Kendi iç sesimi bastırmayı öğrenebilsem
belki burada olmazdım. Televizyondaki veya radyodaki sesler kafamın içini
istediğim miktarda doldursaydı, içimde öfkeden başka şeyler de yeşerseydi,
böylesine görünmez olmasaydım … belki burada olmazdım. Ama işler pek de öyle
yürümedi.
İlk kavgamı ettiğimde 15 yaşındaydım.
Oğlanın biri, hem de bana hep iyi davranan bir oğlan, rüyamda gördüğüm kızın
elini tutuyordu okul yolunda. Alt dudağımı ısırıp kanatmışım. Kızın yanında
dalmadım elbette oğlana, o kadar raconu yalnızlar bile bilir, ama okulda ilk
teneffüste gidip suratına bir yumruk salladım. O halim selim, kavgasız gürültüsüz
oğlan yumruğu görünce vahşi bir hayvandan beklenen bir refleksle kafayı eğdi;
yumruk tamamen boşa gitmese de kafasına denk geldi. Parmaklarım kırılıyordu
neredeyse. Diğer elimle attığım diğer yumruk da boynuna geldi. Hiç öyle
filmlerdeki gibi olmadı yani kavgamız. Hemen birileri ayırdı bizi, koridorda nöbetçi
öğretmen de olmadığından kayıtlara geçmedi ilk kavga denemem. Tam ayırırlarken oğlanın
salladığı tekme bacağımı morarttı sadece. Ancak ayrıldığımız anda bizi görenler
benim temiz bir dayak yediğimden emindi; sabah dişleyip kanattığım dudağım,
sinirden ağladığım için kızarmış gözlerim ve gözümdeki yaşlar nedeniyle temiz
bir sopa yediğimi düşündü oğlanın arkadaşları. O da üstelemedi. Ertesi teneffüste
okula beraber gelip gittiğimiz Turgay "Niye dövdü seni?" dedi, ilk
ben vurdum desem de yine aynı biçimde sordu sorusunu: “Niye dövdü seni?”
Çünkü ben kimseyi dövemiyordum, ondan
dövdü beni herkes. Sonrasında her fırsatta kavga etmeye başladım, genelde yırtılan
gömlekler ve oramda buramda morluklarla çıktım her birinden; çok kuvvetli
olmamama rağmen deli inadıyla ve vücudumun hâkim olabildiğim her zerresiyle kavga
ettiğim için çoğunda dayak yemedim. Ama görünmezliğim devam etti hep, o dönemde
herkes yavaştan belirli karakteristik özellikler geliştirmekteydi ama ben ne
kavgacı, ne serseri ne de kabadayı olabildim. İçimdeki öfkeyi kabartan ufacık
olaylar yüzünden hır çıkarsam da deli falan da demediler bana. Ne disipline
gittim, ne hastanelik oldum, ne bir kızı etkileyebildim, ne arkadaşlarımı. Annemden
biraz papara, babamdan birkaç tokat yedim. Hepsi o.
Üniversiteyi zar zor kazandığımda
kavga ederek öfkemi söndüremediğimi anlayıp kitlelerle kavga etmeye başladım
kafamın içinde. Hiçbir gruba katılmasam da sağcıların ve solcuların okuduğu ne
kadar aşırı adam varsa okuyor, anarşistlerin fanzinlerini takip ediyor, başladığım
her kitabı yeterince cesur bulmayarak yarım bırakıyordum. Bugün dönüp
baktığımda tek takdir ettiğim yanım saçma sapan komplolara hiç kafayı sardırmamış
olmamdı. Bizim dönemimizde Sabetaycılarla ilgili komplolar çok revaçta idi,
hiçbirine inanmadım. Masonlara, Yahudilere, Amerika’ya bağlayamadım bir türlü
olup biten kötülükleri; çünkü birincisi bu kadar organize ve gizli bir güçleri
olsa çok daha büyük eylemler koyacaklarına inanıyordum, ikincisi ve daha
önemlisi insanların içindeki kötülüğü görmüştüm, insanların kötülük yapmak için
bir gizli organizasyona, derin hedeflere ihtiyacı yoktu. Bundan emindim.
İnsanlar kötülük yapıp kurtulabileceklerinden emin oldukları her an kötülüğü
tercih ediyordu, ama hep beraber güzel, mutlu bir yalanın türküsünü
söylüyorduk.
Üniversite öğrenciliğim boyunca
görünmezliğim devam etti; Burcu hariç gerçekten gözlerime bakan ve beni gören
birileri oldu mu şüpheliyim. Çalışma Ekonomisi bölümünde okudum ama hiçbir şey
öğrenmedim. Okuldaki kulüplere girip çıktım ama hiçbirinde söylenmeye değer bir
şey yapamadım. Edebiyat Kulübü okulun boktan dergisi için yazdığım yazıları kafasına
göre kesip attı, Kariyer Kulübü bulduğum staj olanaklarını panoya bile asmadı,
Müzik Kulübü katıldığım ilk toplantıdan sonra hiç toplanmadı. Bir sürü kitabın
ilk yarısını okudum, öfke nöbetleri yüzünden günlerce okula uğramadığımda öldün
mü, kaldın mı diye bile aramayan onlarca arkadaş edindim, bir sürü kız
tarafından onlarca defa reddedildim, babamın yolladığı paraları çay ve sigaraya
harcadım, sınavların hiçbirine doğru dürüst çalışmadım ve yine de mezun oldum.
Evet, elbette yıllığa girmedim. Ne lisede, ne üniversitede. Fakültede son ay
yıllık komitesinden kızın biri bana on dakika kadar yıllığın anlam ve önemini
anlattı; ben de ona adımı biliyorsa yıllığa gireceğimi söyledim. Elbette
bilemedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder