Bulamadım da zaten. O bana ulaştı. Peşinde
koşan onlarca erkeğin arasından beni fark etti. Neden ben diye çok sonraları
sorduğumda makul bir cevabı yoktu. Bütün hayatım boyunca kadınlar konusunda
neden başarısız olduğumu ondan öğrenirim sanmıştım; öğrenemedim. Beni fark edip
yanıma oturduğunda bir yanım surat asmak, sert ve ilgisiz adamı oynamak istese
de yüzüme anlamsız bir gülümseme gelip yerleşti. Beni bırakıp gittiği güne
kadar da silinmedi o gülümseme oradan.
Anlatmayacağım nerede tanıştığımızı,
beni neden terk ettiğini. Size ne? Sadece şunu bilin yeter, sizden biri değildi
o. Bizden biriydi. Şimdi bir yerlerde çiftlik hakkındaki haberleri okuyup buraya
gelmeyi düşlüyor, kesin.
Boş verin benim gönül meselelerimi, belki
de Bülent’ten başkası okumayacak bu yazdıklarımı. Yine de anlatmalıyım. Burada
anlatılanları birbirimizin yüzüne vurmayacağımızı hissediyorum, bunlar yokmuş
gibi konuşacağız dışarıda. O yine endişe içinde bir aşağı bir yukarı gezecek,
ben yine nazik ve düşünceli biri olacağım. Gelip buraya dökeceğiz içimizi. Hakan
abi bulup ağzımıza sıçana kadar.
Dediğim gibi, yenildim ben. Bana acıyın diye
anlatmıyorum bunları ama, bir gün düzeninizi başınıza yıktığımda hatanızı
anlayın diye de yazmıyorum. Bir bileyi taşı kelimeler benim için, onun için
kendimle konuşmadan duramıyorum. Burcu artık bir insan değil, bıçağı
keskinleştiren bir alet. Aşk da öyle. Merhamet de. Sizinle konuşmuyorum
aslında, kendimle konuşuyorum.
Buraya geldiğimin hemen ertesi günü orakların
başına geçtim ben, çiftlikteki ilk işim orakları bilemekti. Bir sürü acemi çiftçinin
taşlara, toprağa vurup akşamları deponun zeminine attığı oraklar iyice körelmişti.
O sırada 60 kişi kadardı ahali, daha binaların hepsi bitmeden başvurular
alınmış, bir kısım insan yerleşmişti evlerine. Sekizler hala kendi kulübelerindeydi,
Sevda daha aramıza katılıp katılmayacağından emin değildi. O kahrolası röportaj
yapılmamış, spotlar üzerimize dönmemişti. Bir sürü arızalı adam ve kadın biten
ilk sekiz binanın odalarını paylaşmaya çalışıyorlardı. İnşaatta çalışan işçiler
kendi aralarında hepimizin deli olduğundan bahsediyordu, ama Beyaz Türklerden
olduğumuz için bulaşmıyorlardı pek. Geceleri uyuyamayan birkaçımız dünya nöbeti
tutuyordu sabaha kadar. Yıldızlara bakınca sonsuzluğu, toprağa bakınca ölümü
hatırladığını söyleyip sürekli insanlara ve duvarlara bakan bir arkadaşım
vardı, kadınlardan nefret ettiğini söyleyip yalnız kaldığımızda hangisini düzmek
istediğini gülerek anlatan bir başka arkadaşım daha (ikisi de gittiler sonra
dayanamayıp). Tilkiler haftada iki - üç defa, sekizlerin doktoru haftada bir
defa ziyaret ediyordu çiftliği.
İşte daha o zaman aklımdaydı tüm
medeniyetinizi başınıza yıkmak. Söyleyecek bir şeyim olmadığından susuyordum genelde,
kelimelerim konusunda çok daha cimriydim. Bir yandan orakları biliyor, diğer
yandan içimdeki intikam ateşini besliyordum. Gündüz herkes tarlalara gidip bir
işe yaramaya çalışırken ben aletlerin bakımıyla uğraşıyordum. Geceleri ise
kalabalık toplantılarda en arka sırada oturup gerçekten dünyayı anlayabilsem
acaba böyle yenilmez miydim diye düşünüyordum; belki bir şeyleri farklı yapabilir,
hatta daha da iyisi anlamadığım için kazanamadığım oyunu anladığımı ve isteyerek
oyuna dâhil olmadığımı gönül rahatlığıyla iddia edebilirdim. Özünü, mantığını,
işleyişini anladığı bir oyunu kim oynamak ister ki?
Daha oradaki ilk gecelerimden birinde bu
oyunu hiç de kolay çözemeyeceğimi gözüme sokmuştu Lütfiye Abla. Tam hatırlayamadığım
saçma bir tartışma dönüyordu ortada, Epikürcülerle Budacılar birbirine girmek üzereydi.
İlk grup hazlara odaklanmaktan bahsederken Budistler haz isteği acının
kaynağıdır diyordu – ben ise “Lan bunların ikisi de nasıl haklıymış geliyor
bana? Benim burada ne işim var!?” diyordum.
Lütfiye Abla sakince kürsüye çıkınca
sesler azaldı.
- Kendi sözcüklerinizle konuşmayacaksanız,
burada yeriniz yok, deyiverdi net biçimde. Kelimesi kelimesine hatırlıyorum
çünkü içime işlemişti o gün dedikleri. Burası bir felsefe çalıştayı değil, burası
ergenler gibi hayatın anlamı nedir diye efkârlanabileceğiniz bir meyhane de
değil. Buda da Epikuros da eminim önemli şeyler söylemiştir, Kant da söylemiştir,
belki Hegel de demiştir. Neden bahsettiğini bilenler burada ister istemez
gülümsemişti. Ama biz burada başkalarının fikirlerini yarıştırmıyoruz. Kendi sorularımızı
sormak, cevaplarımızı bulmak istiyoruz. Bunun yolu çok basit, bugüne kadar öğrendiğiniz
tüm bilgileri her şeyi unutun. Biz iki yıldır bunu yapmaya çalışıyoruz, daha
bulduğumuz tek bir cevap yok. Yedi tane soru sorabildik kendimize, o soruların
bile özgünlüğü tartışılır.
Artık yerinde olmasa da o zamanlar
yemekhanenin ayrılmaz bir parçası olan tahtanın başına geçti. Yazmaya başladı.
1. İyi nedir?
2. Kötü nedir?
3. Adalet nedir?
4. Zaman nedir?
Diğer üçünü hak ettiğinizi sanmıyorum,
dedi güçlü bir sesle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder