23 Mayıs 2012 Çarşamba

34


Belki de felsefi arayışlarımız için o gün bir dönüm noktasıydı. O zamana kadar son tahlilde dini hassasiyetlerimizin engellediği düşüncelerimizi sonuna kadar kurcalamak için gerekli izni almıştık; o noktadan sonra çok daha yavaş ama çok daha sağlam ilerledik gibi geliyor bana.

Bugün geldiğimiz noktada hâlâ hiçbir temel sorumuzun cevabını bulabilmiş değiliz. Ama en büyük sorunumuzu çözdük demekten mutluyum; evde, sokakta, okulda günlerce düşünüp dalgın dalgın gezen bizler önünde sonunda o acayip soruya maruz kalıyorduk: "Ne oldu, buldun mu hayatın anlamını?" İşte biz burada o dalga geçen amcalardan, dayılardan, teyzelerden, son on yılda on tane bile kitap okumamış arkadaşlardan, hayatını düzene soktuğunu düşünüp bizi anlayamayan hatta yargılayan tanıdıklardan, çok düşündüğümüzden korkup akıbetimizden endişe eden anne babaların baskısından kurtulduk. Daha fazlasını yapmayı hayal ediyoruz elbette; Uğur dünyayı başınıza yıkmak istiyor, Bülent köklerimizi sağlamlaştırıp her yana yayılmamızı engellemek ve rahat bırakılmak istiyor, Sevda bir an evvel evlenmek ve çocuk doğurmak istiyor, ben ise insanların hayatını değiştirmek istiyorum!

Metnin başlarında okuduğunuz, benimle yapılan röportajın dışında kendimle ilgili anlatmak istediğim fazla şey yok; o günden bugüne kendimde fark ettiğim tek değişiklik kendi sorumu (sanırım) bulmuş olmam. Bu hayatta cevabını aradığım soru şu: “Kendimizi neden değiştiremiyoruz?” Soruyu iyice basitleştirip üç kelimeye indirene kadar çok çaba harcadım, bu haliyle de tam istediğim gibi olduğunu söyleyemem. Aslında onlarca sorunun özeti bu:

Neden kendimize yabancılaşıyoruz? Neden hayal ettiklerimiz ile planladıklarımız arasında bu kadar büyük uçurumlar var? Neden aklımızdaki kişi olamıyoruz? Hayallerimizi gerçekleştirmek için o ilk adımı atmamızı engelleyen nedir? Nasıl oluyor da kendimizden memnun olmadığımız halde sadece yakınmakla yetiniyoruz? Neden muhtaç olduğumuz kudreti dışarıda arıyoruz? Neden kötü huylar yerleşip kalıyor da iyi huylar aşınıp yok oluyor? İçimizdeki ataletin, tembelliğin, boşvermişliğin, ümitsizliğin kaynağı nedir?

Şunun farkındayım, bu benim ve benim gibilerin zihnini meşgul eden bir soru sadece. Üstelik kendi hayatıma baktığımda nispeten üstesinden geldim bu sorunun, neticede sevmediğim bir yaşam biçimini ve mesleği bırakıp kapağı buraya attım. Ama bunu nasıl yaptığımı hâlâ çözebilmiş değilim. Bıçak kemiğe mi dayandı, sıkılmaktan mı sıkıldım, hayatta kalmaya ilişkin o hayvani içgüdü mü dizginleri eline geçirdi, aşk mı güçlendirdi beni? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, demin de dediğim gibi, bunun asal bir sorun olmadığı.

Çünkü bir sürü ‘kendisiyle barışık’ insan var bu dünyada. Bazı ufak sorunlar dışında kendi hallerinden memnunlar. Aynaya baktıklarında gördükleri insanı seviyorlar, en azından bize ve kendilerine böyle söylüyorlar. Kendilerini ‘gerçekleştirmiş’ olduklarından eminler, egolarından önlerini göremiyorlar. Belki bu sayede başarılı hissediyorlar kendilerini, belki de gerçekten kendilerinden memnunlar, her gece yastığa baş koyduklarında benim gibi kendilerini sorguya çekmek yerine Pazar günü nerede kahvaltı edeceklerini hayal edip huzurla uykuya dalıyorlar. Onlardan nefret mi ediyorum yoksa onları kıskanıyor muyum bilmiyorum.

Ayrıca kendinden umudunu kesenler de var. Benim gibi onların da bir sürü hayalleri var, ama gerçekleşmeyeceğinden çok eminler. Kendilerini yenilmiş, yalnız ve mutsuz hissediyorlar. Milli Piyango dışında hiçbir umutları yok. İşte bu sorunun cevabını bulursam onlara da bir umut verebilirim! 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder