13 Ağustos 2012 Pazartesi

80


Kendimden bu kadar bahsetmek değildi niyetim, Sultanhisar çiftliğini anlatmak istiyordum kısaca. En baştan başlamak gerekirse, şu anda çiftlikte bulunan 47 kişiden yaklaşık 20 tanesi ziraat mühendisi ve tarımla ilgilenen kişiler. Çoğu son yirmi yılda oluşmaya başlayan büyük tarımsal şirketlerde çalışmış, bir kısmı organik ürün tüccarı, birkaç kişi de kendi bahçesinde tarımla uğraşan hevesli amatör. Sektördeki sorunları tartışmak üzere açılan bir forumda tanışmışlar, bir süre sonra da hayallerinin ortak olduğunu fark etmişler; büyük şehirlerden uzaklaşmak, kendi toprağına sahip olmak, kendi işini yapmak. Daha 2008 yılında Aydın bölgesinde karar kılmışlar, İstanbul'daki ve İzmir'deki evlerini, arabalarını satıp buradan tarla almışlar. 2009 yılında da buraya taşınmışlar, çoluğu çocuğu olanlar ilçe merkezi Sultanhisar'a taşınmış, kalanlar da tarım arazilerine yakın diye Eskihisar köyüne yerleşmişler.

Başlarda İzmir'de anlaştıkları bir tüccara mallarını satmak için bir kooperatif kurmakta bile zorlanmışlar, herkes özgürlüğün tadını aldığından birlikte hareket etmek istememiş. Ancak tek başlarına satmaya kalktıklarında mallarının ne kadar ucuza gittiğini gördüklerinde önce İzmir'in manavlarına doğrudan satış yapmayı denemişler, sonra da zorunlu olarak kooperatif kurmuşlar. "Hepimiz" dedi bana Bahadır Abi ilk gece, "kendimize kadar sebze, meyve yetiştirip kalan tarlaların mahsulünü de dışarı satmaya çalışıyorduk. Ama olmadı. Şimdi 2 senedir zorunlu olarak merkezi planlama yapıyoruz."

Organik tarım sertifikası konusunda ağızları daha önceden yandığı için sertifikasyon için uğraşmamışlar bile, ancak Aydın Valisinden randevu alıp kendi sertifikasyon şirketlerini kurmak istediklerini, bunu da devlet destekli olursa çok ucuza yapabileceklerini söylemişler, henüz bir cevap çıkmamış.

Ben Pamukova'dan otobüse bindiğim sabah, tarlalarının ortasındaki 'taşlı tarlaya' binalar yapmak ve bizimki gibi bir çiftlik oluşturmak üzere çalışmalar başlamıştı.

O sabah mümkün olan herkesle vedalaşıp çiftlikten çıktığımda, hiç de yeni bir maceraya atılıyormuş gibi hissetmedim kendimi. Aklımdaki tek şey Pamukova minibüsünü kaçırıp kaçırmadığımdı. Neyse ki kısa süre sonra işe gidenlerle dolu kalabalık bir minibüs durdu ve beni aldı. Ne kimse çiftliğin önünden bindim diye şaşırarak baktı bana, ne de kendi aralarında fısıldaştılar. On dakika sonra Pamukova'da otobüs firmasının önünde, 4 saat sonra Bursa otogardaydım.

Her ne kadar bir seneden uzun süredir çiftlikte olsam da uzun yol reflekslerimi kaybetmemiştim; yanımda mp3 oynatıcım, bir adet kitabım, sessize aldığım cep telefonum ve asla başkasının oturmasına izin vermeyeceğim pencere kenarı biletim vardı. Bütün yol boyunca kitaba bakmadım demek isterdim, ama pencereden bakmak kadar kitap okumayı da özlemiştim. Nedense "Ecinniler"i seçmişti Hakan Abi yolda okumam için, başlarda biraz sıkıldıysam da ondan sonraki her gün mutlaka birkaç sayfa okudum. Pamukova'yı geçtikten sonra başlayan yüksek dağlar ve ormanları seyretmek eskisi kadar etkileyici değildi, çünkü artık beton yığınlarıyla dolu bir şehirden çıkıp dağlarla karşılaşmamıştım, bir çiftlikten birkaç saat önce çıkmıştım. Beni ilgilendiren daha çok içinden geçtiğimiz yerleşim merkezlerindeki, yol kenarındaki tesislerdeki, dükkânlardaki ve diğer arabalardaki insanlardı. Farklı insanlar görmek iyi geldi bana.

Bursadaki otogara indiğimde birden insanlar üstüme üstüme gelmeye başladılar. Çok fazlaydılar, çok kalabalıktılar, çok hızlı yürüyorlardı ve yüzleri hiç gülmüyordu. Üstelik burası bekleyen insanların yeriydi, çok az kişinin acelesi vardı. Neredeyse hepsi cep telefonlarıyla ilgileniyor, pek çevrelerine bakmıyorlardı. O zaman benim de bir cep telefonum olduğunu ve annemi neredeyse 2 aydır aramadığımı hatırladım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder