4 Nisan 2012 Çarşamba

9


Uğur havadan sudan konuşmaya doyuncaya kadar gerçekten havadan sudan konuştuk, sonunda o işinin başına dönmesi gerektiğini kendisi söyleyene kadar bayağı bir çay içtik ve burada bahsetmeye değmeyecek şeylerden bahsettik. Onu şüphelendirmek hiç de işime gelmezdi, o yüzden hiçbir sorusuna kısa kısa cevaplar verip geçiştirmedim, uzaklara dalmadım, sözlerini can kulağıyla dinledim ve yıllar önce canımın sıkıldığını yüzümden okumayı pek seven anneme için özel olarak hazırladığım "aman da pek eğleniyorum" maskemi taktım o bana Pamukova'daki hastanenin hemşiresini anlatırken. Elini kestiğinde kendisine iki dikiş atan Nurcan hemşire hakkında 45 dakika ne konuşabildiğimizi açıklamak zor, ama en son Hakan abiye şantaj yapıp onu çiftliğe tayin ettirmekten bahsedip gülüşüyorduk. Sonunda sustu ama; onca gülüşmenin sonrasında yüzünden gelip geçen ciddi ifadeyi gören, hemşireyi bir daha görebilsin diye hiç düşünmeden Uğur’un öbür elini keserdi. Bunu sesli olarak söylemedim, yine de anladı sanırım onu yakaladığımı. Gülümsedi ve konuyu değiştirdi, böylece bir saat daha oyaladı beni.

Sonunda yine bilgisayarın başındayım, üstelik ne anlatacağımı hâlâ bilmiyorum. Tüm bunları kendimi aklamak için yazmıyorum diyorum kendi kendime; ama insan sadece tarihe kayıt düşmek için yazmaz ki olup biteni? Hiç değilse kendi rolünü anlatmak, kendi adını ölümsüz kılmak ister. Günah çıkarmak desem o da bizim geleneğimizde yok; biz (eğer biz diye bir şey kaldıysa) günahını anlatınca ferahlayanlardan değiliz. Belki Uğur'a söylediğim gibi "yazarak daha iyi düşünenlerdenim" ve kafamı toplamaya çalışıyorum. Bir çıkış yolu, bir kurtuluş ümidi bulmak için. Başlattığım ve kontrol edilemeyeceğini bildiğim salgının dönüm noktalarını bulup dizginlemek için belki de.

Sayfalar doldurmuşum ve neden kendimi Cehennemde gördüğümü anlatmak için bir kelime anlatmamışım. O zaman en baştan başlamak lazım belki de; kafası karışıklar çiftliğine bu kafası karışığın nasıl düştüğünden başlamalıyım ve kendimi tanıtmalıyım. Çiftliğin nasıl kurulduğunu anlatmak bana düşmez çünkü, anlatmayı da beceremem muhtemelen. Ama nasıl duyduğumu, nasıl buraya geldiğimi anlatabilirim.

Adım Bülent. İkinci cümleleri kolay bulabilen biri değilim, üstelik bu espriyi daha önce de yapmıştım. İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Üniversiteyi de İstanbul’da bitirdim, Eğilim Tasarımı ve Yönetimi okudum ve işimi hiç yapmadım; stajımı “eski masaüstü” adlı klasörlerde işe yarar dosyalar arayarak, bitirme ödevimi de diğerlerinin bayılarak yaptığı uygulamalar yerine “İttihat Terakki ve Onun İlk Eğilim Yönetimi Uygulayıcısı Molla Fuat” diye bir ödev yaparak atlattım. Kendilerini ellilerdeki mühendislik, doksanlardaki işletme öğrencileri gibi zamanın kralı olarak gören (tababet öğrencilerinin dönemini çıkaramadım ama onlar sanırım hep yarı-tanrıydılar) sınıf arkadaşlarımdan uzak durdum; evdekilere öğrenci olduğumu hissettirmek için her gün evden çıkıp okula gittim ve kütüphaneyi talan ettim. Babam da annem de memurdu ama geçim sıkıntımız yoktu; yani kütüphaneye gidişimin sebebi kitapları alamıyor olmak değil beni kabul eden tek yerin kütüphane olmasıydı. Üstelik kitaplarımın giderek çoğalması evdekilerin ilgisini çekerdi muhtemelen, ne okuduğuma bakarak benimle ilgili endişelenmelerini istemiyordum. Zaten kitaplara sahip olmak ilgimi çekmiyordu, kitap okumamasıyla övünen dangalaklardan çok kütüphanesiyle övünen kibirli pezevenklerden nefret ederdim (ve hala ediyorum) - okuduklarından hiçbir şey öğrenemedikleri o kadar belidir ki. 

Merkez kütüphanesi ruhsuzdu, ben de genelde Edebiyat Fakültesinin kütüphanesinde olurdum. Şimdi isterdim ki hayatımın aşkıyla orada nasıl karşılaştığımı anlatayım ama kütüphane kadınlara göre bir yer değil pek. Kendi cinsimden, yani kitap seven bir kızla tanışmayı bırak, karşılaşmadım bile. Ders çalışmak, ödev yapmak için gelenler oluyordu elbette, ama benim gibi oturup roman okuyan kimse yoktu neredeyse. Kumaş pantolonlu, tam çıkmamış sakallı İslamcı gençler ve uzun saçlı, kot pantolonlu gençlerle birlikte sessiz sessiz kitap okudum ilk iki yıl.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder