4 Mayıs 2012 Cuma

27


Kendi iç sesimi bastırmayı öğrenebilsem belki burada olmazdım. Televizyondaki veya radyodaki sesler kafamın içini istediğim miktarda doldursaydı, içimde öfkeden başka şeyler de yeşerseydi, böylesine görünmez olmasaydım … belki burada olmazdım. Ama işler pek de öyle yürümedi.

İlk kavgamı ettiğimde 15 yaşındaydım. Oğlanın biri, hem de bana hep iyi davranan bir oğlan, rüyamda gördüğüm kızın elini tutuyordu okul yolunda. Alt dudağımı ısırıp kanatmışım. Kızın yanında dalmadım elbette oğlana, o kadar raconu yalnızlar bile bilir, ama okulda ilk teneffüste gidip suratına bir yumruk salladım. O halim selim, kavgasız gürültüsüz oğlan yumruğu görünce vahşi bir hayvandan beklenen bir refleksle kafayı eğdi; yumruk tamamen boşa gitmese de kafasına denk geldi. Parmaklarım kırılıyordu neredeyse. Diğer elimle attığım diğer yumruk da boynuna geldi. Hiç öyle filmlerdeki gibi olmadı yani kavgamız. Hemen birileri ayırdı bizi, koridorda nöbetçi öğretmen de olmadığından kayıtlara geçmedi ilk kavga denemem. Tam ayırırlarken oğlanın salladığı tekme bacağımı morarttı sadece. Ancak ayrıldığımız anda bizi görenler benim temiz bir dayak yediğimden emindi; sabah dişleyip kanattığım dudağım, sinirden ağladığım için kızarmış gözlerim ve gözümdeki yaşlar nedeniyle temiz bir sopa yediğimi düşündü oğlanın arkadaşları. O da üstelemedi. Ertesi teneffüste okula beraber gelip gittiğimiz Turgay "Niye dövdü seni?" dedi, ilk ben vurdum desem de yine aynı biçimde sordu sorusunu: “Niye dövdü seni?”

Çünkü ben kimseyi dövemiyordum, ondan dövdü beni herkes. Sonrasında her fırsatta kavga etmeye başladım, genelde yırtılan gömlekler ve oramda buramda morluklarla çıktım her birinden; çok kuvvetli olmamama rağmen deli inadıyla ve vücudumun hâkim olabildiğim her zerresiyle kavga ettiğim için çoğunda dayak yemedim. Ama görünmezliğim devam etti hep, o dönemde herkes yavaştan belirli karakteristik özellikler geliştirmekteydi ama ben ne kavgacı, ne serseri ne de kabadayı olabildim. İçimdeki öfkeyi kabartan ufacık olaylar yüzünden hır çıkarsam da deli falan da demediler bana. Ne disipline gittim, ne hastanelik oldum, ne bir kızı etkileyebildim, ne arkadaşlarımı. Annemden biraz papara, babamdan birkaç tokat yedim. Hepsi o.

Üniversiteyi zar zor kazandığımda kavga ederek öfkemi söndüremediğimi anlayıp kitlelerle kavga etmeye başladım kafamın içinde. Hiçbir gruba katılmasam da sağcıların ve solcuların okuduğu ne kadar aşırı adam varsa okuyor, anarşistlerin fanzinlerini takip ediyor, başladığım her kitabı yeterince cesur bulmayarak yarım bırakıyordum. Bugün dönüp baktığımda tek takdir ettiğim yanım saçma sapan komplolara hiç kafayı sardırmamış olmamdı. Bizim dönemimizde Sabetaycılarla ilgili komplolar çok revaçta idi, hiçbirine inanmadım. Masonlara, Yahudilere, Amerika’ya bağlayamadım bir türlü olup biten kötülükleri; çünkü birincisi bu kadar organize ve gizli bir güçleri olsa çok daha büyük eylemler koyacaklarına inanıyordum, ikincisi ve daha önemlisi insanların içindeki kötülüğü görmüştüm, insanların kötülük yapmak için bir gizli organizasyona, derin hedeflere ihtiyacı yoktu. Bundan emindim. İnsanlar kötülük yapıp kurtulabileceklerinden emin oldukları her an kötülüğü tercih ediyordu, ama hep beraber güzel, mutlu bir yalanın türküsünü söylüyorduk.

Üniversite öğrenciliğim boyunca görünmezliğim devam etti; Burcu hariç gerçekten gözlerime bakan ve beni gören birileri oldu mu şüpheliyim. Çalışma Ekonomisi bölümünde okudum ama hiçbir şey öğrenmedim. Okuldaki kulüplere girip çıktım ama hiçbirinde söylenmeye değer bir şey yapamadım. Edebiyat Kulübü okulun boktan dergisi için yazdığım yazıları kafasına göre kesip attı, Kariyer Kulübü bulduğum staj olanaklarını panoya bile asmadı, Müzik Kulübü katıldığım ilk toplantıdan sonra hiç toplanmadı. Bir sürü kitabın ilk yarısını okudum, öfke nöbetleri yüzünden günlerce okula uğramadığımda öldün mü, kaldın mı diye bile aramayan onlarca arkadaş edindim, bir sürü kız tarafından onlarca defa reddedildim, babamın yolladığı paraları çay ve sigaraya harcadım, sınavların hiçbirine doğru dürüst çalışmadım ve yine de mezun oldum. Evet, elbette yıllığa girmedim. Ne lisede, ne üniversitede. Fakültede son ay yıllık komitesinden kızın biri bana on dakika kadar yıllığın anlam ve önemini anlattı; ben de ona adımı biliyorsa yıllığa gireceğimi söyledim. Elbette bilemedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder