Bahadır Abi yazıyı okumayı
bitirdiğinde huzursuz bir homurdanma başladı. Bir yandan bize haksızlık
yapıldığını söyleseler de, daha faaliyete geçmeden aynı nefretin nesnesi
olmaktan çekindikleri de aşikârdı. Daha üç ay önce köylülerle aynı kahveye
gidip, aynı pazara çıkarken, birden yabancı ve tehlikeli insanlar haline
gelmekten korkuyorlardı.
Pamukova büyükelçisi olarak bir şeyler
söylemem gerektiğini biliyordum ama bu kadar çok insana konuşma fikri hiç de
hoşuma gitmedi. Yine de fırından çıkan sıcak ekmeklere bir an evvel kavuşmak
için birkaç şey söyledim:
"Arkadaşlar," dedim normalde
kullandığımdan biraz daha yüksek bir sesle, çevremdekiler durup dinlese de
sesim üç metrenin ötesine pek ulaşmamıştı. Bir daha "Arkadaşlar"
dedim, sonunda herkes bana bakıyordu:
"Bu adamın yazdıklarına bu kadar
önem vermeyin lütfen. Biz hiçbir suç işlemedik, o fikirlere 'geri kafalı' denebilir,
'işe yaramaz' denebilir, başka ne demişti … 'ham hayal' denebilir, ama hepsi o
kadar. Biz fikrimizi söyledik, o da söylüyor. Bizim sesimiz uzun vadede daha
çok duyulacaktır, onun sesi üç gün sonra unutulacaktır. Ne insanları bize karşı
kışkırtabilir, ne de başımıza bela açabilir. Bence ekmekleri daha fazla
soğutmayalım!"
Bu konuşma neticesinde elde edebildiğim
sadece birkaç gülümseyen yüz (o gülümsemedi) ve herkesi kahvaltı için sofraya
toplayabilmek oldu. Kahvaltı boyunca başka hiçbir şey konuşulmadı desem yalan
olmaz. Bir türlü erken kalkıp yardım edemediğim sofraya misafir gibi oturdum
yine, çayımı aldım, yanımda oturan Bahadır abiyle iki çiftlik arasındaki mal
mübadelesini nasıl yapacağımızı konuşarak kahvaltımızı yaptık. Malların değerini
nasıl hesaplayacağımızı henüz bilmediğimizi, vereceğimiz yakıt masrafına değip
değmeyeceğini, iktisadi işletme üzerinden fatura ve irsaliye kesmezsek sorun
olacağını konuşsak da, yaratıcı bir çözüm bularak o dalında gördüğüm henüz
olgunlaşmamış incirleri mutlaka Pamukova'ya götürmek istediğimi itiraf
etmeliyim.
Bütün kahvaltı boyunca bana hiç
bakmadı. Uzak bir köşede arkadaşlarıyla oturdu. Ona bakmamak için kendimi zor
tuttum kahvaltı boyunca. Neden bakmak istediğimi de bilemiyordum; ondan hoşlanıyor
muydum, ona âşık mı olmuştum, onu ilginç mi bulmuştum, dengemi bozduğu için
ondan korkmalı mıydım? Kendimi dinlediğimde bir cevap bulamıyordum, içimde
huzur vermekten çok can sıkan bir sessizlik vardı. Kendime sürekli "sakın
ha!" dedim burada geçirdiğim her gün, onu her gördüğümde, yanına gidip
konuşmak için bir sürü bariz bahaneyi kafamda evirip çevirdiğimde. O yüzden
sanırım ancak üç defa birkaç cümle konuştuk onunla, hakkında ne az şey
biliyorum. Adını biliyorum, ama artık bu dosya Hakan Abiye ve Uğur efendiye de
açık, o yüzden ne adını ne arkadaşlarının adını yazmıyorum; bu dosyanın içine
sokup kirletmeyeceğim adını. Kendime saklayacağım.
Yıllardır kimsenin adını kafamdan bu
kadar çok geçirmedim, yıllardır kimsenin adı beni böyle heyecanlandırmadı. Ama
bu seçimi nasıl yaptığımı anlamakta güçlük çekiyorum; kampta ilk gün gördüğüm
ilk bekâr kıza âşık olacak kadar şirazeden çıktım mı? Yoksa onu on gün sonra
görsem de aynı şeyi mi hissederdim? İçimdeki boşluğu kapatmak için gördüğüm ilk
makul adaya mı sardırıyorum? Her hoşlandığım kız için tüm bunları düşünmek ve
bu duygunun saflığını parça parça etmek zorunda mıyım? Acaba beni fark etti mi
diye düşünmekten neden bu kadar utanıyorum?
Kadınlar söz konusu olduğunda ne
yapacağımı bilmiyorum, evet. Bugüne kadar hoşlandığım, sevdiğim, âşık olduğum, arzuladığım
hiçbir kadının kalbine giremedim. Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bilmiyorum.
Önce arkadaş mı olmalı, yakınlarında takılıp fark etmesini mi beklemeli,
doğrudan flört mü etmeli; önceden araştırma mı yapmalı, içinden geleni mi
söylemeli? Hiçbiri işe yaramadı. Bir süredir vaz geçmiştim o yüzden açıkçası;
kendi inimde rahattım. Şimdi kış uykusundan uyandım ve yabancı bir yerde
kontrolümü kaybediyorum!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder