6 Kasım 2015 Cuma

94

Ardından, kaçınılmaz olarak yayın başladı.

Klasik televizyon programlarından farklıydı her yönüyle. Mesela onlar üçü üç koltukta ve karşımızda değildi. Bir misafir bir sunucu biçiminde oturmuştuk. Ortada çakma bir masa yoktu. Koltuklar gömülüp kaybolduğun veya ucunda iğreti oturduğun televizyon dekorları değil, gerçek ve rahat berjer koltuklardı.

İşin diğer güzel tarafı da yalandan halkı da içine katmayı sağlayacak biçimde odaya onlarca seyirci doldurulmamıştı. Sadece altı kişi ve asistanlar, kameramanlar ve stüdyo şefi ve camın öteki tarafından izleyen işsiz güçsüz birkaç kanal çalışanı vardı. Gerçek bir sohbet olmadığını bilsek de 97 kişinin önünde tartışmaya nispeten alışık olduğumuz için birileri bizi dinlerken başkaları ile konuşabiliyorduk.

Hoş geldin beş gittin kısmı geçince “dan” diye önemli sorular yağmaya başladı.

“Siz” dedi romancı, “gerçekten kendiniz için mi oradasınız yoksa bu küçük grubu bir laboratuvar deneyi gibi kullanıp yeni bir model mi oluşturmak istiyorsunuz?”

Hakan abi tam cevap vereceği sırada araya sanal komutan Murat girdi:

“Çünkü eğer öyle bir niyetiniz varsa bu bize çok acayip geliyor!”

“Bu açıklamaya muhtaç bir laf,” dedi Hakan abi, “Neden acayip?”

“Çünkü hayatını dert edinen, felsefe falan peşinde koşan, facebook’ta özlü sözler paylaşmak yerine özlü sözleri kendi yazan, hatta hayatına uygulamaya kalkan, kısacası yerinden kalkıp bir yere giden yüz kişisiniz. Türkiye’nin gerçek insan profili değilsiniz ki! Sizden kaç tane vardır ki tüm ülkede?”

“Bunu ülkeyi aşağılamak için söylemiyor Murat” diye araya girdi romancı, “bu tüm dünyada böyledir. Finlandiya’da veya Mozambik’te bile böylesi dertlerle dertlenenler nüfusun ihmal edilebilecek kadar küçük bir kısmını oluştururlar!”

Artık Hakan abinin konuşma sırası gelmişti:

“Dediğinizde çok haklısınız ama eksik bile söylüyorsunuz. Aramızda psikolog görmemiş, majör depresyon ilaçlarını leblebi çekirdek gibi yememiş, tüm çocukluğu ve gençliği boyunca kendi nesli arasında görünmez adam gibi fark edilmeden dolaşmamış çok az üye var. O yüzden gerçekten de ülkedeki çok küçük bir azınlığı temsil edebiliriz. Kendi içimizde, kendimiz için, çiftliğimiz için mükemmel çalışan bir sistem kursak bile bunun ülke için faydalı, iyi ya da ne bileyim kullanılabilir sonuçlar üretmesini beklemek gerçekçi olmaz. Zaten başlangıçta memleketi kurtarmak gibi bir amaçla bir araya gelmedik çoğumuz, kendimizi korumak ve hayatı anlamak için, hatta dünyadaki kaostan kaçıp ufak bir grupla kontrol edilebilir bir düzen kurmak için harekete geçtik. Ama içten içe hep dedik ki ‘güzel bir şeyler buluruz belki, bir sistem değil ama birkaç işlenmemiş cevher, birkaç tohum. Dışarıdakilere, bize benzeyenlere, hatta bize benzemeyenlere umut verebiliriz’. Bunu başarmayı bir kenara bırakın, şimdiye kadar öğrendiğimiz şeylerden sıyrılıp, bize ket vuran ve çaresiz hissettiren bilgilerden kurtulup doğru soruları sormaya bile başlayamadık.”

“Ayrıca unutmayın ki” dedi Burcu, “her zaman küçük bir nüveyle başlar değişim. Bunu biz yaparız demiyorum, bu program yapar da demiyorum. Ama bir nüvenin, bir başlangıç noktasının nüve olduğunu içindeyken anlamak zordur. Buna inanan, neyi başlattığını anlayan liderlerden en iyi ihtimalle yüz yılda bir tane çıkar.”

“Sizde var mı böyle biri?” dedi Emel.


“Var ama iki kişiler” dediğimde Burcu da Hakan abi de kızgınlıkla baktılar. “Hakan abi değişimi başlatacağına inanıyor, Bülent de değişimin başlangıcını gördüğünü düşünüyor.”  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder