İçimdeki intikam hissinden buradaki
kimseye bahsetmedim dersem yalan olur, mülakatlarda Hakan Abi hemen çözmüştü
benim olayımı. Fakat bundan zerre kadar rahatsız olmadılar "Bazıları"
dediler, "kendine kızıyor ve geliyor buraya, bazıları ise dünyaya kızıyor.
Bizce arada bir fark yok, içinde öfke olmasaydı daha endişe verici olurdu”. Bir
miktar yalnızlığa ve bol miktarda enerji tüketmeye ihtiyacım olduğunu düşünüp
beni aletlerin bakım ve onarımı dışında bir de odun kesme işine verdiler ilk
haftadan sonra; bunun nedeni tüm orakları hiç olmadıkları kadar keskin, tüm
tırmık dişlerinin paralel ve tüm çapaların ilk günkü kadar parlak hale gelmesi
de olabilir elbette. Ancak onların beklediği gibi olmadı, keskin bir balta ile
yaşlı ağaçlara saldırmak içimdeki öfkeyi kurutmadı, sandıkları gibi yalnız kalınca
kendi iç sesimi dinleyip saçmaladığıma da kani olmadım. Ellerim nasır tuttu,
pazılarım kalınlaştı ve sırtımda uzun süre geçmeyen ağrılar başladı; velakin ruhumdaki
ateşi sadece intikamla beslemediğimi fark ettim. Akşamları sekizlerin
kulübesinde, kışın içeride, yazın kapının önünde yaktığımız ateşin odununu getirmiş
olmak bana iyi gelmişti. Bir işe yaramak hissini sevmiş, ama bu sevginin beni
yumuşatacağından korkmuştum.
Bu korku içime çöreklendiğinde biraz
açılmış olan dilim yeniden kapanmıştı. Yeniden öfkeli biri olmaya çalışmak
beyhude idi; burada öfkelenebileceğim kimseyi bulamıyordum. Beni buraya gelmek
zorunda bırakan gerçek dünyaya olan öfkem ise yavanlaşıyordu. Evet, diyordu
içimdeki huzurlu ses, seni oyuna almadılar, o doğru. Ama sen de kendi oyununu
kurdun işte. İlk defa bir oyunun göbeğindesin, diğerleriyle eşit bir oyuncusun.
Kenarda mızmızlanmak ve öfkeyle toplarını alıp kaçmayı hayal etmek zorunda değilsin.
O öfkeyi özleme, yeni oyuna bırak kendini!
Bu ikilem konusunda da Hakan Abi
imdadıma yetişti; içimdeki öfkeyi ve intikam planlarımı titizlikle korumam
gerektiğini söyledi. “O öfkeden kurtulmaya çalışma" dedi, "çünkü
yıllardır seni hayatta tutan şey o. Öfkende sonuna kadar haklısın bence. O öfke
seni diğerlerinden ayıran, bir nevi devrimci yapan niteliğin. Hiç de sandığın
gibi bir Yunus yaratmaya çalışmadık seni odun toplamaya gönderirken; içindeki
ateşi sevgiye döndürmeyi falan düşünmedik. Sen bizim öfkeli devrimcimiz olmalısın,
neleri yıkmamız gerektiğini bize göstermeli, kabul etmediğimizde ısrarla
düşünceni savunup bizi ikna etmelisin. Asla yumuşamamalısın, biz gevşeyip
uzlaşmak istediğimizde bizi dürtmelisin. Sen bizim tepemizde asılı kılıç
olmalısın, aramızdaki Troçki olmalısın bir anlamda. Ama Troçki bile yemek yer,
arkadaşları ile votka içip gülüşürdü emin ol. Senin de yemek yemeğe, arada
gülmeye ihtiyacın var. Daha önce hayatında olmayan böylesi normal şeyleri şimdi
hayatına sokmak sana zor geliyor, kendi davana ihanet gibi geliyor. Yaşamın gereklerini
yerine getirmek davaya ihanet değildir, bir devrimci yaşamıyorsa, yaşamayacaksa
devrimin ne anlamı kalır? Yeri gelecek gülüp eğlenecek, yeri gelecek âşık
olacaksın, ama davandan dönmeyeceksin. İşte o kadar.”
Tamam, düşününce tamamen haklı bulmuş
olabilirim Hakan Abiyi, ama o anda öğüt alacak halde değildim. Kendime
kızgındım, yüzümdeki gülümsemeye kızgındım, tüm bu mantık yürütmeleri kendi
başıma bulamadığım için kızgındım. Neyse ki ters bir şey söylemeden "Bunları
düşüneceğim" diyerek uzaklaştım onun yanından. Aynı akşam da ateşin
karşısında muhabbet ederken ilk sorumu sordum:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder