Bize doğru koşan iki kız çocuğunu
neden sonra fark ettim, çünkü girişe en yakın masadaki bir kıza takılmıştı
gözlerim. O Bahadır abiye bakıp gülümsüyordu, ben de diğer herkesi bırakıp ona
dikmiştim gözlerimi. Uzun zamandan sonra ilk defa bir kıza bakıp üzüldüm;
"bu kızın gönlünü çalacağım" veya "bu kız benim olmalı"
dediğim zamanlar geçmişti, "bu kız asla bana bakmaz" deyip
çabalamadan vazgeçtiğim zamanlar da geçmişti, güzel kadınlara bakıp onlarda
doğanın mucizesini görmeye şartlandırmıştım kendimi. Bir de üç saniye kuralım
vardı elbette, yanlışlıkla pota altına girersem üç saniye içinde dışarı
atıyordum kendimi, çok hoş bir kız gördüm mü üç saniyeden uzun bakmıyordum. Ama
ilk defa bu kıza bakıp "Bu bir işkence" dedim, sonra da Bahadır
abinin kolumdan çekmesiyle gözlerimi ondan ayırıp küçük kızlarıyla tanıştım.
Bahadır abi işi uzatmadan beni sofra
başında bekleyenlere takdim etti ve sonra kendi masasına aldı. Onu
göremeyeceğim biçimde oturdum, ona bir daha bakmaya dayanamazdım. Ama ona
sırtımı dönük oturmak için kalan tek iskemle Ceyda ve Ceren adlı ikizlerin
arasındaydı.
Biri ziraat mühendisi, diğeri mimar
olan bu iki kız kardeş aralarına oturduğum andan itibaren hiç susmadılar. O ilk
yemeğe dair unutamadığım tek şey yanlış iskemle seçtiğimdir, o kadar
söyleyeyim. Ne yediğimizi hatırlamıyorum, masada içki var mıydı hatırlamıyorum,
diğer masalardan uğrayıp bir şeyler diyenleri hatırlamıyorum. Bahadır abi ve eşiyle
neredeyse hiç konuşamadığımı, normalde çocuklarla iyi anlaştığım halde Bahadır
abinin kızlarıyla şakalaşamadığımı, kalkma zamanı gelince büyük bir cendereden
kurtulmuş gibi olduğumu hatırlıyorum sadece.
Daha sonra Bahadır abinin dediğine
göre hiç gerçekten kavga etmeseler de sürekli tartışırlarmış, ben gelmeden 3
gün önce küsmüşler birbirlerine. O gün Işıl ablanın, Bahadır abinin eşinin
zoruyla aynı masaya oturmuşlar ve aralarında bir boş iskemle bırakmışlar
başkası gelip tampon bölge oluştursun diye. O tampon bölge de ben oldum
acemiliğim yüzünden.
Daha ben oturur oturmaz Ceren, yani ziraatçı
olan, Güney'e bakan binanın en yüksek bina olmasından şikayet etti. Odalar
avluya değil dışarı baktığından herkes yazın kavrulacak diyerek saldırıya
geçti. Ceyda, yani mimar olan, yüksek bina sayesinde avlunun çoğu zaman gölgeli
olacağını ve kışın da ısıtma masraflarının azalacağını söyleyerek cevap verdi. Ayrıca,
dedi, Kuzey ve Güney binaları 3 katlı, Doğu ve Batı 2 katlı, öyle en yüksek
bina diye bir yer yok. Bunun üzerine Ceren de Kuzey'de fazla oda olmadığını,
idari ofisin, arşivin ve depoların orada olacağını, Güney'dekilerin ise her yaz
yanacağını söyledi ve bana döndü:
"Sen ofiste çalışıyorsun
Pamukova'da, değil mi? Ofisin o kadar soğuk olsun ister misin?" diye beni
konuya çekmeye çabaladı. Ben kekelerken Ceyda benim adıma cevap verdi:
"Adam yazın, güneşin alnında 12
saat Güney cephede mi çalışsın, onu mu öneriyorsun?" diyerek kardeşine
çıkıştı.
"Bizim orada güneş…" diyecek
oldum, dinlemeden birbirlerine girdiler yine. Binaların yapısı, biçimi, inşaata
neden Güney binasından başlandığı gibi sonsuz bir tartışmanın içinde buldum
kendimi, ama domatesli pilav gelince (bir tek bu yemeği hatırlıyorum) çok
sevdiklerini söyleyip bir anda neşelendiler, hiç tartışmamış gibi yemeğe
başladılar. Benim Bahadır abi ve Işıl ablayla edebildiğim 3-4 cümle de o araya
rastlıyor. Daha sonra ise Ceren'in ziraatçilik konusundaki başarısızlığına
yönelik karşı saldırı geldi, bu yıl ekilmesini önerdiği bitkilerden hiçbiri, ya
da neredeyse hiçbiri kabul edilmemişti. Tatlılar gelince bir 'es' daha
verdiler, Bahadır abinin kızları uyuklamaya başlayınca kalktığımızda kimin daha
iyi domatesli pilav yapacağı konusunda birbirlerine laf sokuyorlardı.
"Yapın da yarın yiyelim"
dediğim anda ne kadar hatalı bir cümle sarf ettiğimi anladım, yapıp önüme
getirirlerse birini seçmek zorunda kalacaktım. Müsaade isteyip masadan
kalkarken "kafanı şişirdik" diyerek ikisi de öptü beni, Bahadır
abinin kahkahaları biz arabaya binene kadar kesilmedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder