Uğur havadan sudan konuşmaya doyuncaya kadar gerçekten
havadan sudan konuştuk, sonunda o işinin başına dönmesi gerektiğini kendisi
söyleyene kadar bayağı bir çay içtik ve burada bahsetmeye değmeyecek şeylerden
bahsettik. Onu şüphelendirmek hiç de işime gelmezdi, o yüzden hiçbir sorusuna
kısa kısa cevaplar verip geçiştirmedim, uzaklara dalmadım, sözlerini can
kulağıyla dinledim ve yıllar önce canımın sıkıldığını yüzümden okumayı pek
seven anneme için özel olarak hazırladığım "aman da pek eğleniyorum"
maskemi taktım o bana Pamukova'daki hastanenin hemşiresini anlatırken. Elini
kestiğinde kendisine iki dikiş atan Nurcan hemşire hakkında 45 dakika ne
konuşabildiğimizi açıklamak zor, ama en son Hakan abiye şantaj yapıp onu
çiftliğe tayin ettirmekten bahsedip gülüşüyorduk. Sonunda sustu ama; onca gülüşmenin
sonrasında yüzünden gelip geçen ciddi ifadeyi gören, hemşireyi bir daha görebilsin
diye hiç düşünmeden Uğur’un öbür elini keserdi. Bunu sesli olarak söylemedim, yine
de anladı sanırım onu yakaladığımı. Gülümsedi ve konuyu değiştirdi, böylece bir
saat daha oyaladı beni.
Sonunda yine bilgisayarın başındayım, üstelik ne
anlatacağımı hâlâ bilmiyorum. Tüm bunları kendimi aklamak için yazmıyorum
diyorum kendi kendime; ama insan sadece tarihe kayıt düşmek için yazmaz ki olup
biteni? Hiç değilse kendi rolünü anlatmak, kendi adını ölümsüz kılmak ister.
Günah çıkarmak desem o da bizim geleneğimizde yok; biz (eğer biz diye bir şey kaldıysa)
günahını anlatınca ferahlayanlardan değiliz. Belki Uğur'a söylediğim gibi
"yazarak daha iyi düşünenlerdenim" ve kafamı toplamaya çalışıyorum. Bir
çıkış yolu, bir kurtuluş ümidi bulmak için. Başlattığım ve kontrol edilemeyeceğini
bildiğim salgının dönüm noktalarını bulup dizginlemek için belki de.
Sayfalar doldurmuşum ve neden kendimi Cehennemde gördüğümü
anlatmak için bir kelime anlatmamışım. O zaman en baştan başlamak lazım belki
de; kafası karışıklar çiftliğine bu kafası karışığın nasıl düştüğünden
başlamalıyım ve kendimi tanıtmalıyım. Çiftliğin nasıl kurulduğunu anlatmak bana
düşmez çünkü, anlatmayı da beceremem muhtemelen. Ama nasıl duyduğumu, nasıl
buraya geldiğimi anlatabilirim.
Adım Bülent. İkinci cümleleri kolay bulabilen biri değilim,
üstelik bu espriyi daha önce de yapmıştım. İstanbul’da doğdum, büyüdüm.
Üniversiteyi de İstanbul’da bitirdim, Eğilim Tasarımı ve Yönetimi okudum ve işimi
hiç yapmadım; stajımı “eski masaüstü” adlı klasörlerde işe yarar dosyalar
arayarak, bitirme ödevimi de diğerlerinin bayılarak yaptığı uygulamalar yerine “İttihat
Terakki ve Onun İlk Eğilim Yönetimi Uygulayıcısı Molla Fuat” diye bir ödev yaparak
atlattım. Kendilerini ellilerdeki mühendislik, doksanlardaki işletme öğrencileri
gibi zamanın kralı olarak gören (tababet öğrencilerinin dönemini çıkaramadım
ama onlar sanırım hep yarı-tanrıydılar) sınıf arkadaşlarımdan uzak durdum; evdekilere
öğrenci olduğumu hissettirmek için her gün evden çıkıp okula gittim ve
kütüphaneyi talan ettim. Babam da annem de memurdu ama geçim sıkıntımız yoktu; yani
kütüphaneye gidişimin sebebi kitapları alamıyor olmak değil beni kabul eden tek
yerin kütüphane olmasıydı. Üstelik kitaplarımın giderek çoğalması evdekilerin
ilgisini çekerdi muhtemelen, ne okuduğuma bakarak benimle ilgili
endişelenmelerini istemiyordum. Zaten kitaplara sahip olmak ilgimi çekmiyordu,
kitap okumamasıyla övünen dangalaklardan çok kütüphanesiyle övünen kibirli
pezevenklerden nefret ederdim (ve hala ediyorum) - okuduklarından hiçbir şey öğrenemedikleri
o kadar belidir ki.
Merkez kütüphanesi ruhsuzdu, ben de genelde Edebiyat
Fakültesinin kütüphanesinde olurdum. Şimdi isterdim ki hayatımın aşkıyla orada
nasıl karşılaştığımı anlatayım ama kütüphane kadınlara göre bir yer değil pek. Kendi
cinsimden, yani kitap seven bir kızla tanışmayı bırak, karşılaşmadım bile. Ders
çalışmak, ödev yapmak için gelenler oluyordu elbette, ama benim gibi oturup roman
okuyan kimse yoktu neredeyse. Kumaş pantolonlu, tam çıkmamış sakallı İslamcı
gençler ve uzun saçlı, kot pantolonlu gençlerle birlikte sessiz sessiz kitap
okudum ilk iki yıl.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder