“Akışına bırakamayız, ama oyuna
yeni bir oyuncu ekleyebiliriz! Yine de hayal görmeyin gençler, en başarılı
devrimcilerin ektiği tohumlar bile 100 yılda yeşerir. İsa Efendimizin çarmıha
gerilmesinden kaç yıl sonra gerçekten yayılmaya başladı Hıristiyanlık? Karl
Marx “Das Kapital”i yazdıktan kaç yıl sonra kuruldu komünizm? Biz göz ardı
edemeyecekleri bir tohum ekeriz, 3-4 nesil sonra insanlar gölgesinde oturur. Bütün
denklemi değiştiremeyiz, ama göz ardı edilmesi mümkün olmayan bir değişken
ekleyebiliriz denkleme.”
“Ama önce tohumu bulmak lazım”
dedim dayanamayıp. Çocukların bu gece burada bir şeylerin değişmeye başladığını
düşünmesini istemiyordum, neme lazım.
“Evet” dedi Lütfiye abla
gülümseyerek, “bugün bu tüm söylediklerim size saçmalık gibi gelebilir, yarın
ben bile beğenmeyip yakabilirim bu yazdıklarımı. Ama doğru bir yere
yaklaşıyoruz, doğru soruları sorabiliriz yakında; bugün kimselerin zahmet edip
düşünmediği, düşünmek istemediği en temel sorulara inmeye çalışıyoruz. Hadi
gidin artık, uykum geldi.”
Lütfiye ablanın dediğini
ikiletmedik, birer temenna çakıp onu güldürerek huzuru terk ettik. Biz kapıyı
çektiğimizde ışığı söndürmüştü bile.
“Bu son söyledikleri hoşuma gitti”
dedi Berk. “Hepimizden daha genç o. Merak ediyor, soru soruyor, bulduğu cevabın
yarın elinden uçup gidebileceğini de biliyor.”
“Bunun gençlikle ne ilişkisi var?”
diye sordu Buket.
“Çünkü yaşlanmanın en temel
işareti, bulduğu doğruya yapışmaktır. İnsanlar belirli bir yaşa ulaştığında dünyayı
çözdüklerini düşünürler. Kafalarında bir yapı oturur, ilişkiler sistemini anlarlar
veya anladıklarını sanırlar. Ondan sonra da her gördüklerini, her yeniliği bu
şablonla değerlendirmeye, bu şablona oturtmaya başlarlar. Oysa anlık bir
görüntüdür ellerindeki, tamamen doğru bir görüntü olsa bile o anı gösterir. Bir
an sonraki değişiklikleri o resmin üstüne koyamazsın. Bence bu şablonu mutlak
gördüğün an, ona âşık olduğun an veya onsuz kalmaktan korktuğun an yaşlanmaya
başlarsın. Oysa Lütfiye abla yarın sabah bugünkü şablonu yırtmaya hazır!”
* * *
Odaya vardığımızda Bülent’ten bir
SMS gelmişti.
“Abi çok sarhoşum ve sanırım âşık
oldum!”
Cep telefonu aslında yanımda olmayacaktı bu
akşam, çalışma odasına bırakacak, belki de kapatacaktım unutmasam. Açık olması
bile muhtemel olmayan bir telefona, ertesi sabah hatırladığında utanacağı bir
mesaj yolladığına göre Bülent’in hali dumandı.
Telefonun saatine ve mesajın
saatine baktım, yolladığı daha on dakika bile olmamıştı, onu aramaya karar
verdim. Daha ilk çalışta açtı:
“Hakan abi, ben… Uyumamış mıydın?
Uyumamışsındır diye… Kusura bakma.”
“Dert değil, uyumamıştım Bülent’çiğim.
Neler oldu orada öyle?”
“Abi burada bir kız var… Yüzüme
bile bakmıyor. Ama geçen hafta gelip kulağıma ‘Sakın!’ diye fısıldadı gitti.
Abi ben… Alışığım reddedilmeye. O sorun değil. Kendi kendime gaza gelmeye
alışığım. Yoktan ümitlenmeye falan. Ama artık o da mı yasak abi? Umut etmek de
mi yasak? Hayal etmek de mi yasak? Reddedilmek üzere soru bile soramayacak
mıyım? Yüzümden mi anlıyorlar ne kadar hıyar olduğumu? Kızın yanına bile
gitmedim hiç. Konuşmaya çalışmadım. Üç saniyeden uzun bakmadım abi. Bu nedir
artık ya?”
“Kulağına ‘sakın’ mı dedi?”
“Evet abi. ‘Sakın’ dedi. Aklından
bile geçirme diyor yani. Bana bulaşma diyor.”
“Sen de yarın sabah onun kulağına ‘çok
geç’ de Bülent!” dedim ve sonlandırdım görüşmeyi. Sonra uzatmasın diye kapattım
cep telefonunu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder