Hava
karardığında dört bir yandan gelen ahaliyle birlikte biz de yemekhaneye gittik.
Yemekhanede tüm ahali için standart bir yemek çıkıyordu ama bu yemeği
istemeyenler her zaman kendi binalarında yemek yapma şansına sahipti. Menüdeki
bezelye, makarna ve salata konusunda kimsenin şikayet ettiğini duymadım; yemekte
ne çıktığından daha önemli şeylere kafa yordukları belliydi. Herkes düzgün bir
sırayla yemeğini beklerken önümüzdeki iki kişi traktörün yağ yakmasını engellemek
için ne yapabileceklerini konuşuyor, Pamukova’daki sanayiden usta getirmenin
çiftliğin ruhuna aykırı olup olmayacağını konuşuyorlardı. Biri kendi icat
etmedikleri bir ürünün bakımını yapmakta zorlanmalarının normal olduğunu ve profesyonellerden
yardım almanın akılcı olacağını, diğeri ise doğayı da kendilerinin icat
etmediğini ama onunla tek başlarına baş ettiklerini söylüyordu. Bu cevap bana
biraz polemik amaçlı gibi gelse de tartışma biçimlerine hayran oldum. Benim
dinlediğimi anladıklarında ise beni sıkmak istemediklerini söyleyerek konuyu
kapattılar; sırlarını saklayan bir tarikat gibi göründüklerini itiraf
etmeliyim.
Masamıza
geçtiğimizde ne bizim masaya, ne de komşu masalara kimsenin oturmadığını fark
ettik. Osman Bey de dahil hepimiz onlar için nazik davranılacak misafirler,
yabancılardık. Bizimle mesafelerini korumak istiyorlardı. Yemek sırasındayken tarlaya
ne ektiklerini veya bugün ne yaptıklarını sorduğumuzda cevap veren ve gayet
normal konuşanların hepsi adını sorduğumuzda veya neden burada olduklarını anlatmalarını
istediğimizde sessizliğe bürünüyorlardı.
Yemeğin
sonlarına doğru tarlada tanıştığımız Hakan Bey yanımıza geldiğinde çok da fazla
sevinmedim, anlaşıldığı kadarıyla bizimle ilgilenmekle görevlendirilmişti ve
ahalinin resmi sözcüsü olarak konuşacaktı. Kişisel hikayelere erişimimiz yoktu.
Teybimi yeniden açıp masaya koyduğumda Hakan Bey gerilse de bizimle konuşmayı
kabul etti:
Soru: Hakan Bey, insanlar gayet mutlu
ve huzurlu görünüyorlar ama kendileri hakkında, komün hakkında konuşmuyorlar.
Bir an kendimi Sovyetler Birliğine gittiğinde kendisine herkesin "mutlu"
olduğu yalancı bir ütopya gösterilen gazeteciler gibi hissediyorum. Neden
bizimle konuşmuyorlar, neden kendi hikayelerini anlatmıyorlar?
Hakan Oluktaş: Bu konuda özel bir karar almış
değiliz. Ama şunu anlamalısınız, buradaki insanların neredeyse tümü kendi
hikayesinden kaçan insanlar.
S: Siz neden konuşuyorsunuz peki?
H.O.: Hem çiftliğin dış ilişkiler
sorumlusu olduğum için bu benim görevim, hem de ben çoğundan uzun süredir
buradaydım, sekizlerdenim. Kendi hikayemi anlatmaya hazırım. Sekizlerin
diğerleri ile konuştum ama onlar bugün müsait değillerdi, özür dileyerek
sizinle konuşmak istemediklerini bildirdiler.
S: Peki sizin hikayeniz nedir?
H.O.: Adım Hakan Oluktaş. Ben de Osman
abi ve Lütfiye abla gibi Bilecikliyim. Lütfiye abla ile aynı grup terapisine katılıyorduk,
oradan tanışıyoruz zaten. Elektrik mühendisiyim ama birkaç yıl yaptım mesleğimi,
sonrasında tekrar üniversite sınavına girip felsefe okumaya çalıştım.
S: Neden çalıştım diyorsunuz?
Başarısız mı oldunuz?
H.O.: Üniversitenin bakış açısına göre
evet, başarısız oldum. Ama bana göre istediğimi bulamadım orada, filozof olmayı
beklemiyordum ama en azından doğru soruları sormayı öğrenmeyi umuyordum. Oysa
bizim bölüm felsefe öğretmeni yetiştirmek için kurulmuş gibiydi - bizim
düşüncelerimize önem vermiyordu, hocalardan biri şakayla karışık "Doktorayı
bitirmeden önce kendi düşünceleriniz olamaz sizin" demişti. Tam bir hayal
kırıklığı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder