Kendimden bu kadar bahsetmek değildi
niyetim, Sultanhisar çiftliğini anlatmak istiyordum kısaca. En baştan başlamak
gerekirse, şu anda çiftlikte bulunan 47 kişiden yaklaşık 20 tanesi ziraat
mühendisi ve tarımla ilgilenen kişiler. Çoğu son yirmi yılda oluşmaya başlayan
büyük tarımsal şirketlerde çalışmış, bir kısmı organik ürün tüccarı, birkaç
kişi de kendi bahçesinde tarımla uğraşan hevesli amatör. Sektördeki sorunları
tartışmak üzere açılan bir forumda tanışmışlar, bir süre sonra da hayallerinin
ortak olduğunu fark etmişler; büyük şehirlerden uzaklaşmak, kendi toprağına
sahip olmak, kendi işini yapmak. Daha 2008 yılında Aydın bölgesinde karar
kılmışlar, İstanbul'daki ve İzmir'deki evlerini, arabalarını satıp buradan
tarla almışlar. 2009 yılında da buraya taşınmışlar, çoluğu çocuğu olanlar ilçe
merkezi Sultanhisar'a taşınmış, kalanlar da tarım arazilerine yakın diye
Eskihisar köyüne yerleşmişler.
Başlarda İzmir'de anlaştıkları bir
tüccara mallarını satmak için bir kooperatif kurmakta bile zorlanmışlar, herkes
özgürlüğün tadını aldığından birlikte hareket etmek istememiş. Ancak tek başlarına
satmaya kalktıklarında mallarının ne kadar ucuza gittiğini gördüklerinde önce
İzmir'in manavlarına doğrudan satış yapmayı denemişler, sonra da zorunlu olarak
kooperatif kurmuşlar. "Hepimiz" dedi bana Bahadır Abi ilk gece,
"kendimize kadar sebze, meyve yetiştirip kalan tarlaların mahsulünü de
dışarı satmaya çalışıyorduk. Ama olmadı. Şimdi 2 senedir zorunlu olarak merkezi
planlama yapıyoruz."
Organik tarım sertifikası konusunda
ağızları daha önceden yandığı için sertifikasyon için uğraşmamışlar bile, ancak
Aydın Valisinden randevu alıp kendi sertifikasyon şirketlerini kurmak
istediklerini, bunu da devlet destekli olursa çok ucuza yapabileceklerini
söylemişler, henüz bir cevap çıkmamış.
Ben Pamukova'dan otobüse bindiğim
sabah, tarlalarının ortasındaki 'taşlı tarlaya' binalar yapmak ve bizimki gibi
bir çiftlik oluşturmak üzere çalışmalar başlamıştı.
O sabah mümkün olan herkesle vedalaşıp
çiftlikten çıktığımda, hiç de yeni bir maceraya atılıyormuş gibi hissetmedim
kendimi. Aklımdaki tek şey Pamukova minibüsünü kaçırıp kaçırmadığımdı. Neyse ki
kısa süre sonra işe gidenlerle dolu kalabalık bir minibüs durdu ve beni aldı.
Ne kimse çiftliğin önünden bindim diye şaşırarak baktı bana, ne de kendi
aralarında fısıldaştılar. On dakika sonra Pamukova'da otobüs firmasının önünde,
4 saat sonra Bursa otogardaydım.
Her ne kadar bir seneden uzun süredir
çiftlikte olsam da uzun yol reflekslerimi kaybetmemiştim; yanımda mp3
oynatıcım, bir adet kitabım, sessize aldığım cep telefonum ve asla başkasının
oturmasına izin vermeyeceğim pencere kenarı biletim vardı. Bütün yol boyunca
kitaba bakmadım demek isterdim, ama pencereden bakmak kadar kitap okumayı da
özlemiştim. Nedense "Ecinniler"i seçmişti Hakan Abi yolda okumam
için, başlarda biraz sıkıldıysam da ondan sonraki her gün mutlaka birkaç sayfa
okudum. Pamukova'yı geçtikten sonra başlayan yüksek dağlar ve ormanları seyretmek
eskisi kadar etkileyici değildi, çünkü artık beton yığınlarıyla dolu bir
şehirden çıkıp dağlarla karşılaşmamıştım, bir çiftlikten birkaç saat önce
çıkmıştım. Beni ilgilendiren daha çok içinden geçtiğimiz yerleşim merkezlerindeki,
yol kenarındaki tesislerdeki, dükkânlardaki ve diğer arabalardaki insanlardı.
Farklı insanlar görmek iyi geldi bana.
Bursadaki otogara indiğimde birden
insanlar üstüme üstüme gelmeye başladılar. Çok fazlaydılar, çok kalabalıktılar,
çok hızlı yürüyorlardı ve yüzleri hiç gülmüyordu. Üstelik burası bekleyen
insanların yeriydi, çok az kişinin acelesi vardı. Neredeyse hepsi cep telefonlarıyla
ilgileniyor, pek çevrelerine bakmıyorlardı. O zaman benim de bir cep telefonum
olduğunu ve annemi neredeyse 2 aydır aramadığımı hatırladım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder