Sevda’nın yanına yatağa
döndüğümde, yorganın altı henüz yeterince ısınmamıştı.
“Siz” dedi Sevda, “aslında hep
böylesiniz, değil mi? Yani çalışmak falan zorunda olmasanız günde 20 saat böyle
şeyler düşünürsünüz.”
“Muhtemelen.”
“O zaman üzülerek söylüyorum ki,
benim bu çiftlikle ilgili öğreneceğim çok bir şey kalmadı.”
“Nasıl yani?” diye kekeledim.
Yarın sabah buradan çekip gitmek istemesi ihtimali beni dehşete düşürdü itiraf
etmeliyim ki. Onu buraya getirirken burayı bir çalışma, bir deney gibi
göstermeye çalışmıştım şakayla karışık, bu şakaya ne kadar itibar ettiğini veya
şaka olduğunu ne kadar anladığını değerlendiremiyordum.
“Şöyle yani, bu çiftliğin kendi
başına bir değeri, bir anlamı yok. Siz toplumun dışlanmışları, tutunamayanları
veya kendisini böyle hissedenleri kaçacak ve sığınacak bir yer bulunca buraya
geldiniz. Kendi cinsinizle zaman geçirmek için. Osman abi eğer ablası için bu
kampı, çiftliği kurmasa siz birleşip böyle bir yer kuramazdınız. Her biriniz
kendi evindeki bir odaya kapatırdı kendisini. Bir araya gelmek için yeterince
motivasyonunuz, isteğiniz olmazdı, olsa bile muhtemelen ilk zorlukta
vazgeçerdiniz.”
“Ama?” dedim bir umutla.
“Ama bir araya geldiğinizde,
birbirinize tutunarak elde ettiğiniz güç ve şevk hâlâ açıklamaya muhtaç. Evinde
olsa muhtemelen 8 sene çekyatın üzerinden kalkmadan yaşayacak adamın burada
eline kazma kürek almasını, az da olsa sosyalleşmesini, kendini değerli
hissetmesini incelemek gerek.”
İçim rahatlamıştı. Kafasında bizi
nasıl bir kitap, tez, makale konusu yapacaksa sadece ilk bölümü bitirmişti
kafasında, yeni bölüme başlayacaktı. Çiftlik ne olacak, bu model genişleyecek
mi, başka çiftlikler kurulacak mı, insanlar için yeni bir umut olabilecek mi
gibi kaygılar aklıma bile gelmedi, sevgilim ve nişanlım bunu neden düşünmüyor
diye de sinirlenmedim. Gayet bencil biçimde beni terk etmeyeceğini, ya da
buradan gitmek için ikna etmeye çalışmayacağını görmek rahatlatıcıydı.
“Peki, ne diyorsun Lütfiye ablanın
dediklerine?”
“Yeni bir şey söylemiyor ki. Güzel
biçimde ifade ediyor, felsefe okumamış birinin bunları kendi aklıyla bulması da
gayet önemli. Ama yeni bir şey söylemiyor. Büyük umutlarla çiftliğe bağlanmak
yerine burayı bir iyileşme merkezi, bir felsefe kampı haline getirirse çok
önemli bir şey başarmış olur.”
“Yeni bir şey söylemiyor derken?”
“Tarihten örnekler mi sayayım?
Adam Smith’i düşün tatlım, “görünmez el” dediği şey aslında tam da buydu.
Piyasayı alıp yönetmeyi denemez Smith, fazlasıyla karmaşık olduğunu bilir
çünkü. Bırakalım da piyasanın dinamikleri dengeyi sağlasın der. Temelde bunun
da denge teorisinden bir farkı yok. Doğulu bilgeler binlerce yıldır dengeyi
arar zaten, Batı da bir süre her şeyi açıklayan bir teori oluşturmaya çalıştı
ama sonra küçük küçük sorunları çözmeye odaklandı. Hatta o kadar odaklandı ki
büyük resmi unuttu bazen.”
Ben bir cevap vermeyince devam
etti:
“Asıl önemli olan felsefe. Bu
ülkede felsefe ile toplumun arasındaki bağ neredeyse tamamen koptu. Diğer
ülkelerde de öyledir belki, bilemem. Ama bizde felsefe, akademinin
koridorlarından çıkamıyor, insanların diline düşmüyor, kitap basarsa okunmuyor,
konferans verse dinlenmiyor. Felsefe ile uğraşan bin kişi tanıyorum, 998’i
sokaktaki adamın tanımadığı isimlerin fikirlerini tartışıp doyuyor.
Koridorlarını paspaslayan adamla bile konuştukları, ona bir şey öğrettikleri,
ondan bir şey öğrendikleri yok; onun bir derdine çare de olmuyorlar,
kafasındaki bir soruya cevap da vermiyorlar, yeni sorular sormasını da
sağlamıyorlar. Oysa makine mühendisliği veya maliye bölümü ne kadar hayata
dokunuyorsa, felsefe de o kadar dokunabilmeli!”
“İyi diyorsun da her zaman ufacık
bir azınlığın ilgisini çekmiştir felsefe.”
“Ama o ufacık azınlık konuşmaktan
da asla korkmamıştır!”
Bu kadar hararetli biçimde
konuştuğunda yapabildiğim tek şeyi yaptım, öptüm onu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder