17 Nisan 2012 Salı

15


Hava karardığında dört bir yandan gelen ahaliyle birlikte biz de yemekhaneye gittik. Yemekhanede tüm ahali için standart bir yemek çıkıyordu ama bu yemeği istemeyenler her zaman kendi binalarında yemek yapma şansına sahipti. Menüdeki bezelye, makarna ve salata konusunda kimsenin şikayet ettiğini duymadım; yemekte ne çıktığından daha önemli şeylere kafa yordukları belliydi. Herkes düzgün bir sırayla yemeğini beklerken önümüzdeki iki kişi traktörün yağ yakmasını engellemek için ne yapabileceklerini konuşuyor, Pamukova’daki sanayiden usta getirmenin çiftliğin ruhuna aykırı olup olmayacağını konuşuyorlardı. Biri kendi icat etmedikleri bir ürünün bakımını yapmakta zorlanmalarının normal olduğunu ve profesyonellerden yardım almanın akılcı olacağını, diğeri ise doğayı da kendilerinin icat etmediğini ama onunla tek başlarına baş ettiklerini söylüyordu. Bu cevap bana biraz polemik amaçlı gibi gelse de tartışma biçimlerine hayran oldum. Benim dinlediğimi anladıklarında ise beni sıkmak istemediklerini söyleyerek konuyu kapattılar; sırlarını saklayan bir tarikat gibi göründüklerini itiraf etmeliyim.

Masamıza geçtiğimizde ne bizim masaya, ne de komşu masalara kimsenin oturmadığını fark ettik. Osman Bey de dahil hepimiz onlar için nazik davranılacak misafirler, yabancılardık. Bizimle mesafelerini korumak istiyorlardı. Yemek sırasındayken tarlaya ne ektiklerini veya bugün ne yaptıklarını sorduğumuzda cevap veren ve gayet normal konuşanların hepsi adını sorduğumuzda veya neden burada olduklarını anlatmalarını istediğimizde sessizliğe bürünüyorlardı.

Yemeğin sonlarına doğru tarlada tanıştığımız Hakan Bey yanımıza geldiğinde çok da fazla sevinmedim, anlaşıldığı kadarıyla bizimle ilgilenmekle görevlendirilmişti ve ahalinin resmi sözcüsü olarak konuşacaktı. Kişisel hikayelere erişimimiz yoktu. Teybimi yeniden açıp masaya koyduğumda Hakan Bey gerilse de bizimle konuşmayı kabul etti:

Soru: Hakan Bey, insanlar gayet mutlu ve huzurlu görünüyorlar ama kendileri hakkında, komün hakkında konuşmuyorlar. Bir an kendimi Sovyetler Birliğine gittiğinde kendisine herkesin "mutlu" olduğu yalancı bir ütopya gösterilen gazeteciler gibi hissediyorum. Neden bizimle konuşmuyorlar, neden kendi hikayelerini anlatmıyorlar?

Hakan Oluktaş: Bu konuda özel bir karar almış değiliz. Ama şunu anlamalısınız, buradaki insanların neredeyse tümü kendi hikayesinden kaçan insanlar.

S: Siz neden konuşuyorsunuz peki?

H.O.: Hem çiftliğin dış ilişkiler sorumlusu olduğum için bu benim görevim, hem de ben çoğundan uzun süredir buradaydım, sekizlerdenim. Kendi hikayemi anlatmaya hazırım. Sekizlerin diğerleri ile konuştum ama onlar bugün müsait değillerdi, özür dileyerek sizinle konuşmak istemediklerini bildirdiler.

S: Peki sizin hikayeniz nedir?

H.O.: Adım Hakan Oluktaş. Ben de Osman abi ve Lütfiye abla gibi Bilecikliyim. Lütfiye abla ile aynı grup terapisine katılıyorduk, oradan tanışıyoruz zaten. Elektrik mühendisiyim ama birkaç yıl yaptım mesleğimi, sonrasında tekrar üniversite sınavına girip felsefe okumaya çalıştım.

S: Neden çalıştım diyorsunuz? Başarısız mı oldunuz?

H.O.: Üniversitenin bakış açısına göre evet, başarısız oldum. Ama bana göre istediğimi bulamadım orada, filozof olmayı beklemiyordum ama en azından doğru soruları sormayı öğrenmeyi umuyordum. Oysa bizim bölüm felsefe öğretmeni yetiştirmek için kurulmuş gibiydi - bizim düşüncelerimize önem vermiyordu, hocalardan biri şakayla karışık "Doktorayı bitirmeden önce kendi düşünceleriniz olamaz sizin" demişti. Tam bir hayal kırıklığı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder