20 Nisan 2012 Cuma

18


S: Ben daha çok burada günlerinizin nasıl geçtiğini merak ediyorum. Yani felsefeyle meşgul olmak isteyen bu kadar insan ne yapar bütün gün?

H.O.: İlkokuldaki sosyal bilgiler kitabında ne anlatılıyorsa onları… Köy yaşantısı bizimkisi, televizyonsuz, radyosuz köy yaşantısı. Sabah erken kalkıp kahvaltı ediyoruz, tarla sürüyoruz bu aralar ama bazen sulamayla uğraşıyoruz, bazen mahsulü topluyoruz, öyle yani. Geçenlerde ilk ahırımızı yapmaya karar verdik; bu sene mahsul iyi olursa elimizdeki buğdaya karşılık üç dört inek ile bir boğa almayı düşünüyoruz. Elbette şimdiden ahırın yerini tespit etmeye çalışıyoruz. Dört beş kişi ormanlık alanda seyreltme yapıyor, yani oduncumuz bile var. Köyde kalan iki üç kişi de yemekle ve diğer işlerle ilgileniyor. Sonbaharda tarhana, salça yapıyoruz, mevsimlere göre reçelimizi yapıyoruz. Kışın bakım, onarım, tamir işlerini hallediyoruz. Öğleyin bir ağaç gölgesine oturup azığımızı yiyoruz. Güneş batana kadar tarladayız. Sizin esas merak ettiğiniz şeyleri de akşamları yapıyoruz; akşam yemeğinden sonra toplanıyoruz.

S: Evet, o toplantıları merak ediyorum ben.

H.O.: Genelde tam kadro burada olmuyoruz, ahalinin neredeyse yarısı odasında bir şeyler yazıyor veya düşünüyor akşamları. Kalanlar burada toplanıp küçük gruplar halinde dün tartıştıkları şeyi tartışmaya devam ediyor. Hep beraber tartıştığımız konular olmuyor değil, ama takdir edersiniz ki yüz kafadan yüz ses çıkınca faydalı olmuyor pek. Bazen bir şeyler söylemek derdinde olanlar çıkıp 15 dakikayla sınırlı olmak şartıyla derdini döküyor; mesela dün bir arkadaşımız coşup insanın kendisini sevdirmek için çabalamasının en büyük ahlaki kötülük olduğunu söyledi. 15 dakikayı doldurmadan ağlayarak indi kürsüden. Bir de unutmadan söyleyeyim, Perşembe akşamları toplanıp idari konuları tartışıyoruz ve karara bağlıyoruz.

S: Bir ütopya anlatıyorsunuz bana, özür dilerim ama hiç inanasım gelmiyor. Kendi ürettiğini tüketen, dışarıyla bağını koparmış, mükemmel çalışan bir sistem. Bir arada yaşayan 100 tane filozof!

H.O.: Elbette öyle değil burası. Biz de saçma sapan şeylere takılıp tartışıyoruz, biz de birbirimizi kırıyoruz, biz de bir sürü kaprisle uğraşıyoruz. Üstelik dışarıdan bağımsız da değiliz, o gördüğünüz traktörlerin mazotu için, elektrik için, tohum için, yedek parça için dışarıya bağlıyız. Ama şunu başardık, bizim burada karşı karşıya olduğumuz yabancılaşma etkisi daha az. Ürettiğimiz ürüne yabancılaşmıyoruz, yaşadığımız hayatın her anını kendimize açıklayabiliyoruz.

S: Yabancılaşma derken?

H.O.: Yabancılaşma derken, İstiklal Caddesinde “Komünist” dergisini satarken Amerikan kotu giyen çocuktan bahsediyorum. Bir komünistin bir şeyleri satması da acayip, kapitalizmin en gereksiz ürünlerini üzerinde taşıması da. Düşündüğü şeyle yaptığı şey birbirinden farklı olan kişi kendine yabancılaşıyor demektir. Eminim bir psikolog size bunu daha iyi açıklayacaktır. Biz burada daha mutlu, daha huzurlu falan değiliz, ondan emin olun.

S: Peki içinde yaşadığınız ülkenin sorunları ne olacak? Bunları da düşünüyor musunuz?

H.O.: Biz burada yüz kişiyiz. Yüz tane seçmeniz sadece. İlk seçimde oyumuzu vereceğiz. Bu politik bir hareket değil, olsa da kimseyi etkilemez zaten. Yüz kişiyle ne darbe yapılır, ne parti kurulur. Üstelik yüz tane idealist bu politik ortamda hemen harcanır gider. Üzerinde anlaştığımız tek konu belki de idealist olmamız, “amaç aracı haklı gösterir” diyen tek bir kişi bulamazsınız burada. Ama elbette politik hassasiyetlerimiz var; bir sürü farklı görüşten insanız burada. Şimdilik parlamenter demokrasiyle idare ediyoruz diyelim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder