadan çekip gittiğinde onun adına
ben bahaneler buldum. Bir taraftan kızdım ona, kabul ediyorum, ama bir taraftan
da sevmeye devam ettim. Ona tutundum. Şimdi…”
Sözlerine devam edemedi.
“Bana kızıyor şimdi,” dedi neden
sonra. “Kaçmışım! Kaçıyor muşum! Ne yapacakmışım çiftlik başarısız olunca? İki
güzel laf yazmış, beni özlediğini söylemiş, sonra da itin götüne sokmuş af edersin.
Herkes bir sürü sorun yaşıyormuş, ama biz buraya kaçmışız.”
“Abi tamam,” diye araya girmeye
çalıştı Bülent.
“Tamam, bence de tamam. Daha en az bin
kere okuyacağım bu mektubu. Sinirlendiğimde bile yırtamayacağım. Ama bence de
artık tamam. İçimdeki öfkeyi sadece onun yüzünden dışarı salmıyordum ben. Sanki
elimde bütün dünyayı yakacak bir kudret, bir meşale var gibi hissediyorum
bazen; ama o da diğerleriyle birlikte yanar diye yakmıyordum dünyayı. Komik,
ama doğru. Böyle hissediyordum gerçekten. O yüzden diyorum ya, tamam. Bardağı
taşıran damla bu mektup oldu. Bundan sonra tutmayacağım öfkemi."
“Peki, tutma. Neyi yakabiliyorsan yak
anasını satayım.”
Uğur şaşkınlıkla bakıyordu Bülent’e.
“Dediklerini yarısı bile varsa o
mektupta, benim geleneksel avutma görevimi imkânsız hale getiren şeyler yazmış
demektir Burcu. Şimdi ben ne desem boş. Okuduğun andan itibaren sen zaten ona aklından
cevaplar veriyorsundur, bıraksam on sayfa cevap yazarsın bir saatte. Sonra
kafanda bir sürü daha can acıtıcı cümle bulup, on sayfa daha eklersin. Yine de
içindeki acı soğumaz, öyle değil mi? Dünyayı nasıl yakacaksan yak bugünden
başlayarak. Ya da onun için değmez diyorsan iki gün izin al, git, yüzüne tükür
gel. Benim yapabileceğim bir şey varsa onu da söyle, ona da hazırım. Yeter
yahu, hep bizim mi tepemize çökecek insanlar?"
Uğur neredeyse gülümseyerek baktı
Bülent’e.
“Oh be, ıslak kedi yavrusu
bakışlarından kurtuldun bir aydır ilk defa.” Mektubu katlayıp gömleğinin üst
cebine koydu. “Hadi gidelim de bir çay içelim, sen de bana başlattığımız şeyden
neden bu kadar çok korktuğunu, neyin işaretlerini gördüğünü anlat."
16 Haziran 2012 Cumartesi
50
Oysa işe küçük ve basit olandan
başlamamız gerekiyordu. Gündelik hayatlarımızda tümevarım uygulamaktansa, daha
indirgemeci davranıp kendi içimizden yola çıkmalıydık belki. Etrafımızdaki
insanların nezdinde hangi derecelere yükseleceğimizi düşünerek bir şeyleri
arzulamak ve elde etmeye çalışmak, ya da “başaramadım, yanıldım” demekten
ölesiyle korktuğumuz için bir takım seçimlerimize tutunmaya çalışmaktan
kişiliğimizin asıl içeriğiyle yüz yüze gelemiyorduk. Gerçekte neyi istediğimizi
ve nelerden nefret ettiğimizi bile bilemeyecek kadar şuursuz yaratıklardık.
Mutluluğa hiç düşünmeden kucak açan bizsek, içimizdeki kötüyü de aynı hevesle
kucaklamamız gerekiyordu. Buna aracı olması için de başka bir insana, başka bir
eve ya da başka bir ofise ihtiyacımız olmamalıydı. Sadece çıkış noktası olarak
kendimizi kullanarak, kendi içimizdeki sınırları kaldırarak etrafımızdaki yaşam
alanıyla düzgün bir ilişki kurabilirdik.
Günler ve gecelerce bütün bunlar
aklımdan geçerken, Uğur, seni özlediğimi fark etmiştim. Arkamda kalan onca
bulanık siluet arasında tek belirgin yüz sana aitti, çünkü senin bunları
anlayacağını, en kötümser yaklaşımla bile, bunları anlamaya çaba göstereceğini
biliyordum. Çünkü seninle birbirimize duyduğumuz aşktan ziyade, sahip olduğumuz
iyiyi ve kötüyü birbirimizle paylaşabildiğimiz, sevdiklerimiz kadar nefret
ettiklerimizi de birbirimize itiraf edip, bir şeyleri daha iyi yapmak için
sabahlara kadar kitap okuyup, kavga edip, uykusuz kalıp birbirimize küs
uyanmayı göze alabildiğimiz bir arkadaşlığımız da vardı. Umudumuz vardı her
şeyden önemlisi. Peki, sen ne yaptın? Çalışmayı denediğin tek iş yeri sana
birkaç yıl istediğin maaşı vermedi, umduğunu bulamadın diye, ha bir-iki tane de
dandik kalp kırıklığı yaşadın diye her şeyden vazgeçip kendini izole etmeyi
seçtin! Sahip olduğun potansiyeli herkesten çok daha aşağı görüp, kendinle
herkesten çok dalga geçip, kendini o ufacık çiftliğe kapattın. Yıllarca
dilinden düşürmediğin, hayat enerjinin kaynağı olduğunu falan iddia ettiğin,
insanlığa karşı duyduğun o büyük öfkenin ateşi yalnızca çiftlikteki bir avuç
insanı mı yakmaya yetiyormuş? Yoksa daha
mı çok yanılıyorum? Kendi buğdayını öğütüp kendi ekmeğini yapmaya başladığında
ve hayatta kalman için kimse senden daha fazlasını talep etmediğinde öfken bir
anda sönüp gitti mi? Kendini antidepresan bağımlısı birkaç “drama queen” ile
bir tiyatro sahnesine kapatıp birkaç ay mutlu olduğunu zannettiğinde her şeyi
çözmüş mü olacaksın? Kendini “gerçek” hissedecek misin sahiden? Birinden
duymaya ihtiyacın varsa ben sana söyleyeyim: Biz hepimiz, yani insanlığın geri
kalanı, etrafımızda örülü yüksek duvarlar olmadan dünyadaki geri kalan yedi
milyar insanla bir arada, onlardan gelebilecek tüm tehlikelere açık ve onların
varlığına, desteğine, sevgisine muhtaç olduğumuz gerçeğini inkâr etmeden
yaşıyoruz. Başka bir deyişle, hiçbirimiz kendini milyarda bire yakın bir oranda
özel hissedecek kadar bozuk bir algıya sahip değil. Yeryüzünün en büyük derdini
biz çekmişiz, en büyük haksızlıklara biz uğramışız, insanlığa verdiğimiz
şeylerin bırak karşılığını, küçük bir parçasını dahi ondan sadece biz
alamamışız gibi, buluğ çağındaki çocuklar gibi küsüp, kaçıp, kendimizi bir
takım duvarlar arkasına hapsedip, zaten herhangi bir şeyle savaşmaya falan
gücümüzün olmadığını daha en başından kabul etmiyoruz.
Peki ya en fazla bir sene içinde
muhtemelen olacakları düşünmeyi hiç akıl ettin mi Uğur? Çakma “kaybedenler
klübü”nüz medyada birazcık daha fazla ses getirmeye başladığı anda hem
hükûmetin, hem kendini politik zanneden çakma aktivistlerin, hem de onları
temsil eden bir takım grupların üzerinize yüklenmeye başlayacağı ihtimali hiç
gelmedi mi aklına? Ne anarşistliğiniz kalacak, ne komünistliğiniz, ne
masonluğunuz, ne de cemaatçiliğiniz. Hadi çok şaşırtıcı bir şey oldu ve
kapınıza kilit takmayı beceremediler diyelim, sayınız biraz daha artıp az çok
ciddi boyutlarda üretim yapmaya başladığınız zaman, elinize ihtiyacınız olandan
ya da tüketebileceğiniz kadarından az daha fazla ürün geçmeye başladığında, o
fazlalıklarla ne yapılacağına nasıl karar vereceksiniz, bu konuda herhangi bir
planınız veya öngörünüz var mı, çok merak ediyorum açıkçası.
Modern dünya tarihinin en meşhur
başarısızlık hikâyesini yeniden canlandırmak uğruna kendine olan bütün
güveninden, seni çevreleyen koskoca bir gerçeklikten kaçıp gittiğine
inanamıyorum, inanmak da istemiyorum.
Lakin inanmak istemeyip inanmak
zorunda kaldığım, vazgeçmek istemeyip vazgeçmek zorunda kaldığım birçok şey
gibi, hayatlarımızı paylaştığımız zamanlarda tanıdığımı zannettiğim ve
hatıralarımın arasında en güzel yere koyduğum Uğur da basit bir yanılsamadan ve
hayal kırıklığından fazlası değilmiş.
Bunun son olması dileğiyle,
Hoşçakal.
Burcu
15 Haziran 2012 Cuma
49
“Ben gidip şunu okuyayım,” diye mırıldanarak
binaya girdiğinde kimse peşinden gitmedi. Bilgisayarın karşısına oturur oturmaz
zarfı oradaki bir kalemle açıp, çıkardığı kalınca mektubu okumaya başladı:
Merhaba Uğur,
Bir süredir sana ulaşmaya
çalışıyordum, numaranı yazıp arama tuşuna bastığımda, Facebook hesabını
bulduğumda ya da mektup yazmak için elime kalemi aldığımda söze hangi cümleyle
başlayacağımı dahi bilmeden. Seni ve memleketi terk edip gittiğim o günlerde,
uçağa binmeden önce ardımda bırakmak istediğim bütün insanları, bütün telefon
numaralarını, bütün adresleri hafızamdan ve rehberimden sildiğim için, ismin ve
soyadınla internette yaptığım hiçbir arama da sonuç vermeyince, bu çabamdan birkaç
hafta önce vazgeçmiştim. Ta ki dün bir bölümünü yeniden okumak için kitaplıktan
çıkardığım Yeraltından Notlar’ın sayfalarının arasından Çiğdem Teyze’nin cep
telefonu numarası düşene kadar.
Annen beni oldum olası pek sevmez,
bilirsin, o yüzden aramaya çekindim önce. Ama sağ olsun, belki biraz da seni
özlediğinden ve dert yanacak birilerine ihtiyaç duyduğu için, çok iyi karşıladı
beni. Çiftliğe gitmeye karar verdiğin günden beri olanları anlattı üstünkörü,
mektup adresini vermesini rica ettiğimde de beni kırmadı. Hoş, orada olduğunu
öğrendikten sonra basit bir aramayla adresini kendim de bulabilirdim, zira
sizin küçük sevimli çiftliğiniz artık kamuya mal oldu biliyorsun, en az haftada
bir defa haber bültenlerinde ya da televizyon şovlarında adının geçtiğini
duymak mümkün. Alternatif olarak doğup zamanla “ana akım”a malzeme olması
açısından, çiftliğinizin şimdiye kadar bütün tahminlerimi haklı çıkardığını
söyleyebilirim. Yakında kolejli lise öğrencilerinin sırt çantalarında sizle
ilgili rozetler görürsem, ya da televizyonda çiftlik konseptli yarışma
programları düzenlenmeye başlarsa da çok şaşırmayacağım.
Aslına bakarsan gazetede Melis
Kuyucu'nun çiftlikle ilgili haberini ilk okuduğumda bir an için aranıza
katılmayı düşündüğümü inkâr edemem. O zamanlar senin çiftlikte olduğuna dair en
ufak bir fikrim yoktu tabii. Bunun yanı sıra hayata karşı tahammül sınırlarımı
bugüne kadar en çok zorlayan dönemlerden birinin içinden geçiyordum. Hayatımın
Tutunamayanlar romanının bir köşesine konu olmayı hak edecek bir başarısızlık
öyküsü olduğu gibi klişe bir düşüncenin içindeyken Demir isimli adama âşık olup
(evet, senden sonra da aşklarım oldu), kendimi birden bataklığın içinden
bulutların üzerine yükselmiş gibi hissetmiş, ardından yine fazlasıyla klişe bir
evlilik, aldatılma ve boşanma zinciri ile giderek yükselen bir ivme eşliğinde
çamurun içine geri dönmüştüm. İşte gazetedeki o röportajı görmem, tam bu döneme
rastlıyor.
Bırak konuşmayı, kimsenin yüzünü
dahi görmek istemediğim o günlerde bazı şeyleri etraflıca sorgulama fırsatım
oldu. Uzun yıllarımı doğanın kendine özgü bir adalet anlayışı olduğuna ve
hayatta başımıza gelen her küçük şeyin bir şekilde kendi eylemlerimizin sonucu
olduğuna inanarak geçirmiştim. İşimi çok iyi yapabiliyorsam ya da yeterince
etkileyici bir iletişim yeteneğine sahipsem, insan olmanın onuruna yakışmayan
ego mücadelelerine girmeden de başarılı bir kariyer elde edebilirdim mesela. Ya
da üniversitede deliler gibi âşık olduğum hocamın karısıyla arasındaki bağa
kendi arzularımdan daha çok saygı duyduğum için onunla ilişkiye girmeyi
reddettiysem, zamanı geldiğinde bir başka üniversite öğrencisi de benim
ilişkime aynı saygıyı gösterebilmeliydi. Yani basitçe ifade etmek gerekirse,
hayatın gerekli malzemeleri gerekli ölçülerde karıştırıp fırına verdiğimde bana
lezzetli bir kek sunacağına inanmıştım aptalca. Bu aptallığın farkına varmamı
sağlayan şeyin daha da aptal bir aşk hikâyesi olması ise beni daha da
öfkelendirmekten başka bir işe yaramamıştı. İyiyle kötünün birbirini
dengelediği falan yoktu. Çünkü ölçeği tek bir insana indirdiğimizde, iyiyle
kötü o insanın içinde birlikte barınıyordu. Tüm hayat öykümü birbirine
zincirlenmiş görüntüler halinde düşündüm uzun uzun, seni, Mete’yi, Enis’i, Deniz’i,
Demir’i… Ben mi sizi terk etmiştim, o masalardan kalkan, o kapıları kapatan, o
valizleri toplayan ben miydim, yoksa siz mi beni bırakıp gitmiştiniz çok daha
öncesinde? Kişisel olanın aynı zamanda politik ve toplumsal olduğu varsayımı
üzerinden, sizinle olan ilişkilerimde sorun olarak gördüğüm ne varsa bunları
topluma mal ettiğim için, bir şeylerin yolunda olmadığını hissettiğimde var
olan sistemden daha çok nefret ediyor ve işleri hepimiz için daha karmaşık hale
getiriyordum. Duvarlarınızı kıramayacağımla yüzleştiğimde ise tek yaptığım
çekip gitmek oluyordu.
14 Haziran 2012 Perşembe
48
Hakan ve Lütfiye rahatladıklarını
açıkça belli eden yüz ifadeleriyle birbirlerine baktılar. Roninlerin bundan
önceki projesi olan at yetiştirmeye göre bu çok daha makul hatta faydalı
olabilecek bir çabaydı.
“Ama yanlış anlamayın,” dedi Berk,
“biri çalsın herkes dinlesin türü sanattan hoşlanmıyorum ben. Hatta biri
bestelesin, herkes onu çalsın da demiyorum. Sanat dediğin üretilmeli. Herkes
ilgilendiği sanat konusunda biraz temel eğitim almalı, sonra da yaratıcılığını
konuşturmalı."
“Ben bu projeye her türlü desteği
vermeye hazırım, hem şu sanatla ilgili tartışmalara da faydası olur. Sen ne
dersin?” dedi Lütfiye Hakan'a bakarak.
“Ben de elimden geleni yaparım, hatta
vakit buldukça katılırım da. Bunun için bir oylamaya falan da gerek yok; ne
yapmak istiyorsanız ilk toplantıda çıkın duyurun, ben de size bütçe ayarlayayım!"
Roninler nedense karşı çıkılacağını
düşünmüş olacak ki projenin bu kadar kolayca kabul edilmesini büyük şaşkınlıkla
karşıladılar. Bir anda üzerinde düşünmesi zevkli, bir sürü hayale olanak
sağlayan düşünceleri fiilen çalışma gerektirecek, bütçeler, duyurular,
enstrüman ve ekipman satın almalar, günlerce hatta aylarca sürecek başarısız
alıştırmalar halini almıştı. Birkaçının yüzünde sevinç işaretleri olsa da çoğu
ne düşüneceğini bilemez haldeydi. Bu acayip yüz ifadeleri kervanı 9 numaralı
binanın yanından geçip yemekhanenin önündekiler tarafından görünür hale
geldiğinde Muammer ve Sevda onları hemen fark etti. Öğlen yemeği saati geldiğinden
ortalık artık ıssız değildi, yemek için gelmiş birkaç kişi de durup bu garip
kervanı seyre daldı. Bunu fark eden Roninler huzursuz oldular ve "biz
artık gidelim" demeye başladılar. En arkadaki iki üç tanesi şimdiden
yürüyüşlerini yavaşlatmış, sıvışmak için fırsat kolluyordu.
“Gençler,” dedi Hakan, “bizim biraz
işimiz var. Siz isterseniz yemekhanede oturun, hem öğle yemeğini yiyin hem de konuyu
konuşun. Biz de işimiz bitince yanınıza geliriz.”
Gönülsüzce yemekhaneye yollanan
gruptan ayrılan Lütfiye ile Hakan, hâlâ kompost atıklardan bahseden Bahadır’ın
yanına geldi.
“Çok beklettik seni, kusura bakma”
dedi Hakan. “Buradaki işiniz bittiyse yemekhaneye geçelim, orada yemek yerken
konuşuruz."
* * *
Bülent ve Uğur, idari binanın önünde
konuşuyorlardı.
“O son lafları hiç bekler miydin Hakan
abiden,” dedi Bülent. “Adam gayet mutlu görünüyor, sevgilisi var..."
“Nişanlısı” diye düzeltti Uğur.
“Canım her neyse! Hayatında onu seven
bir kadın var. İstediği gibi bir yerde yaşayıp istediği şeyleri yapıyor ve her
sabah kalkmak için en az bizim kadar zorlanıyor."
“Aslında çok şaşırtmadı beni. Hepimiz
öyle değil miyiz? Belki onun kadar iyi anlatamayız derdimizi ama hepimiz
anlamlı olan bir şeyler aramıyor muyuz?"
Bülent verecek bir cevap bulamadı, sustu.
Uzaktan gelen bir bisikletlinin kendilerine el salladığını görünce ona doğru
yürümeye başladılar. Biraz yaklaşınca gelenin Halil olduğunu ve elinde günün
mektuplarını tuttuğunu gördüler.
“Hah,” dedi Uğur, “senin savcı
yollamış sonunda sarı zarfı!”
“Hadi oradan kerkenez,” dedi Bülent.
Halil yanlarına gelince frenlere asılıp
durdu ve biraz soluklandı.
“Postacı kapının orada yakaladı beni,
imzalanacak bir şey olmadığını, sadece mektuplar ve faturalar olduğunu söyleyip
elime tutuşturdu hepsini, gitti. Seni görünce,” dedi Uğur’a, “el salladım kaçma
diye, mektuplardan biri sana!”
“Bana kim mektup yazacak ki…” derken
kendisine uzatılan zarfı eline aldı Uğur ve suratı bembeyaz oldu. Zarfın
üzerinde, gönderen olarak Burcu’nun adını gördü Bülent. Burcu'dan gelen bir
mektup.
13 Haziran 2012 Çarşamba
47
Onlar lafa dalmışken Berk ile Buket de
koşar adım yetişmekteydi. Hakan doğrudan konuya girdi:
“Berk’in de bir ilgisi var mı bu
konuşmak istediğiniz konuyla?”
“Evet,” dedi Merve, “hatta onun
anlatmasını tercih ederiz. O en az kelimeyle, lafı dolandırmadan anlatmayı
becerecektir. Bu arada, şu isim takma konusunda ne yapacağız?"
“Size tamamen tarafsız bir isim bulsak
olmaz mı?” diye önerdi Lütfiye. “Mesela şimdi öyle ya da böyle 8 tartışma grubu
var, siz hiçbirine dâhil değilsiniz. En azından şimdilik. Size 9. Grup
diyelim.”
“Sanırım bu olabilir,” dedi Küçük
Hakan. “Kendi aramızda konuşuruz ama kimsenin bir itirazı olmaz diye umuyorum.”
Berk ile Buket sonunda yürüyüş
halindeki gruba yetişmiş, nefes nefese yürüyorlardı. Konuşacak hale gelmeleri
için gereken süreyi beklemeden lafa dalan Berk kesik kesik konuşmaya başladı:
“Biz … bayağıdır konuşuyoruz kendi …
aramızda. Yeterince uyaran ... yok hayatımızda. İster istemez sıkılıyor ...
yirmi beş yaşın altındakiler.”
O biraz soluklansın diye Merve lafa
girdi:
“Bizim neslimiz televizyonsuz yaşamayı
bilmiyor maalesef. Hayatımızda sürekli bir dış ses vardı, ya televizyon, ya radyo,
ya da sürekli konuşan anne babalar. Cep telefonlarımızı, internetimizi, sosyal
medyadaki hesaplarımızı kapatıp geldik buraya ve canımız sıkılıyor.”
“Evet, ama buraya gelirken
kurallarımızı açıkça anlatmıştık size…” diye araya girmeye niyetlendi Hakan.
“Kuralları biliyorduk, ama uymanın bu
kadar zor olduğunu düşünmemiştik. Başlarda bedensel işler bizi o kadar çok
yoruyordu ki bunları düşünecek halimiz kalmıyordu,” dedi Berk. O asla
Roninlerden biri olmamış, ama onlarla arkadaşlık etmekten de geri durmamıştı.
Son zamanlarda onlarla gitgide daha fazla zaman geçiriyordu. "Ama şimdi
ağır bedensel işlere alışan insanlar evlerine döner dönmez pelte gibi
yığılmıyor yatağa, çalışmaya alıştılar. O yüzden de bu sıkıntıları daha net
fark ediyorlar. Sadece bizim neslimiz değil, herkes kendi iç sesiyle baş başa
kalmaktan, sürekli düşünmekten bunaldı. Kitap bile okumuyorlar, çünkü yine
kendi seslerinden duyuyorlar hikâyeyi!”
Neredeyse tüm Roninler güldü bu lafa,
Lütfiye ve Hakan bile gülümsediler.
“Ne dediğinizi anlıyorum sanırım,”
dedi Hakan. “İşin bu yanını çok düşünmemiştim çok fazla. Sen ne diyorsun
Lütfiye Abla?”
“Ben değil, onlar bir şey diyecek
sanırım. Bir önerileri olmasa bir araya gelip konuşacak cesareti
bulamazlardı."
Berk bu kesintiye rağmen, kendi
aklındaki düzeni bozmak huyu olmadığından için tespitlerini sıralamaya kaldığı
yerden devam etti:
“İnsan beyni de, bu benzetmeyi pek
beğenmeyeceksiniz ama sadece bir benzetme, bir motor gibi. Sürekli yüksek devirde
çalıştırmak yıpratıcı oluyor, insan sürekli düşününce yoruluyor. Uykusunda bile
felsefe, komplo teorisi sayıklayanlar var. Uyumak bile dinlendirmiyor demek ki.
İnsanlar sırf bu yüzden daha sık tartışır hale geldi bence, gerginlik arttı bu
kış fark ettiyseniz. Günlerin kısalmasıyla falan açıklanamayacak bir durumdu.
Hasan Abi burada olsaydı kaç kavgayı başlamadan ayırdığını anlatırdı. Sonra
bahar gelince insanlar yeniden mutlu oldu sandınız kavgalar bitince, ama sadece
hormonlar devreye girdi. Kediler gibi çiftleşme mevsimine girdi çiftlik. Bir
cinsel özgürlük dalgası herkesi sardı, sanırım onu da fark etmediniz. İki
eşcinsel çift bile var çiftlikte. Ama bu dalga da gelip geçecek."
“Sen ne öneriyorsun?" Lütfiye
sormuştu bu soruyu. Çiftliğin geri kalanıyla kulübe arasındaki en yüksek
noktaya ulaşmış, yokuş aşağı inmeye başlamışlardı.
“Benim bildiğim tek bir şey var,
sanat. O yüzden insanlara sanatla ilgilenme fırsatı verelim. Ben müzik
konusunda elimden geleni yaparım, Batuhan'ın da bağlaması var odasında ama
sesini hiç duymadım. İnsanların ilgilendiği diğer sanat dallarıyla ilgili de
çözüm bulunur.”
12 Haziran 2012 Salı
46
“Hakan,” diye seslendi Lütfiye’nin
arkasında neredeyse görülmeyen Buket, “bizim konuşacağımız şey önemli.”
“Bundan eminim,” dedi Hakan
soğukkanlılıkla. “Önemli olmasa bir araya gelip hep birlikte Lütfiye Ablanın
başına çökmezdiniz. Ama benim işim de acil, Aydın'dan gelenler yarın gidecek ve
sormak istedikleri bir sürü soru varmış. Sizin önemli konunuzu akşam, sakin
kafayla konuşsak olmaz mı?"
Roninler birbirlerine baktılar.
Muhtemelen sabah kadar, artık her neyse o konuda konuşmuş, belki biraz uyumuş
ve ilk fırsatta kulübeye gelmiş gibi görünüyorlardı; yorgun ama kıpır
kıpırdılar. Nadiren böyle heveslenip bir araya gelirler, o neredeyse çocuksu
heyecanları sönmeden harekete geçmeleri gerekirdi. Aksi takdirde, hele ve bir
gece tek başlarına yatakta dönüp dururken konuyu enine boyuna düşündüklerinde
bütün hevesleri kaçar, ertesi gün biri caydığını açıkça söylese de konu kapansa
diye umutla birbirlerinin yüzlerine bakarlardı. Sıkıntıları ve mutsuzlukları
gerçek ve kalıcı, sevinç ve heyecanları ise daha gerçek fakat uçucuydu.
Hakan bu sessizliği bölmek için:
“Ya da bizimle birlikte gelin, yolda
anlatmaya başlayın,” dedi, “veya kaldığınız yerden devam edin. O toplantıyı bir
iki saat ertelememiz için bizi ikna etmeniz gerekecek çünkü.”
Umutlanan grup oturdukları
sandalyelerden, verandadaki banklardan ve dayandıkları korkuluklardan kalkarak birden
hareketlendi; kimi neredeyse yerinden sıçrayarak kalktı, diğerleri kendi
aralarında fısıldaşarak hemen Lütfiye'nin yanında bitiverdiler. Onca fısıltı
arasından duyabildiği tek ses "Berk'i de çağırsaydık" oldu Hakan’ın,
şu anda muhtemelen çalıştığı tarlaya birini gönderip göndermeyeceklerini
izlemek için daha dikkatle takip etti.
“Ben gidiyorum Hasancığım,” dedi
Lütfiye, “bu iş sana emanet.”
Hep birlikte yürümeye başladıklarında
arkada kalan Buket koşarak dere kenarına indi. Diğerleri birlikte yürüseler de
konuyu açmaya niyetli değildiler:
“Aydın'a kaç kişi gidecek
bizden," diye sordu Küçük Hakan, "kadroda yer var mı?"
“Oğlum şube mi açıyoruz da oraya tayin
yapalım,” diye cevapladı Hakan, "hem senin ne işin var oralarda?"
“Yok, kendim için demiyorum, ama
uzaklara gönderilecek birkaç adayımız var."
Roninlerin gülüşmelerinden
sevmedikleri bazı tipleri çekiştirdikleri ve yollamaya pek hevesli oldukları
belliydi. İsim vermeseler de kendilerine yargılayarak bakan, onlarla tartışan ve
arkalarından konuşanların farkında oldukları belliydi.
“Bir de,” dedi Merve, “şu isim takma
olayını biraz abartmıyor musunuz? Kimi Ronin diyor bize, kimi başka bir şey. Bu
serdengeçti lafını da duyunca iyice tepem attı vallahi."
Bu lafları gülerek söylediğinden
Lütfiye’nin o meşhur öfkesine maruz kalmadı Merve.
“Zor oluyor sizden bahsetmek. Onlar
desem açıklayıcı olmuyor, kendinize koyduğunuz bir isim de yok. Ne diyeceğimi
bilemiyorum."
“Çünkü tek ortak yanımız, bir gruba dâhil
olmayışımız. O yüzden ortak bir ismimiz yok. Sen bizi daha önce hiç bir arada
gördün mü Hakan?"
“Görmedim,” diye itiraf etti Hakan, “ve
bu durumdan biraz korkmuyorum desem yalan olur.”
11 Haziran 2012 Pazartesi
45
Yataktan kalkıp ayaklandığında
Sevda'nın peşinden gitmek için pek acele etmedi, önce gömleğini koklayıp
değiştirmenin gerekli olup olmadığını kontrol etti, ardından pencerede zar zor
gördüğü aksine bakıp saçlarını elleriyle düzeltti. Koyu kahverengi, sert ve
kalın telli saçları parmaklarına hemen boyun eğmese de uzun boyları
direnmelerini zorlaştırıyordu; sonunda biraz hale yola girdiklerinde odadan
çıkabildi. 7 numaralı binadan çıktığında ayakları onu kulübeye doğru
götürüyordu; uzaktan ona bakıp el sallayan Sevda'ya bağırarak ulaşmaya çalıştı:
“Ben gidip Lütfiye Abla’ya bakacağım,”
diye bağırdı kuvvetlice, "hemen geliyorum."
Kulübeye giden yol üzerindeki binaların
yanından geçerken ne kendisini durduran, ne de selam veren oldu. Neredeyse
öğlen olmuştu, tarlalarda çalışan ahali yakındaysa yemekhaneye, değilse bir
ağaç altına sığınıp yemek yiyecekti bu saatte, buna rağmen ortalık sakindi.
Hakan, ayağından neredeyse hiç çıkarmadığı postalları, temiz ama eski kot
pantolonu ve üzerinde hiçbir şey yazmayan gri tişörtüyle yere sağlam basıyor,
yürüyüş kararı sayar gibi hep aynı sakin ve yavaş ritimle yürüyordu. Gittikçe
yükselen zemine rağmen nefesi sıklaşmıyor, ancak alnında ufak ter damlaları
birikiyordu. Yoldan ayrılıp kestirmeden kulübeye doğru yöneldiğinde adımları
hızlanmaya başladı, evine yaklaşıyordu.
Yürüyeceği yolun en yüksek noktasına
ulaşıp yokuş aşağı inmeye başladığı anda sebze bahçelerinde çalışan sekizleri
gördü. Lütfiye ile Hasan, sesleri doyulmasa da ufak yollu tartışarak kulübenin
yanında inşa etmeyi planladıkları seranın duvarları etrafında durmuş,
tartışıyorlardı. Duvarlar iki günde neredeyse bel yüksekliğine ulaşmıştı,
kulübenin yan tarafına dayanmış düzgün ve taze kalaslarla çatı ve seranın diğer
kısımları inşa edilecekti.
Derenin kenarında değirmenin su
kanalına su aktardığı noktada Ali bir şeylerle uğraşıyordu. Geri kalanlar ise
ellerinde çapalarla pek de düzgün olmayan bir çizgi halinde sebze fidelerinin
arasını çapalıyorlardı. Ayrıca son zamanlarda alışıldığı üzere Roninlerin bir
kısmı Lütfiye'nin birkaç adım arkasında, kulübenin verandasında oturuyor ve
tartışmaya katılıyor gibi görünüyorlardı.
Hakan’ın gelmekte olduğunu, herkesten
hızlı ve hırslı çalışarak çapalama hattının önüne geçen Gülay gördü, uzaktan el
salladığında önce çapalayanlar durup baktı kimin geldiğine, sonra da Roninler
fark etti ve gözlerini ona diktiler. Hakan sesini duyuracak kadar yaklaştığında
çapalayanlara "Kolay gelsin" dedi yüksek sesle, cevap olarak da homurtular
duydu. Bahçeyi geçip kulübenin yanındaki açık alana ulaştığında artık
Lütfiye'nin sesini duyabiliyordu:
“Fenerbahçe yenilince başka takım mı
tutayım yani? Ne saçma şey!”
Herkes gülüyordu, Roninler de dâhil.
En derin depresyonlarda, neredeyse katatonik dönemlerinde bile Fenerbahçeliydi
Lütfiye, takım tutmaktan vazgeçmemişti. Onun yumuşak karnı ne devrimci geçmişi,
ne akıl hastanelerinde geçirdiği karanlık günler, ne de adını asla söylemediği
gizli aşkıydı. Sadece Fenerbahçe!
Hakan’ın geldiğini görünce Lütfiye
hemen ona döndü:
“Nerelerdesin sabahtan beri?”
“Anlatacağım, birinin günlüğünü
okuyordum. Hatta gel, yolda anlatayım. Bahadır kaç saattir bizi bekliyor!"
"Bu serdengeçtileri ne
yapacağız," diye sordu Lütfiye, "onlar da konuşmak için gelmişler
benimle?" Ronin lafını beğenmemiş, onlara da her hafta başka isimler
takmaktan vazgeçmemişti.
10 Haziran 2012 Pazar
44
“Hiç işim olmaz,” dedi Hakan. Hevesi
kursağında kalmış biçimde yatağa oturdu. “Benim azıcık olsun dinlenmem gerekiyor.
İstersen sen de bekle, 15-20 dakika sonra gidelim, ya da sen git ben birazdan
geleyim.”
“Ay çocuk gibisin bugün, uğraşamam
seninle. Ben seni iki saattir burada seni bekleyeyim, üstüne bir de nazını
çekeyim; onu mu istiyorsun?”
Böyle demesine rağmen Sevda odadan
çıkmamıştı. Göz temasını kesmeden talepkâr biçimde bekliyordu Hakan’ın kendisiyle
birlikte dışarı çıkmasını. Oysa Hakan, o da göz temasını kesmeden, yavaş yavaş
geri gitti ve yatağın kenarına oturdu. Eliyle yanına dokundu hafifçe.
“Gel bak ne anlatacağım,” dedi
gülümseyerek. “Neden geç geldiğimi anlatayım sana.”
“Yok, ben yemem bu numaraları. Anlatacaksan
gel, yürürken anlat.”
İkisi de karşı tarafın ne istediğini
bilmesine rağmen buna yanaşmıyor, ama pazarlığı da kesmiyordu. İki tane tek
kişilik bazanın üzerine yerleştirilmiş, küçük pencerenin aydınlattığı çift
kişilik bir yataktan, yatağın iki başucundaki iki tahta sehpadan ve iki branda
dolaptan başka bir masa ve iki sandalyeden oluşan oda vücut çalımına izin
verecek gibi değildi. Çiftliğin merkezine ve yemekhaneye bakan cephede değildi
oda, pencereden göz alabildiğine yeşillik ve bulutsuz mavi gökyüzü görünüyor,
Sevda Hakan'da aniden uyandırdığı hevesin inmesi için gereken dakikalarda top
çevirmek isterken, Hakan hızla gole gitmek için umutsuzca çabalıyordu.
“Çok yoruyor beni şu oğlanlar, hiç
acımıyorsun da bana" diyerek son bir hamle yaptı Hakan.
Sevda yüzüne yayılmış gülümsemenin onu
ne kadar çekici kıldığını bilse, maçı uzatmamak için hemen suratını
sallandırırdı.
“Kalk hadi,” dedi, “millet tarlada ter
dökerken sen iyice gevşedin kentsoylular gibi.”
Hakan yenilgiyi kabul edip göz temasını
kesti ve yatağa uzanıverdi.
“Gerçekten 15-20 dakika kafayı
toplamaya ihtiyacım var. Özür dilerim.”
Bu ümitsiz teslimiyeti ve şefkat
talebini pek iplemeyen Sevda arkasını dönecekken durdu, ne zaman tamamlanacağı
belirsiz bir hediyenin peşinatı olarak bir öpücük vermek üzere Hakan'ın yanına
gitti. Gözleri kapalı kendisini dinleyen Hakan'a yaklaştı, eğilip dudaklarına
yapıştı. Hakan kollarıyla onu kavrayıp kaçamaz hale getirmeden önce, yani
şaşkınlığı geçip öpücüğe karşılık vermeye başladığı an dudaklarını ayırıverdi. Bir
şey söylemeden kapıya gitti, kapıyı açıp dışarı çıktığında da Hakan’ın çok
ihtiyaç duyabileceği mahremiyeti engelleyecek biçimde kapıyı açık bıraktı.
Hakan birkaç dakika boyunca
kımıldamadan yattıktan sonra gözlerini açtığında oda artık çirkin dört
duvardan, baskıcı bir tavandan ve üstündekini silkeleyip atmak isteyen nemrut
bir zeminden ibaretti sadece. Mobilyalar da sözleşmiş gibi yaşlı, bezgin duruyorlardı
yerlerinde. Hepsine grinin tonları sinmişti.
8 Haziran 2012 Cuma
43
Bülent ile Uğur içeri dönerken yüzünü
yaz güneşine dönüp 7 numaralı binaya doğru yürümeye başladı. Neredeyse öğlen
olmuştu, güneş tam tepesinde yükseliyor ve ilk birkaç adımdan sonra insanların
terlemesine neden olacak kadar çok ısıtıyordu ortalığı. Yağmurlar kesileli
yeterince süre geçtiğinden neredeyse herkes tarla sürmeye gitmişti, Ahmet ile
Batuhan da mevsimi geçti uyarılarına rağmen fidan dikmek için sabah erkenden
tepelere çıkmıştı. Duyulan tek ses, onlara traktör arkasında ufak bir depoyla
su götüren birinin sesiydi. Hakan tanımak istercesine yemekhanenin arkasından
tepelere doğru uzaklaşan traktöre baktı, sonra vazgeçip binaya doğru yürümeye
devam etti.
Yemekhanenin yanından geçerken arka
bahçede Bahadır ile Muammer’i gördü. Bahadır muhtemelen söz verdiği gibi
kompost gübre yapmak için neye ihtiyacı olduğunu anlatıyor, Muammer ise dikkatle
dinliyordu. Duyabildiği tek kelime “beton” oldu, hiç bulaşmadan devam edip
onlara görünmeden 7 numaralı binaya dalıverdi. 5 ve 6 numaraların aksine 7'nin
ilk katı tamamen bölgeden toplanan taşlarla inşa edilmişti. Kolonların arasına
neredeyse 25 santim taş ve ufak kaya parçaları ile bir duvar örülmüş,
tarlalarda baş belası olan taşlar böylece bir işe yaramıştı. Ancak oturup
düşündüklerinde taş duvar örmek o ilk sene karşılayamayacakları bir lükstü,
inşaat kalfalarına sadece mutfağın bir duvarını ördürmüş, gerisini kendileri
yapmakta ısrar etmişlerdi. Tam on gün süren çabanın ardından güneye bakan
duvara taş yetmemiş, traktörle tepelerden taş çekmişlerdi. Görüntüsü şık olmasa
da kendi el emeklerini açıkça ortaya koyan bu taş ev, çiftlikte sekizlerin
kütük kulübesinden sonra en çok sevilen binaydı. Diğer binaların birinci katı
için on beşer gün ayıramayacakları için tek taş bina bu olmuştu.
Taşın en iyi yanlarından biri de sıcağı
içeri salmamasıydı. Yazları binadan içeri girince bariz bir rahatlama
hissediliyordu, Hakan da bu serinliğin tadını çıkararak yavaş adımlarla üst
kata çıktı. Kapıyı çaldı, içeriden gelen sese uyup kapıyı açtı.
Sevda odanın ortasında durmuş, elleri
belinde ona bakıyordu.
“Neredesin sen?”
“Anlatması uzun sürer," dedi
Hakan, "bir şeyler yazıyordum. Sonra Bülent ile konuşup onu Aydın’a
gitmeye ikna ettim. Uğur’u da Fatsalıların peşine saldım.”
Sevda ellerini belinden indirdi:
“Hani biz gidecektik Aydın’a?”
Sesinden hesap mı sorduğunu yoksa sevinç
mi duyduğunu anlamak mümkün değildi.
“Ben burayı bırakıp gitmeye hazır
değilim tam. Sen gitmek mi istiyordun?”
“Ben de gitmek istemiyorum aslında,
ama kendimi biraz hazırlamıştım açıkçası. Belki giderken bir gün mola verip
bizimkilere de uğrarız diyordum.”
"İyi olurdu, değil mi? Gitmek
istemediğini anladığım için sana sormadan Bülent'e yıktım işi. Hem bu aralar
morali de pek yerinde değil.”
“Demek artık bana sormadan kararlar
alınıyor,” dedi Sevda. Artık yüzündekinin bir gülümseme olduğu açıkça belliydi.
“Belki ben gitmek istiyordum?!”
Hakan sesin içine gömülmüş olan
cilveli, şakacı ve iğneleyici tonu yakaladığı anda Sevda’ya yaklaştı ve onu
öpmek için dudaklarını yaklaştırdı. Ama alabildiği sadece ufak bir dudak teması
oldu, Sevda omzuna şakacıktan vurarak kovaladı onu hemen.
“Bahadır’la Muammer bizi bekliyorlar.
Hadi!”
7 Haziran 2012 Perşembe
42
BÖLÜM 4
Hakan odadan çıktığında Uğur ve
Bülent’i kapının önünde kendisini beklerken buldu. Her ikisi de endişeli ve
merak içinde görünüyordu, içeride neler olduğunu çözememiş gibiydiler, ama
kapıyı çalıp içeri girmeye de cesaret edememişlerdi.
“Hadi,” dedi Hakan, “dışarı çıkalım,
orada konuşuruz.”
İdari işler binasının iç bunaltıcı gri
boyalı kısacık koridorundan çıktıklarında kapının önündeki beton zeminde durup
yüzünü meraklı ikiliye döndü Hakan.
“Dosyayı okudum, sonra dayanamayıp ben
de bir şeyler yazdım. Daha da yazardım ama biliyorsunuz misafirlerimiz var.”
Bülent ve Uğur bir şey demeden
birbirlerine baktılar.
“Okumak için zamanınız olacak, merak
etmeyin. Bu dosya artık sadece senin değil,” dedi Bülent’e bakarak, “artık
üçümüzün sırrı oldu. Şimdilik bundan kimseye bahsetmeyelim, yazılanları da
lütfen silmeyin. Benim belgeleme amaçlı günlüğümden çok daha özel bir metin
çıkabilir ortaya. Bunu daha sonra konuşuruz. Bülent Aydın’dan geldikten sonra.
Ne dersin Bülent, Bahadır'a yardım etmek için oraya gidip ikinci çiftliğin
kuruluşunda bulunmak ister misin? Kâbusların azalır belki…”
“Ben … bilmiyorum. Yardıma mı
ihtiyaçları varmış?”
“Benden rica ettiler, ama ben gidemem.
Sevda açıkça söylemese de pek gitmeye hevesli değil. Ben de burayı bırakıp
gitmeye hazır hissetmiyorum henüz kendimi. Uğur sen gelene kadar mektuplara
falan bakar. Değil mi?"
“Bakarım, sorun değil” diyerek sırıttı
Uğur. “Ne dersin?”
“Peki.”
“Yarın yola çıkmanız lazım ama,
oradakiler bir an önce işe başlamak için bekliyorlarmış. Bu konuda öğleden
sonra yine burada ufak bir toplantı yaparız, Bahadır, sen, ben konuşuruz.
Lütfiye Abla da gelmek istiyordu, müsaitse o da gelir. Sen kafandaki soruları
yaz bir yere, bir de gidip çanta falan hazırla kendine."
Uğur’a döndü Hakan:
“Sen de şu Fatsalılarda ilgilenmeye ne
dersin? Ortalıkta anasını kaybetmiş ördek yavruları gibi dolanıyorlar. Var
mıydı işin?”
“Sanayiden beklediğim hava filtreleri
gelmediyse traktörlerin bakımını yapamam, kapıya bir sorayım, gelmemişse
Fatsalıları gezdiririm ben de."
“Tamam, görüşürüz o zaman,” dedi
Hakan. "Uğur, şu odayı kilitleyip anahtarını getirsene bana, arkamı döner
dönmez yazdıklarımı okumanızı istemiyorum. Henüz buna hazır değilim!"
İkilinin hayal kırıklığına uğradığını
görünce sırıttı Hakan: “Ya da gidip hemen okuyun, sonra sen çanta hazırlamaya,
sen de Fatsalıların yanına!”
Pdf dosyası olarak ilk üç bölüm
Merhaba,
İlk üç bölümün pdf dosyasını aşağıdaki adresten indirebilirsiniz:
http://s2.dosya.tc/server15/Utj4XB/BOLUM1-2-3.pdf.html
6 Haziran 2012 Çarşamba
41
Benim sabahları yataktan kalkmamı
sağlayan şey o ışığı bir gün yakacak kişiler içinde olma ihtimalim. Sonunda
ölüm olan bir hayatı yaşamanın ne kadar saçma olduğunu, her devrimin en fazla
bir nesil içinde yozlaştığını, her değişikliğin kendi muktedirlerini yarattığını
söyleyen o iç sesimi susturuyorum, istisnasız her gün "ne anlamı var?” sorusuna
"şu anda bilmiyorum ama bulacağım" cevabını veriyorum ve devam
ediyorum. Bu soru kafanıza bir defa yerleşti mi bütün kutsallarınızı yerle bir
ediyor, tutunduğunuz her dalı kırıp elinize veriyor, yaşamaya devam etmeyi
anlamsız gördüğünüzde karnınız bile acıkmıyor. Ölümü düşünürken buluyorsunuz
kendinizi, düşündükçe dibe iniyor ve hayatla başa çıkma iştahınızı yitiriyorsunuz.
Biri sizi yukarı çekiyor, ama bunu yapmak için sizi ikna edecek şeyler
söyleyemiyor – “düşünme, düşünmekle çözülecek bir sorun değil bu” diyorlar, “insanları
üzüyorsun” diyorlar, “bak herkes hayatını yaşıyor, keyfine bakıyor, sen de
onlar gibi olabilirsin” diyorlar. O sesi bastırıp, o sese rağmen hayatını büyük
bir yalan gibi sürdürüyorsun.
Hayat bayram, dünya ütopya olsa bile,
bir tek kişi bile aç açık kalmasa, acı çekmese bile ölüm düşüncesi ay gibi bizi
takip ediyor. Gündüz güneş saklıyor onu, gece bulutlar, ama orada olduğunu biliyoruz
hep. Güneş batarken gözümüz onu arıyor, gördüğümüz anda artık ne tarafa bakmamamız
gerektiğini öğrenmiş oluyoruz ancak. Gece perdeleri çekiyoruz, sureti gelmese
de aydınlığı perdelerden içeri sızıyor. Onun bize verdiği ıstırabı seviyoruz neredeyse,
onunla yaşamayı öğreniyoruz.
Bazıları, yani şanslı olanlar, ölüm
orada değilmiş, her hamleyi, her düşünceyi, her güzelliği, her zevki değersizleştirmiyormuş
gibi davranıyorlar. Onları sarsıp gerçeği haykırmak istedim eskiden, mutluluklarının
salakça olduğunu söylemek isterdim. Aslında kıskançlıktı bu sadece. Şimdilik
onlardan uzak olmak yetiyor bana. Zaten çiftlikte onlardan bir tane bile yok
sanırım. Hepimizin ağzındaki acı tadın sebebi ölüm, hayatı tutamayışımızın
nedeni ölüm korkusu gibi geliyor bana; ama bunu hiç açıkça konuşmadım buradakilerle.
Ben devrimle, başkası sanatla, diğerleri felsefeyle oyalıyor kendini, o
düşüncenin kafamıza girmesini engellemek için her gün süngü savaşındayız.
Savaşta kaybedecek olanın neden inatla
süngüsünü taktığını, neden kaçmadığını filmlerden, romanlardan değil,
yenileceğiniz gerçeğini tam anlamıyla kavradığınız halde kravatınızı bağlamaya
devam ettiğinizde öğrenirsiniz.
40
O günden sonra da, bu olay her yeni
gelene anlatıldığından mıdır nedir, bu konudaki otoritemi sorgulayan olmadı.
Sevda hariç. O her akşam, kışın yatağımızın, yazın ortada yanan ateşin
sıcaklığında vicdan azabı gibi o günü sorup duruyor bana; bunu neden böyle
yaptın, şunu neden şöyle yaptın diye. Bana ilgisinden midir bilmiyorum, günümün
nasıl geçtiğini sorup bırakmıyor sadece – çünkü ben çok anlatan biri
değilimdir. “Nasıl geçti günün?” dendiğinde “İyi” derim genelde, tek kelimeden
uzun cevabım olmaz. Bunun bir dürtme, bir konuşma başlatma sorusu olduğunu
bilirim de anlatacak bir şey bulamam, o gün başımdan geçenler bana ilginç,
anlatmaya değer şeyler gibi gelmez. Kendimi sakladığımdan, paylaşımcı
olmadığımdan falan da değil ha, neyi paylaşacağımı, nasıl paylaşacağımı
bilmediğimden oluyor bunlar hep. Kafamın içindeki sesi ne zaman dışarı vermem
gerek bilmiyorum.
Ama Sevda kısa süre içinde benim
sessizliğimi nasıl aşacağını çözdü; bir gölge sekreter gibi bir sonraki günün
programını öğreniyor, akşamına da her birini tek tek soruyor. Bununla da
kalmayıp gündüzleri topladığı haberleri bana anlatıyor, hele benimle ilgili bir
olay varsa ne yaptığımı veya yapacağımı soruyor. Başlarda bu on dakikalık
konuşmalar garibime gitse de şimdi alışmaya başladığımı itiraf etmeliyim. Hem
bizi beklemediğim kadar yakınlaştırıyor, hem de günün sonunda kendi kendime
yaptığım değerlendirmeleri daha çekilir kılıyor. Kendi kendime yaptığım
değerlendirmelerde acımasız olurken onun uyarılarıyla kendime biraz daha fazla
merhamet gösteriyorum denebilir.
Bütün bu annelik işlerinden başka bir
şey yapmıyor musun diyebilirsiniz bana, kendin için ne yapıyorsun diye sorabilirsiniz.
O röportajdan sonra fikirlerim değişti diyebilirim; en azından artık
medeniyetin çöplüğü olduğumuzu düşünmüyorum. Evet, hepimiz mevcut düzenin çarklarına
kolumuzu, bacağımızı hatta kafamızı kaptırdık, yaralıyız. Ve evet, bizim bir
devrim başlatmaya yetecek gücümüz yok. Ama bir devrimin nasıl yapılması gerektiğini,
bugünün şartlarında dünyanın nasıl değişeceğini düşünmek için optimum şartlara
sahibiz. Bağımsız düşünmek için gerekli ortama sahibiz, elimizde ufak da olsa
teoriyi pratiğe dönüştürecek bir uygulama alanı ve grubu var, en önemlisi de
değişim konusunda homurdanmak yerine hayatını değiştirmiş, düzenden şikâyetçi
insanlardan oluşuyoruz. Devrimi yapamasak da manifestosunu biz yapabiliriz diye
umut ediyorum; tek eksiğimizin bir lider, manifestonun ilk cümlesini yazacak bir
deha olduğunu düşünüyorum. O kişi maalesef ben değilim, Alev değil, Buket
değil, Uğur ile Bülent de değil; biraz Berk’ten ümitliyim…
Bir gün belki Berk, belki başka biri,
belki burada doğan bir çocuk benim aradığım sorunun cevabını bulacak. Devrim
grubunda yaptığımız tartışmalarda tek bir konuda bile uyum sağlayamıyor olmamız
moralimi bozmuyor; devrimin ancak kanlı olacağını söyleyenlerle demokratik
devrimden yana olanların tartışmalarından çıkacak kıvılcımı sabırla ve
iyimserlikle bekliyorum.
Benim kendime sorduğum sorunun tek ve
herkes için geçerli bir yanıtı olmadığını elbette biliyorum, istediğim türde
idealist bir devrim için en az birkaç nesil sürecek bir bilinçlenmeye muhtaç
olduğunu da. Ama doğrunun ışığı parladığında eminim o ışığa gelenler olacaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)