21 Kasım 2015 Cumartesi

106

“Akışına bırakamayız, ama oyuna yeni bir oyuncu ekleyebiliriz! Yine de hayal görmeyin gençler, en başarılı devrimcilerin ektiği tohumlar bile 100 yılda yeşerir. İsa Efendimizin çarmıha gerilmesinden kaç yıl sonra gerçekten yayılmaya başladı Hıristiyanlık? Karl Marx “Das Kapital”i yazdıktan kaç yıl sonra kuruldu komünizm? Biz göz ardı edemeyecekleri bir tohum ekeriz, 3-4 nesil sonra insanlar gölgesinde oturur. Bütün denklemi değiştiremeyiz, ama göz ardı edilmesi mümkün olmayan bir değişken ekleyebiliriz denkleme.”

“Ama önce tohumu bulmak lazım” dedim dayanamayıp. Çocukların bu gece burada bir şeylerin değişmeye başladığını düşünmesini istemiyordum, neme lazım.

“Evet” dedi Lütfiye abla gülümseyerek, “bugün bu tüm söylediklerim size saçmalık gibi gelebilir, yarın ben bile beğenmeyip yakabilirim bu yazdıklarımı. Ama doğru bir yere yaklaşıyoruz, doğru soruları sorabiliriz yakında; bugün kimselerin zahmet edip düşünmediği, düşünmek istemediği en temel sorulara inmeye çalışıyoruz. Hadi gidin artık, uykum geldi.”

Lütfiye ablanın dediğini ikiletmedik, birer temenna çakıp onu güldürerek huzuru terk ettik. Biz kapıyı çektiğimizde ışığı söndürmüştü bile.

“Bu son söyledikleri hoşuma gitti” dedi Berk. “Hepimizden daha genç o. Merak ediyor, soru soruyor, bulduğu cevabın yarın elinden uçup gidebileceğini de biliyor.”

“Bunun gençlikle ne ilişkisi var?” diye sordu Buket.

“Çünkü yaşlanmanın en temel işareti, bulduğu doğruya yapışmaktır. İnsanlar belirli bir yaşa ulaştığında dünyayı çözdüklerini düşünürler. Kafalarında bir yapı oturur, ilişkiler sistemini anlarlar veya anladıklarını sanırlar. Ondan sonra da her gördüklerini, her yeniliği bu şablonla değerlendirmeye, bu şablona oturtmaya başlarlar. Oysa anlık bir görüntüdür ellerindeki, tamamen doğru bir görüntü olsa bile o anı gösterir. Bir an sonraki değişiklikleri o resmin üstüne koyamazsın. Bence bu şablonu mutlak gördüğün an, ona âşık olduğun an veya onsuz kalmaktan korktuğun an yaşlanmaya başlarsın. Oysa Lütfiye abla yarın sabah bugünkü şablonu yırtmaya hazır!”

* * *

Odaya vardığımızda Bülent’ten bir SMS gelmişti.

“Abi çok sarhoşum ve sanırım âşık oldum!”

 Cep telefonu aslında yanımda olmayacaktı bu akşam, çalışma odasına bırakacak, belki de kapatacaktım unutmasam. Açık olması bile muhtemel olmayan bir telefona, ertesi sabah hatırladığında utanacağı bir mesaj yolladığına göre Bülent’in hali dumandı.

Telefonun saatine ve mesajın saatine baktım, yolladığı daha on dakika bile olmamıştı, onu aramaya karar verdim. Daha ilk çalışta açtı:

“Hakan abi, ben… Uyumamış mıydın? Uyumamışsındır diye… Kusura bakma.”

“Dert değil, uyumamıştım Bülent’çiğim. Neler oldu orada öyle?”

“Abi burada bir kız var… Yüzüme bile bakmıyor. Ama geçen hafta gelip kulağıma ‘Sakın!’ diye fısıldadı gitti. Abi ben… Alışığım reddedilmeye. O sorun değil. Kendi kendime gaza gelmeye alışığım. Yoktan ümitlenmeye falan. Ama artık o da mı yasak abi? Umut etmek de mi yasak? Hayal etmek de mi yasak? Reddedilmek üzere soru bile soramayacak mıyım? Yüzümden mi anlıyorlar ne kadar hıyar olduğumu? Kızın yanına bile gitmedim hiç. Konuşmaya çalışmadım. Üç saniyeden uzun bakmadım abi. Bu nedir artık ya?”

“Kulağına ‘sakın’ mı dedi?”

“Evet abi. ‘Sakın’ dedi. Aklından bile geçirme diyor yani. Bana bulaşma diyor.”

“Sen de yarın sabah onun kulağına ‘çok geç’ de Bülent!” dedim ve sonlandırdım görüşmeyi. Sonra uzatmasın diye kapattım cep telefonunu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder