Ardından, kaçınılmaz olarak yayın başladı.
Klasik televizyon programlarından farklıydı her
yönüyle. Mesela onlar üçü üç koltukta ve karşımızda değildi. Bir misafir bir
sunucu biçiminde oturmuştuk. Ortada çakma bir masa yoktu. Koltuklar gömülüp
kaybolduğun veya ucunda iğreti oturduğun televizyon dekorları değil, gerçek ve
rahat berjer koltuklardı.
İşin diğer güzel tarafı da yalandan halkı da içine
katmayı sağlayacak biçimde odaya onlarca seyirci doldurulmamıştı. Sadece altı
kişi ve asistanlar, kameramanlar ve stüdyo şefi ve camın öteki tarafından
izleyen işsiz güçsüz birkaç kanal çalışanı vardı. Gerçek bir sohbet olmadığını
bilsek de 97 kişinin önünde tartışmaya nispeten alışık olduğumuz için birileri
bizi dinlerken başkaları ile konuşabiliyorduk.
Hoş geldin beş gittin kısmı geçince “dan” diye önemli
sorular yağmaya başladı.
“Siz” dedi romancı, “gerçekten kendiniz için mi
oradasınız yoksa bu küçük grubu bir laboratuvar deneyi gibi kullanıp yeni bir
model mi oluşturmak istiyorsunuz?”
Hakan abi tam cevap vereceği sırada araya sanal
komutan Murat girdi:
“Çünkü eğer öyle bir niyetiniz varsa bu bize çok
acayip geliyor!”
“Bu açıklamaya muhtaç bir laf,” dedi Hakan abi, “Neden
acayip?”
“Çünkü hayatını dert edinen, felsefe falan peşinde
koşan, facebook’ta özlü sözler paylaşmak yerine özlü sözleri kendi yazan, hatta
hayatına uygulamaya kalkan, kısacası yerinden kalkıp bir yere giden yüz
kişisiniz. Türkiye’nin gerçek insan profili değilsiniz ki! Sizden kaç tane
vardır ki tüm ülkede?”
“Bunu ülkeyi aşağılamak için söylemiyor Murat” diye
araya girdi romancı, “bu tüm dünyada böyledir. Finlandiya’da veya Mozambik’te
bile böylesi dertlerle dertlenenler nüfusun ihmal edilebilecek kadar küçük bir kısmını
oluştururlar!”
Artık Hakan abinin konuşma sırası gelmişti:
“Dediğinizde çok haklısınız ama eksik bile
söylüyorsunuz. Aramızda psikolog görmemiş, majör depresyon ilaçlarını leblebi
çekirdek gibi yememiş, tüm çocukluğu ve gençliği boyunca kendi nesli arasında görünmez
adam gibi fark edilmeden dolaşmamış çok az üye var. O yüzden gerçekten de
ülkedeki çok küçük bir azınlığı temsil edebiliriz. Kendi içimizde, kendimiz
için, çiftliğimiz için mükemmel çalışan bir sistem kursak bile bunun ülke için
faydalı, iyi ya da ne bileyim kullanılabilir sonuçlar üretmesini beklemek
gerçekçi olmaz. Zaten başlangıçta memleketi kurtarmak gibi bir amaçla bir araya
gelmedik çoğumuz, kendimizi korumak ve hayatı anlamak için, hatta dünyadaki
kaostan kaçıp ufak bir grupla kontrol edilebilir bir düzen kurmak için harekete
geçtik. Ama içten içe hep dedik ki ‘güzel bir şeyler buluruz belki, bir sistem
değil ama birkaç işlenmemiş cevher, birkaç tohum. Dışarıdakilere, bize
benzeyenlere, hatta bize benzemeyenlere umut verebiliriz’. Bunu başarmayı bir
kenara bırakın, şimdiye kadar öğrendiğimiz şeylerden sıyrılıp, bize ket vuran
ve çaresiz hissettiren bilgilerden kurtulup doğru soruları sormaya bile
başlayamadık.”
“Ayrıca unutmayın ki” dedi Burcu, “her zaman küçük bir
nüveyle başlar değişim. Bunu biz yaparız demiyorum, bu program yapar da
demiyorum. Ama bir nüvenin, bir başlangıç noktasının nüve olduğunu içindeyken
anlamak zordur. Buna inanan, neyi başlattığını anlayan liderlerden en iyi
ihtimalle yüz yılda bir tane çıkar.”
“Sizde var mı böyle biri?” dedi Emel.
“Var ama iki kişiler” dediğimde Burcu da Hakan abi de
kızgınlıkla baktılar. “Hakan abi değişimi başlatacağına inanıyor, Bülent de
değişimin başlangıcını gördüğünü düşünüyor.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder