15 Ağustos 2012 Çarşamba

82


Ben, daha doğrusu çiftliğe gelmeden önceki ben, sıkıntılı bir adamdım. Milletin tezlerini yazıyor, kendi yazdığım hikâye ve romanları bir türlü bitiremiyor, ailesinin yanında kalan bir adam için ancak cep harçlığı olacak kadar para kazanıyordum. Ailem bana neden ve nasıl bu kadar uzun süre sabretti bilmiyorum, ama bir an önce 'iyileşip' maaşlı, sigortalı bir işe girmezsem yakında ikisinden birinin yüreğine ineceğinden eminim – onlara en azından bunu borçluyum. Osman abiye bunları anlattığımda "annem ve baban için yaşayamazsın, ama onlara rağmen yaşamak da mümkün değil" demişti bana. Vakfın İstanbul'da bir iletişim ofisi açmayı ve başka hayır işleriyle ilgilenmeyi planladığını, istersem orada çalışabileceğimi söyledi. O hazır olduğunda ben de hazır olursam bunu yapabiliriz diye umuyorum, bu haberi de annemle babama yaş günümde vermeyi planlıyorum.

Gelelim Sultanhisar'a. Aydın'da otobüsten indiğimde Doblo'suyla Bahadır Abi karşıladı beni. Neredeyse akşam olmuştu, ama yine de o gün gündüz gözüyle çiftliği görmeyi ümit ettiğimi söyledim Bahadır Abi'ye.

"Göremezsin," dedi gülerek.

"Neden?"

"Yani görürsün de sizdeki gibi bir yer göremezsin. Bizim tarlalar köylülerin tarlalarıyla yan yana, öyle arada tel örgüler falan yok. Şimdilik binalardan da bitmediği için bir kısmımız orada, bir kısmımız burada kalıyor. Ama biz de sevmiyoruz bu durumu. Yine de sana tarlaları gösteririm. Sonra hep beraber bir şeyler yeriz, daha sonra da bizim evde kalırsın."

"Abi hiç zahmet olmasın size, ben ..."

"Sen zaten sürekli bizde kalmayacaksın, merak etme. Ama bugün yol yorgunusun, yarın düşünürüz uygun bir çözüm. Çiftlik ahalisinin bir kısmı inşaat halindeki binaların orada kamp kurdu, seni de oradaki pis bekârların yanına atarız. Uyku tulumun yoksa buluruz bir tane!"

Bu çözüm benim de hoşuma gitmişti. Aydın'ın bereketli topraklarını seyrederek ilerlerken açık havada yatmanın hayalini kuruyordum, çünkü burada hava çok sıcaktı ve betonarme binalarda kavrulmaktansa yerde ve açık havada uyumayı yeğlerdim. Yol boyunca Bahadır abi dağdan inen yaban domuzlarından, yerde gezen akreplerden, ne olduğunu hiç bilmediğim kulağakaçan'lardan bahsederek eğlendi benimle (hiçbirine inanmadım ama hepsinin doğru olduğunu öğrendim sonraki günlerde).

Onu ilk tanıdığımdan itibaren Bahadır abinin buradaki Hakan abi olduğundan pek emindim. Ama kendi doğal ortamında gördüğümde onun çok farklı biri olduğunu fark ettim; Hakan Abi'den en az on yaş büyük (gerçek yaşını hiç sormadım), çok neşeli ve güçlü bir karısı ve iki kızı var. Hakan Abi gibi onun da sakalı var ama kısa ve bakımlı. Gövdesi çok daha geniş ve heybetli. Birazcık göbeği var ama hareketli yaşantısına engel olacak kadar değil. Elleri kocaman, çok uzun zamandır elleriyle çalıştığını belli ediyor. Saçları kısacık.

Ama esas farkları kişiliklerinden kaynaklanıyor diyebilirim. Hakan abi herkese yardım etmek, işlerin yürümesini sağlamak için çabalar sürekli, heyecanlıdır ve heyecanını bize bulaştırmayı bilir, insanlara soğuk davranarak cool olanlardan değildir, ona ve bildiklerine ve yaptıklarına ve hoşgörüsüne ve herkesi ciddiye almasına ve neşesine ve sükûnetini korumasına hayran olduğunuz için cool biri olarak görürsünüz onu. Ama Bahadır abi daha farklı biçimde hallediyor işleri; burada doğal bir lider olarak saygı görse de asla işlerini nasıl yapacaklarını söylemiyor insanlara. Hatta mümkün olduğu sürece ne yapacaklarını da söylemiyor. Sizi özgür bırakıyor ve öğrenmeye mecbur bırakıyor. Başınız sıkışınca gelip sorunu sizin için çözmüyor, sizin çözmeniz için sadece manevi destek veriyor. Kendi işine bakıyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder