Kendisinden hiç bahsetmediği için ne okuduğunu, nerelerde
çalıştığını, neden çiftliğe geldiğini bilmediğim Burcu, bir aralar benim
yanımdan ayrılmamıştı, evet - ama bunun sebebi daha çok engelleyemediğim
sosyalleşme isteğimdi. Burada çoğu kişi tarladaki işleri bitince yalnız kalmayı
tercih eden, oturup düşünen insanlardı; oysa ben insan arıyordum sürekli. Benim
onlar kadar yalnızlığa ihtiyacım yoktu, kendimi ve zamanımı diğerlerinden
sakınmıyordum, benimle konuşmak isteyen kimseyi geri çevirmiyordum. Ama bunu
bile isteyen çok azdı. O yüzden bir cana, bir sese hasret olan herkes beni
kolayca bulur, derdini üzerime boca eder ve giderdi. Ben de başkalarının
derdiyle yıkanırken kendimi unuturdum. Burcu ile de bir süre bayağı samimi
olmuştuk, pek derdini tasasını anlatmasa bile yalnız kalmak istemediği çok
belliydi – ben de tam bu işin adamıydım.
“Devrimciler atmış onu diye duydum” dedim ben de, “Kim
olursan ol gel diyen bir biz kaldık sanırım".
Yemeğin geri kalanında sağ olsun Burcu konusunu açmadı Uğur,
daha çok buğdayı ekmekte geç kalıp kalmadığımızı konuştuk. Kar ve yağmurlar bir
türlü tamamen bitmemiş, toprak sürülecek hale gelene kadar da Nisan gelmişti.
Hayatımız boyunca toprakla ilk defa burada haşır neşir olduğumuzdan konuya yabancıydık
ikimiz de; elimizdeki tarımla ilgili kitaplar ise tamamen teorikti. Neyse ki
Devrimcilerin başı olmasına rağmen tam bir oportünist
olan Hakan abi gidip Bozören köylüleriyle, sonra da Pamukova’daki İlçe Tarım
Müdürlüğüyle konuşmayı akıl etmişti. Tarım Müdürlüğünden gelen genç bir ziraat
mühendisi, biraz da basında kopan yaygara nedeniyle çok heyecanlanmış, topraklarımızı
gezerken pek konuşamamış, sonunda angarya işler binasında çenesi açılmıştı.
Erzincan’da, memleketinde yeni başlayan organik tarım çalışmalarından girmiş,
sertifikasyon işine devletin girmesi konusunda yazdığı rapordan çıkmıştı.
Hayır, buğday ekmek için geç kalmamıştık; evet, tarım uygulamalarımızı genelde
beğenmişti ama önereceği şeyler vardı; Evet, arada bize uğrayabilirdi. Daha sonra hepsine şimdilik yetişemediğimiz
sulak arazilerde köylülerin gözünün kaldığını söylemişti; birkaç sene oraları
köylüye kiraya veremez miydik? Hakan abi düşüneceğimizi söylemişti, ama yüzüne
bakınca istekli olduğunu görmek zor değildi. Sadece konuyu bir sonraki
toplantıda açıp bizim onayımızı alması gerekiyordu. Çiftliği asık suratlı bir
komün olarak düşünmeyen nadir insanlardan biriydi.
Yemeğimiz bitince biraz Muammer abiye yardım ettik bulaşıklarda. Bulaşık dediysem dışarıdakilerin sandığının aksine külle falan yıkamıyoruz, bildiğiniz yeşil renkli deterjanlardan sıkıyoruz bildiğiniz bulaşık süngerine. Hatta bildiğiniz bulaşık makinesi de var da, o anda makine dolu ve çalışıyor olduğundan sona kalan 7-8 kişinin bulaşıklarını elimizle yıkayıverdik.
Yemekhaneden çıktığımızda ben dönüp yazmaya devam etmek için
yanıp tutuşuyordum; Uğur ise bu güzel havada neden ofise gitmek istediğimi
anlayamıyordu – bizde Pazar günü tatil falan olmadığından herkes işinin
başındaydı. Uğur ise bugün biraz tembellik etmek istediğinden elindeki tamiratı
ağırdan alıyordu.
“Kimse bana çalış demeyince niye çalışayım ki ben diyordum
ilk zamanlarda. Şimdi ise tembellik etmeyi
kendime yediremiyorum, bu da bir nevi mahalle baskısı yahu!” demişti birkaç gün
önce, “Evde olsam anam-babam bakardı bana, yalnızız burada.”
Neticede onun kaldığı binanın önünde çay içmeye ikna oldum.
Geçen yıl “nezaket ziyareti” için uğrayan Emniyet Müdürü karışacak hiçbir şey
bulamayınca binalara isim vermemiz ve herkesin Nüfus Müdürlüğünde buna göre kaydedilmesini
rica edince binalara numara vermiştik ama binaların bunun dışında bir ismi yoktu,
hiç de düşünmemiştik bunları. Angarya işler binasındaki çiftlik projesindeki bina
numaralarını aynen almıştık, ama ne numaraları kullanıyorduk binalar için, ne
de “ev” diyorduk kaldığımız binalara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder