25 Nisan 2012 Çarşamba

22


Bulamadım da zaten. O bana ulaştı. Peşinde koşan onlarca erkeğin arasından beni fark etti. Neden ben diye çok sonraları sorduğumda makul bir cevabı yoktu. Bütün hayatım boyunca kadınlar konusunda neden başarısız olduğumu ondan öğrenirim sanmıştım; öğrenemedim. Beni fark edip yanıma oturduğunda bir yanım surat asmak, sert ve ilgisiz adamı oynamak istese de yüzüme anlamsız bir gülümseme gelip yerleşti. Beni bırakıp gittiği güne kadar da silinmedi o gülümseme oradan.

Anlatmayacağım nerede tanıştığımızı, beni neden terk ettiğini. Size ne? Sadece şunu bilin yeter, sizden biri değildi o. Bizden biriydi. Şimdi bir yerlerde çiftlik hakkındaki haberleri okuyup buraya gelmeyi düşlüyor, kesin.

Boş verin benim gönül meselelerimi, belki de Bülent’ten başkası okumayacak bu yazdıklarımı. Yine de anlatmalıyım. Burada anlatılanları birbirimizin yüzüne vurmayacağımızı hissediyorum, bunlar yokmuş gibi konuşacağız dışarıda. O yine endişe içinde bir aşağı bir yukarı gezecek, ben yine nazik ve düşünceli biri olacağım. Gelip buraya dökeceğiz içimizi. Hakan abi bulup ağzımıza sıçana kadar.

 Dediğim gibi, yenildim ben. Bana acıyın diye anlatmıyorum bunları ama, bir gün düzeninizi başınıza yıktığımda hatanızı anlayın diye de yazmıyorum. Bir bileyi taşı kelimeler benim için, onun için kendimle konuşmadan duramıyorum. Burcu artık bir insan değil, bıçağı keskinleştiren bir alet. Aşk da öyle. Merhamet de. Sizinle konuşmuyorum aslında, kendimle konuşuyorum.

Buraya geldiğimin hemen ertesi günü orakların başına geçtim ben, çiftlikteki ilk işim orakları bilemekti. Bir sürü acemi çiftçinin taşlara, toprağa vurup akşamları deponun zeminine attığı oraklar iyice körelmişti. O sırada 60 kişi kadardı ahali, daha binaların hepsi bitmeden başvurular alınmış, bir kısım insan yerleşmişti evlerine. Sekizler hala kendi kulübelerindeydi, Sevda daha aramıza katılıp katılmayacağından emin değildi. O kahrolası röportaj yapılmamış, spotlar üzerimize dönmemişti. Bir sürü arızalı adam ve kadın biten ilk sekiz binanın odalarını paylaşmaya çalışıyorlardı. İnşaatta çalışan işçiler kendi aralarında hepimizin deli olduğundan bahsediyordu, ama Beyaz Türklerden olduğumuz için bulaşmıyorlardı pek. Geceleri uyuyamayan birkaçımız dünya nöbeti tutuyordu sabaha kadar. Yıldızlara bakınca sonsuzluğu, toprağa bakınca ölümü hatırladığını söyleyip sürekli insanlara ve duvarlara bakan bir arkadaşım vardı, kadınlardan nefret ettiğini söyleyip yalnız kaldığımızda hangisini düzmek istediğini gülerek anlatan bir başka arkadaşım daha (ikisi de gittiler sonra dayanamayıp). Tilkiler haftada iki - üç defa, sekizlerin doktoru haftada bir defa ziyaret ediyordu çiftliği.
İşte daha o zaman aklımdaydı tüm medeniyetinizi başınıza yıkmak. Söyleyecek bir şeyim olmadığından susuyordum genelde, kelimelerim konusunda çok daha cimriydim. Bir yandan orakları biliyor, diğer yandan içimdeki intikam ateşini besliyordum. Gündüz herkes tarlalara gidip bir işe yaramaya çalışırken ben aletlerin bakımıyla uğraşıyordum. Geceleri ise kalabalık toplantılarda en arka sırada oturup gerçekten dünyayı anlayabilsem acaba böyle yenilmez miydim diye düşünüyordum; belki bir şeyleri farklı yapabilir, hatta daha da iyisi anlamadığım için kazanamadığım oyunu anladığımı ve isteyerek oyuna dâhil olmadığımı gönül rahatlığıyla iddia edebilirdim. Özünü, mantığını, işleyişini anladığı bir oyunu kim oynamak ister ki?

Daha oradaki ilk gecelerimden birinde bu oyunu hiç de kolay çözemeyeceğimi gözüme sokmuştu Lütfiye Abla. Tam hatırlayamadığım saçma bir tartışma dönüyordu ortada, Epikürcülerle Budacılar birbirine girmek üzereydi. İlk grup hazlara odaklanmaktan bahsederken Budistler haz isteği acının kaynağıdır diyordu – ben ise “Lan bunların ikisi de nasıl haklıymış geliyor bana? Benim burada ne işim var!?” diyordum.

Lütfiye Abla sakince kürsüye çıkınca sesler azaldı.

- Kendi sözcüklerinizle konuşmayacaksanız, burada yeriniz yok, deyiverdi net biçimde. Kelimesi kelimesine hatırlıyorum çünkü içime işlemişti o gün dedikleri. Burası bir felsefe çalıştayı değil, burası ergenler gibi hayatın anlamı nedir diye efkârlanabileceğiniz bir meyhane de değil. Buda da Epikuros da eminim önemli şeyler söylemiştir, Kant da söylemiştir, belki Hegel de demiştir. Neden bahsettiğini bilenler burada ister istemez gülümsemişti. Ama biz burada başkalarının fikirlerini yarıştırmıyoruz. Kendi sorularımızı sormak, cevaplarımızı bulmak istiyoruz. Bunun yolu çok basit, bugüne kadar öğrendiğiniz tüm bilgileri her şeyi unutun. Biz iki yıldır bunu yapmaya çalışıyoruz, daha bulduğumuz tek bir cevap yok. Yedi tane soru sorabildik kendimize, o soruların bile özgünlüğü tartışılır.

Artık yerinde olmasa da o zamanlar yemekhanenin ayrılmaz bir parçası olan tahtanın başına geçti. Yazmaya başladı.

1. İyi nedir?
2. Kötü nedir?
3. Adalet nedir?
4. Zaman nedir?

Diğer üçünü hak ettiğinizi sanmıyorum, dedi güçlü bir sesle. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder