“İnsanı insan yapan şey sanat mı yani?”
dedi Berk hırçınca.
“Sadece sanat değil, genel anlamda
yaratıcılık,” diye cevap verdi Hakan. “İnsana hiçbir çözüm yokmuş gibi gelen
çok zor durumlarda yeni bir seçenek bulmak, icatlar yapmak, doğru veya yanlış teoriler
üretmek ve evet, şiirler yazmak, şarkılar bestelemek.”
Berk'in bu konuda neler düşündüğünü
merak etsek de kalkıp gittiğinde onu engellemedik.
“Huyudur,” dedi Hakan Abi, “ben
alıştım. Kendisini sinirlendiren bir fikir veya bir bilgi oldu mu tartışmaz,
gider kendi başına düşünür. Bence iyi bir huy, ben tartışmayı seviyorum ama çok
faydalı bir yöntem olduğunu söyleyemem. Tartışmanın hararetiyle çok yaratıcı ve
sağlam argümanlar bulup tartışmayı kazandığım oluyor, ama sonra düşününce
saçmaladığımı fark ediyorum. Berk şu yaşında benden daha akıllı."
Herkes gülümsemiş, sonra konu
değişmişti ama ben ilk sorumu sormuş ve kendimce önemli bir soruyla kendimi
göstermeyi başarmıştım. Daha da önemlisi sorulara sazan gibi atlayıp cevap
vermemem gerektiğini öğrenmiştim, burada benim rolüm cevap vermekten çok soru
sormak olacaktı.
O günden sonra biraz daha fazla soru
sordum, biraz daha az cevap verdim. Zaman geçtikçe Hakan Abinin önerdiği gibi (aslında
önerdiği tam da bu değildi) nefretimi kendime saklamaya başladım; ahaliyle
biraz samimiyet kurmaya başladım. Hatta ahali kalabalıklaşıp benim getirdiğim
odunlar yetmez olunca, odun kesmeye giderken Ahmet'i yanıma kattıklarında
uysalca boyun eğdim. Eski Türk filmlerindeki veremli âşıklar gibi bir oğlandı
Ahmet, yüzü bembeyaz, vücudu çelimsiz, bakışları bulutluydu. Onu konuşmaya
zorlamadım, o da beni. Daha sonra Batuhan da bize katıldı; şimdi o ikisi odun
kesmeye devam ediyor, ben ise traktörlerin, biçerdöverlerin bakımlarıyla
uğraşıyorum. Arada elimde iş olmayınca onlarla oduna da gidiyorum, böyle gelip
geçiyor gündüzlerim. Çalışıyorum, arkadaşlık ediyorum, bol bol çay içiyorum ve
gülüyorum.
Ha, bir de söylemeyi unuttuğum bir şey
var; kadınlardan uzak duruyorum. En büyük yenilgiyi aldığım bu cephe için
ateşkes yapmak mümkün olsa da tam bir barış anlaşması mümkün değil - ateşkes dönemlerinden sonra çıkardığım
her keşif kolu ufak da olsa kayıp veriyor mutlaka. Diğer cephelerde sınırlar
kesinleşmiş olsa bile bu cephede sürekli toprak kaybetmekten bıktım. Kadınları
görmekten, onları her gördüğümde başarısızlığımı düşünmekten, onları
arzulamaktan, her seferinde yenilmekten, her seferinde içimde uyanan o küçük
umut öldüğünde alkol-yoğun cenaze trenleri düzenlemekten bıktım. O yüzden
buraya gelirken burayı sadece bir komün değil, bir manastır gibi düşünmeye
karar verdim. Nispeten az sayıdaki kadınlardan uzak durmak için erkek işi
olarak gördüğüm ne varsa onları yapıyorum, onlarla karşılaşınca yolumu
değiştirmiyorum ama karşılaşmamak için elimden geleni yapıyorum. Neyse ki onlar
da benden uzak duruyor, hatta açık konuşmak gerekirse Hakan Abi ile Sevda
haricinde çiftlikte başka bir aşktan bahsetmek dahi mümkün değil. Birlikte
olanlar var elbette, ama duygusal olarak bağlanan başka çift bilmiyorum.
Sanırım buranın bir başka özelliği de herkesin yalnız olması ve bundan
korkmaması.
Çünkü yenilmiş bir adam olmanın belki
de en zor yanı müttefiksiz olmaktır. Galipler kol kola girip eğlenir ama
mağluplar tek başına üzülür bir kenarda. Yalnız olduklarını en çok mağluplar
hisseder. Yalnız değilmiş gibi yaparlar bazıları, insanın bol olduğu yerlerde geçirirler
hayatlarını - en azından dışarıdan gelen sesler yüzünden iç seslerini fazla
duymazlar. Uyanır uyanmaz radyoyu veya televizyonu açarlar, uyurken de açık
bırakırlar çoğu zaman. Oysa biz, çiftlik ahalisi, iç sesimizi dinleme
cesaretini bulan yalnızlardanız, korkmaktan bıkanlarız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder