11 Ağustos 2012 Cumartesi

79


Bahadır Abi yazıyı okumayı bitirdiğinde huzursuz bir homurdanma başladı. Bir yandan bize haksızlık yapıldığını söyleseler de, daha faaliyete geçmeden aynı nefretin nesnesi olmaktan çekindikleri de aşikârdı. Daha üç ay önce köylülerle aynı kahveye gidip, aynı pazara çıkarken, birden yabancı ve tehlikeli insanlar haline gelmekten korkuyorlardı.

Pamukova büyükelçisi olarak bir şeyler söylemem gerektiğini biliyordum ama bu kadar çok insana konuşma fikri hiç de hoşuma gitmedi. Yine de fırından çıkan sıcak ekmeklere bir an evvel kavuşmak için birkaç şey söyledim:

"Arkadaşlar," dedim normalde kullandığımdan biraz daha yüksek bir sesle, çevremdekiler durup dinlese de sesim üç metrenin ötesine pek ulaşmamıştı. Bir daha "Arkadaşlar" dedim, sonunda herkes bana bakıyordu:

"Bu adamın yazdıklarına bu kadar önem vermeyin lütfen. Biz hiçbir suç işlemedik, o fikirlere 'geri kafalı' denebilir, 'işe yaramaz' denebilir, başka ne demişti … 'ham hayal' denebilir, ama hepsi o kadar. Biz fikrimizi söyledik, o da söylüyor. Bizim sesimiz uzun vadede daha çok duyulacaktır, onun sesi üç gün sonra unutulacaktır. Ne insanları bize karşı kışkırtabilir, ne de başımıza bela açabilir. Bence ekmekleri daha fazla soğutmayalım!"

Bu konuşma neticesinde elde edebildiğim sadece birkaç gülümseyen yüz (o gülümsemedi) ve herkesi kahvaltı için sofraya toplayabilmek oldu. Kahvaltı boyunca başka hiçbir şey konuşulmadı desem yalan olmaz. Bir türlü erken kalkıp yardım edemediğim sofraya misafir gibi oturdum yine, çayımı aldım, yanımda oturan Bahadır abiyle iki çiftlik arasındaki mal mübadelesini nasıl yapacağımızı konuşarak kahvaltımızı yaptık. Malların değerini nasıl hesaplayacağımızı henüz bilmediğimizi, vereceğimiz yakıt masrafına değip değmeyeceğini, iktisadi işletme üzerinden fatura ve irsaliye kesmezsek sorun olacağını konuşsak da, yaratıcı bir çözüm bularak o dalında gördüğüm henüz olgunlaşmamış incirleri mutlaka Pamukova'ya götürmek istediğimi itiraf etmeliyim.

Bütün kahvaltı boyunca bana hiç bakmadı. Uzak bir köşede arkadaşlarıyla oturdu. Ona bakmamak için kendimi zor tuttum kahvaltı boyunca. Neden bakmak istediğimi de bilemiyordum; ondan hoşlanıyor muydum, ona âşık mı olmuştum, onu ilginç mi bulmuştum, dengemi bozduğu için ondan korkmalı mıydım? Kendimi dinlediğimde bir cevap bulamıyordum, içimde huzur vermekten çok can sıkan bir sessizlik vardı. Kendime sürekli "sakın ha!" dedim burada geçirdiğim her gün, onu her gördüğümde, yanına gidip konuşmak için bir sürü bariz bahaneyi kafamda evirip çevirdiğimde. O yüzden sanırım ancak üç defa birkaç cümle konuştuk onunla, hakkında ne az şey biliyorum. Adını biliyorum, ama artık bu dosya Hakan Abiye ve Uğur efendiye de açık, o yüzden ne adını ne arkadaşlarının adını yazmıyorum; bu dosyanın içine sokup kirletmeyeceğim adını. Kendime saklayacağım.

Yıllardır kimsenin adını kafamdan bu kadar çok geçirmedim, yıllardır kimsenin adı beni böyle heyecanlandırmadı. Ama bu seçimi nasıl yaptığımı anlamakta güçlük çekiyorum; kampta ilk gün gördüğüm ilk bekâr kıza âşık olacak kadar şirazeden çıktım mı? Yoksa onu on gün sonra görsem de aynı şeyi mi hissederdim? İçimdeki boşluğu kapatmak için gördüğüm ilk makul adaya mı sardırıyorum? Her hoşlandığım kız için tüm bunları düşünmek ve bu duygunun saflığını parça parça etmek zorunda mıyım? Acaba beni fark etti mi diye düşünmekten neden bu kadar utanıyorum?

Kadınlar söz konusu olduğunda ne yapacağımı bilmiyorum, evet. Bugüne kadar hoşlandığım, sevdiğim, âşık olduğum, arzuladığım hiçbir kadının kalbine giremedim. Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bilmiyorum. Önce arkadaş mı olmalı, yakınlarında takılıp fark etmesini mi beklemeli, doğrudan flört mü etmeli; önceden araştırma mı yapmalı, içinden geleni mi söylemeli? Hiçbiri işe yaramadı. Bir süredir vaz geçmiştim o yüzden açıkçası; kendi inimde rahattım. Şimdi kış uykusundan uyandım ve yabancı bir yerde kontrolümü kaybediyorum!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder