Belki de felsefi arayışlarımız için o
gün bir dönüm noktasıydı. O zamana kadar son tahlilde dini hassasiyetlerimizin
engellediği düşüncelerimizi sonuna kadar kurcalamak için gerekli izni almıştık;
o noktadan sonra çok daha yavaş ama çok daha sağlam ilerledik gibi geliyor
bana.
Bugün geldiğimiz noktada hâlâ hiçbir
temel sorumuzun cevabını bulabilmiş değiliz. Ama en büyük sorunumuzu çözdük demekten
mutluyum; evde, sokakta, okulda günlerce düşünüp dalgın dalgın gezen bizler
önünde sonunda o acayip soruya maruz kalıyorduk: "Ne oldu, buldun mu
hayatın anlamını?" İşte biz burada o dalga geçen amcalardan, dayılardan,
teyzelerden, son on yılda on tane bile kitap okumamış arkadaşlardan, hayatını
düzene soktuğunu düşünüp bizi anlayamayan hatta yargılayan tanıdıklardan, çok
düşündüğümüzden korkup akıbetimizden endişe eden anne babaların baskısından
kurtulduk. Daha fazlasını yapmayı hayal ediyoruz elbette; Uğur dünyayı başınıza
yıkmak istiyor, Bülent köklerimizi sağlamlaştırıp her yana yayılmamızı
engellemek ve rahat bırakılmak istiyor, Sevda bir an evvel evlenmek ve çocuk
doğurmak istiyor, ben ise insanların hayatını değiştirmek istiyorum!
Metnin başlarında okuduğunuz, benimle yapılan
röportajın dışında kendimle ilgili anlatmak istediğim fazla şey yok; o günden
bugüne kendimde fark ettiğim tek değişiklik kendi sorumu (sanırım) bulmuş
olmam. Bu hayatta cevabını aradığım soru şu: “Kendimizi neden değiştiremiyoruz?”
Soruyu iyice basitleştirip üç kelimeye indirene kadar çok çaba harcadım, bu
haliyle de tam istediğim gibi olduğunu söyleyemem. Aslında onlarca sorunun
özeti bu:
Neden kendimize yabancılaşıyoruz?
Neden hayal ettiklerimiz ile planladıklarımız arasında bu kadar büyük uçurumlar
var? Neden aklımızdaki kişi olamıyoruz? Hayallerimizi gerçekleştirmek için o
ilk adımı atmamızı engelleyen nedir? Nasıl oluyor da kendimizden memnun
olmadığımız halde sadece yakınmakla yetiniyoruz? Neden muhtaç olduğumuz kudreti
dışarıda arıyoruz? Neden kötü huylar yerleşip kalıyor da iyi huylar aşınıp yok
oluyor? İçimizdeki ataletin, tembelliğin, boşvermişliğin, ümitsizliğin kaynağı
nedir?
Şunun farkındayım, bu benim ve benim
gibilerin zihnini meşgul eden bir soru sadece. Üstelik kendi hayatıma
baktığımda nispeten üstesinden geldim bu sorunun, neticede sevmediğim bir yaşam
biçimini ve mesleği bırakıp kapağı buraya attım. Ama bunu nasıl yaptığımı hâlâ
çözebilmiş değilim. Bıçak kemiğe mi dayandı, sıkılmaktan mı sıkıldım, hayatta
kalmaya ilişkin o hayvani içgüdü mü dizginleri eline geçirdi, aşk mı güçlendirdi
beni? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, demin de dediğim gibi, bunun asal bir sorun
olmadığı.
Çünkü bir sürü ‘kendisiyle barışık’ insan
var bu dünyada. Bazı ufak sorunlar dışında kendi hallerinden memnunlar. Aynaya
baktıklarında gördükleri insanı seviyorlar, en azından bize ve kendilerine böyle
söylüyorlar. Kendilerini ‘gerçekleştirmiş’ olduklarından eminler, egolarından
önlerini göremiyorlar. Belki bu sayede başarılı hissediyorlar kendilerini,
belki de gerçekten kendilerinden memnunlar, her gece yastığa baş koyduklarında
benim gibi kendilerini sorguya çekmek yerine Pazar günü nerede kahvaltı edeceklerini
hayal edip huzurla uykuya dalıyorlar. Onlardan nefret mi ediyorum yoksa onları
kıskanıyor muyum bilmiyorum.
Ayrıca kendinden umudunu kesenler de
var. Benim gibi onların da bir sürü hayalleri var, ama gerçekleşmeyeceğinden
çok eminler. Kendilerini yenilmiş, yalnız ve mutsuz hissediyorlar. Milli
Piyango dışında hiçbir umutları yok. İşte bu sorunun cevabını bulursam onlara
da bir umut verebilirim!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder