Hemen arkasından reklamlar girdi. Reklam arasında kırk
yıllık arkadaş gibi sohbet etsek de, tekrar yayına geçtiğimizde beklediğimiz
yerden sorular geldi, parasız bir dünya nasıl olacak (olmaz dedik haliyle),
kadın erkek eşitliği konusunda ne düşünüyorsunuz, aşk var mı aşk, hadi internet
yok ama kitap bile yoksa sıkılmıyor musunuz hocam, becerdiniz mi organik
işlerini, iş planını nasıl yapıyorsunuz, aaa siz komünist misiniz, çalışmayana
yemek yok mu hahaha… Televizyon izleyicilerinin duymak istediği tüm cevaplar
alınınca, kazık sorular Emel’le başladı:
“Tüm anlattıklarınız iyi güzel de, bir sosyal
sorumluluk hissetmiyor musunuz?”
“Nasıl yani?” dedi Burcu.
“Yani kendinizi kurtarıyorsunuz veya kurtarmayı
deniyorsunuz, tamam. 97 kişiyi kurtarınca ne olacak? Sizi bugüne getiren,
eğiten, besleyen, yolunuzu yapan, sizi koruyan topluma borcunuzu nasıl ödemeyi
düşünüyorsunuz? Sadece örnek olmak yetmez ki!”
“Bunu biz de kendi kendimize soruyoruz” dedi Burcu
sükûnetle. Ama yan köydeki insanlarla aramızda temelde bir fark yok. Vergimizi
veriyoruz, askere gidiyoruz, oyumuzu atacağız seçimde, kanunlara uyuyoruz. Yani
yasal olarak devlete ve millete olan borcumuzu her vatandaş kadar ödüyoruz.”
“Onu sormadığımı biliyorsunuz” dedi Emel.
“Gönül borcunu mu soruyorsunuz?” dedi Burcu. Emel
başıyla onayladı.
“Gönül borcu konusunda da yandaki köyle farkımız yok
ki. Yani arabeske boğmak istemem gecenizi, ama bu toplum çoğumuzun akıl sağlığı
ile oynadı! Biz maddi olarak olmasa da manevi olarak kast sisteminin en
altından geldik. Çok arkadaşımız olmadı, hayallerimizi gerçekleştirmemize hatta
ifade etmemize izin verilmedi, yok sayıldık, hor görüldük, sesimiz duyulmadı
pek. Onun için buraya kaçtık.”
Durumu kurtarmak için müdahale Hakan abiden geldi:
“Ama elbette edindiğimiz kadim değerleri, erdemleri
bize bu toplum öğretti. Onlara göre nasıl yaşanır, buna uygu bir model sunmadı
bize bu toplum, yabancılaşmayı öğretti bir yandan. Ama yine de doğruluğu,
dürüstlüğü, yardımlaşmayı bu topraklarda öğrendik. Bizim çiftlikte birileri ‘gördüğünü
ört, görmediğini söyleme’ diyebiliyorsa bu Türkiye’nin ekmeğinden suyundandır.
O yüzden devlete doğrudan bir borcumuz yok belki, ama milletin özüne, ata
ruhlarımıza bir borcumuz var. Şu andaki başbakana değil ama Cemil Meriç’e, Oğuz
Atay’a borcumuz var.”
“Ben de onu soruyorum… sanırım” dedi Emel. “Nasıl
ödenecek?”
“Öncelikle onlara layık olarak” dedi Hakan abi.
“Sonrada onların koyduğu tuğlaların üzerine yeni
tuğlalar koyarak” dedim ben de. “Yeni şeyler söyleyerek, köklere dönmeye
çalışmak yerine yeni kökler salmaya çalışarak. Biliyor musunuz ki iki yeni
çiftlik daha açılıyor? Biliyor musunuz ki franchising veren bir firma olsak
bugün para basmaya başlamış olacaktık? Biliyor musunuz ki Türk medeniyeti denen
2500 yıllık yapının üzerine bir taş daha koysak bizden mutlusu olmaz? Ama bu
konuşarak değil düşünerek ve çalışarak olur.”
“Çok güzel laflar bunlar da, ben sıkıldım” dedi Murat.
“Büyük laflar duyunca kasıntı basıyor beni. Resmi toplantı konuşması gibi oldu
bu!”
“Sana şöyle söyleyeyim o zaman” dedi Burcu, “biz bir
laboratuvarız. Siz ikiniz, Emel ile sen, büyük işler başarıyorsunuz. Ama
silahınız sınırlı. Biz sana yeni silahlar bulmaya çalışıyoruz. Ya da diyelim ki
sizin her çabanız yüzlerce asker üretiyor. Ama bir ordu sadece piyadeden
oluşmaz. Biz, belki bir tane mancınık yapacağız!”
Murat kahkahalar atarken Emel ve romancımız nazik
sözlerle bize teşekkür ettiler ve son sözlerimizi sordular.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder