30 Nisan 2012 Pazartesi

26


“İnsanı insan yapan şey sanat mı yani?” dedi Berk hırçınca.

“Sadece sanat değil, genel anlamda yaratıcılık,” diye cevap verdi Hakan. “İnsana hiçbir çözüm yokmuş gibi gelen çok zor durumlarda yeni bir seçenek bulmak, icatlar yapmak, doğru veya yanlış teoriler üretmek ve evet, şiirler yazmak, şarkılar bestelemek.”

Berk'in bu konuda neler düşündüğünü merak etsek de kalkıp gittiğinde onu engellemedik.

“Huyudur,” dedi Hakan Abi, “ben alıştım. Kendisini sinirlendiren bir fikir veya bir bilgi oldu mu tartışmaz, gider kendi başına düşünür. Bence iyi bir huy, ben tartışmayı seviyorum ama çok faydalı bir yöntem olduğunu söyleyemem. Tartışmanın hararetiyle çok yaratıcı ve sağlam argümanlar bulup tartışmayı kazandığım oluyor, ama sonra düşününce saçmaladığımı fark ediyorum. Berk şu yaşında benden daha akıllı."

Herkes gülümsemiş, sonra konu değişmişti ama ben ilk sorumu sormuş ve kendimce önemli bir soruyla kendimi göstermeyi başarmıştım. Daha da önemlisi sorulara sazan gibi atlayıp cevap vermemem gerektiğini öğrenmiştim, burada benim rolüm cevap vermekten çok soru sormak olacaktı.

O günden sonra biraz daha fazla soru sordum, biraz daha az cevap verdim. Zaman geçtikçe Hakan Abinin önerdiği gibi (aslında önerdiği tam da bu değildi) nefretimi kendime saklamaya başladım; ahaliyle biraz samimiyet kurmaya başladım. Hatta ahali kalabalıklaşıp benim getirdiğim odunlar yetmez olunca, odun kesmeye giderken Ahmet'i yanıma kattıklarında uysalca boyun eğdim. Eski Türk filmlerindeki veremli âşıklar gibi bir oğlandı Ahmet, yüzü bembeyaz, vücudu çelimsiz, bakışları bulutluydu. Onu konuşmaya zorlamadım, o da beni. Daha sonra Batuhan da bize katıldı; şimdi o ikisi odun kesmeye devam ediyor, ben ise traktörlerin, biçerdöverlerin bakımlarıyla uğraşıyorum. Arada elimde iş olmayınca onlarla oduna da gidiyorum, böyle gelip geçiyor gündüzlerim. Çalışıyorum, arkadaşlık ediyorum, bol bol çay içiyorum ve gülüyorum.

Ha, bir de söylemeyi unuttuğum bir şey var; kadınlardan uzak duruyorum. En büyük yenilgiyi aldığım bu cephe için ateşkes yapmak mümkün olsa da tam bir barış anlaşması mümkün değil - ateşkes dönemlerinden sonra çıkardığım her keşif kolu ufak da olsa kayıp veriyor mutlaka. Diğer cephelerde sınırlar kesinleşmiş olsa bile bu cephede sürekli toprak kaybetmekten bıktım. Kadınları görmekten, onları her gördüğümde başarısızlığımı düşünmekten, onları arzulamaktan, her seferinde yenilmekten, her seferinde içimde uyanan o küçük umut öldüğünde alkol-yoğun cenaze trenleri düzenlemekten bıktım. O yüzden buraya gelirken burayı sadece bir komün değil, bir manastır gibi düşünmeye karar verdim. Nispeten az sayıdaki kadınlardan uzak durmak için erkek işi olarak gördüğüm ne varsa onları yapıyorum, onlarla karşılaşınca yolumu değiştirmiyorum ama karşılaşmamak için elimden geleni yapıyorum. Neyse ki onlar da benden uzak duruyor, hatta açık konuşmak gerekirse Hakan Abi ile Sevda haricinde çiftlikte başka bir aşktan bahsetmek dahi mümkün değil. Birlikte olanlar var elbette, ama duygusal olarak bağlanan başka çift bilmiyorum. Sanırım buranın bir başka özelliği de herkesin yalnız olması ve bundan korkmaması.

Çünkü yenilmiş bir adam olmanın belki de en zor yanı müttefiksiz olmaktır. Galipler kol kola girip eğlenir ama mağluplar tek başına üzülür bir kenarda. Yalnız olduklarını en çok mağluplar hisseder. Yalnız değilmiş gibi yaparlar bazıları, insanın bol olduğu yerlerde geçirirler hayatlarını - en azından dışarıdan gelen sesler yüzünden iç seslerini fazla duymazlar. Uyanır uyanmaz radyoyu veya televizyonu açarlar, uyurken de açık bırakırlar çoğu zaman. Oysa biz, çiftlik ahalisi, iç sesimizi dinleme cesaretini bulan yalnızlardanız, korkmaktan bıkanlarız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder