22 Kasım 2015 Pazar

107

Sevda’nın yanına yatağa döndüğümde, yorganın altı henüz yeterince ısınmamıştı.

“Siz” dedi Sevda, “aslında hep böylesiniz, değil mi? Yani çalışmak falan zorunda olmasanız günde 20 saat böyle şeyler düşünürsünüz.”

“Muhtemelen.”

“O zaman üzülerek söylüyorum ki, benim bu çiftlikle ilgili öğreneceğim çok bir şey kalmadı.”

“Nasıl yani?” diye kekeledim. Yarın sabah buradan çekip gitmek istemesi ihtimali beni dehşete düşürdü itiraf etmeliyim ki. Onu buraya getirirken burayı bir çalışma, bir deney gibi göstermeye çalışmıştım şakayla karışık, bu şakaya ne kadar itibar ettiğini veya şaka olduğunu ne kadar anladığını değerlendiremiyordum.

“Şöyle yani, bu çiftliğin kendi başına bir değeri, bir anlamı yok. Siz toplumun dışlanmışları, tutunamayanları veya kendisini böyle hissedenleri kaçacak ve sığınacak bir yer bulunca buraya geldiniz. Kendi cinsinizle zaman geçirmek için. Osman abi eğer ablası için bu kampı, çiftliği kurmasa siz birleşip böyle bir yer kuramazdınız. Her biriniz kendi evindeki bir odaya kapatırdı kendisini. Bir araya gelmek için yeterince motivasyonunuz, isteğiniz olmazdı, olsa bile muhtemelen ilk zorlukta vazgeçerdiniz.”

“Ama?” dedim bir umutla.

“Ama bir araya geldiğinizde, birbirinize tutunarak elde ettiğiniz güç ve şevk hâlâ açıklamaya muhtaç. Evinde olsa muhtemelen 8 sene çekyatın üzerinden kalkmadan yaşayacak adamın burada eline kazma kürek almasını, az da olsa sosyalleşmesini, kendini değerli hissetmesini incelemek gerek.”

İçim rahatlamıştı. Kafasında bizi nasıl bir kitap, tez, makale konusu yapacaksa sadece ilk bölümü bitirmişti kafasında, yeni bölüme başlayacaktı. Çiftlik ne olacak, bu model genişleyecek mi, başka çiftlikler kurulacak mı, insanlar için yeni bir umut olabilecek mi gibi kaygılar aklıma bile gelmedi, sevgilim ve nişanlım bunu neden düşünmüyor diye de sinirlenmedim. Gayet bencil biçimde beni terk etmeyeceğini, ya da buradan gitmek için ikna etmeye çalışmayacağını görmek rahatlatıcıydı.

“Peki, ne diyorsun Lütfiye ablanın dediklerine?”

“Yeni bir şey söylemiyor ki. Güzel biçimde ifade ediyor, felsefe okumamış birinin bunları kendi aklıyla bulması da gayet önemli. Ama yeni bir şey söylemiyor. Büyük umutlarla çiftliğe bağlanmak yerine burayı bir iyileşme merkezi, bir felsefe kampı haline getirirse çok önemli bir şey başarmış olur.”

“Yeni bir şey söylemiyor derken?”

“Tarihten örnekler mi sayayım? Adam Smith’i düşün tatlım, “görünmez el” dediği şey aslında tam da buydu. Piyasayı alıp yönetmeyi denemez Smith, fazlasıyla karmaşık olduğunu bilir çünkü. Bırakalım da piyasanın dinamikleri dengeyi sağlasın der. Temelde bunun da denge teorisinden bir farkı yok. Doğulu bilgeler binlerce yıldır dengeyi arar zaten, Batı da bir süre her şeyi açıklayan bir teori oluşturmaya çalıştı ama sonra küçük küçük sorunları çözmeye odaklandı. Hatta o kadar odaklandı ki büyük resmi unuttu bazen.”

Ben bir cevap vermeyince devam etti:

“Asıl önemli olan felsefe. Bu ülkede felsefe ile toplumun arasındaki bağ neredeyse tamamen koptu. Diğer ülkelerde de öyledir belki, bilemem. Ama bizde felsefe, akademinin koridorlarından çıkamıyor, insanların diline düşmüyor, kitap basarsa okunmuyor, konferans verse dinlenmiyor. Felsefe ile uğraşan bin kişi tanıyorum, 998’i sokaktaki adamın tanımadığı isimlerin fikirlerini tartışıp doyuyor. Koridorlarını paspaslayan adamla bile konuştukları, ona bir şey öğrettikleri, ondan bir şey öğrendikleri yok; onun bir derdine çare de olmuyorlar, kafasındaki bir soruya cevap da vermiyorlar, yeni sorular sormasını da sağlamıyorlar. Oysa makine mühendisliği veya maliye bölümü ne kadar hayata dokunuyorsa, felsefe de o kadar dokunabilmeli!”

“İyi diyorsun da her zaman ufacık bir azınlığın ilgisini çekmiştir felsefe.”

“Ama o ufacık azınlık konuşmaktan da asla korkmamıştır!”

Bu kadar hararetli biçimde konuştuğunda yapabildiğim tek şeyi yaptım, öptüm onu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder