“Günlüğümdü o benim,” diye inledi
Bülent, “her gün yüzünüzü gördüğüm için elbette hepiniz olacaksınız içinde!”
“Hiçbir günlük ‘Cehennemde bana
gülecekler’ diye başlamaz” dedi Uğur.
“Neyse ne, sevgili günlük mü deseydim?
Neden oturup yazdığım yerden devam ettin? Sana ne?"
Tartışma bıraksam böyle saatlerce devam
edebilirdi. İkisi de son sözü söylemeyi seven, zeki çocuklardı ve arkadaştılar.
Ama benim işim başımdan aşkındı, o yüzden ekranda açık olan dosyanın başına ben
oturdum ve ikisini de odadan kış-kışladım. Sonraki iki saatimi dosyayı okuyarak
ve yazmaya devam edip etmemeyi düşünerek geçirdim; gördüğünüz gibi yazma
dürtüsüne karşı koyamadım. İdari müdürün bir görevi de olup biteni belgelemek,
kayda geçirmektir ve ben işin bu yanını neredeyse hiç aksatmadım.
Bu bilgisayardaki şifreli dosyalarımı
(evet ben şifre koymayı akıl etmiştim ve hayır şifre 123456 ya da Sevda değil)
okuyabilselerdi, ilk günden bu yana tuttuğum bütün kayıtları görürlerdi. Daha
ilk iş dağıtımını yaptığımda Hasan abiyi nereye, Lütfiye ablayı nereye işe
yolladığımı yazarak başladım, o günden sonra da her gün yenen yemekleri, gelen
aletleri, malzemeleri, yedek parçaları defterime kaydettim. Biz sekizleri her
hafta ziyarete gelen doktorun gelişlerini, bize erzak getiren Ahmet Amca’nın getirdiği
çuval sayısını kaydettim. Sekizleri alfabetik sıraya dizdim, dönüşümlü çalışma
tablosu düzenleyip her gün 5 kişiyi tarlaya, 2 kişiyi oduna, 1 kişiyi de
mutfağa gönderdim. Ali, Burçin, Gülay, Hakan, Hasan, Kenan, Lütfiye, Pınar.
Herkesin sekizler dediği bu insanlar benim için çok daha fazlası, tahmin
edeceğiniz gibi, ama hepsini çok yakından tanımama rağmen adlarını saymam
gerektiğinde hep alfabetik sırayla gidiyorum.
Sekizlerin o küçük kulübedeki
hayatından bu noktaya kadar tüm bilgiler elimde. Dağınık halde, ama elimde. Zar
zor ikna ettiğim Pınar’ın tuttuğu toplantı tutanakları (bir kısmı yazılı, bir
kısmı ses dosyası), gelen her ticari malın faturası, irsaliyesi, garanti belgesi,
sarı zarfla gelen her resmi yazı, ahalinin her birinin kapıdan girer girmez imzaladığı
feragatnameler ve vekâletnameler, binaların projeleri ve oturma izinleri, tarlaların
numaraları, gübrelenme ve sürülme tarihleri, traktörlerin bakım aralıkları, her
senenin mahsulü, değiş tokuş ile alınıp verilen mallar, gelen ziyaretçiler,
yazışmalar, güvenlik kamerası kayıtları... Saymakla bitiremeyeceğim kadar
kayıt, içinde bulunduğum binadaki rafları ve dolapları dolduruyor. Pınar'ın kontrolünde
tartışma tutanaklarının kilitli olarak saklandığı bir oda, Bülent’in yazışmaları
ve resmi evrakları takip ettiği başka bir oda, arşiv odası, yangın söndürme
tüpleri ve kovalar, kişisel evrakların ve dış dünyadaki işlerle ilgili zorunlu
yazışmaların kişilere göre ayrı ayrı tutulduğu başka bir oda (çıkarken
dosyalarını da alıp gidebilsinler diye): burası benim krallığım. Osman Abi
projeye son anda ekletip benim istediğim biçimde yaptırdı burayı; eğer bir gün buranın
hikâyesi anlatılacaksa, eğer bir gün Pamukova Savcısı gelip tepemize çökecekse,
Maliye Bakanlığından veya İçişleri Bakanlığından birileri gelip bizi
dağıtacaksa gereken her şey burada.
Ama ilk yıl Ece Ajandasında, sonraki
yıllarda bilgisayarda tuttuğum bilgiler bizim hikâyemizi anlatmaya yetmez.
Çünkü bizim hikâyemiz Bilecik Devlet Hastanesinin Psikiyatri Kliniğinde, grup
terapi salonu 2’de başlıyor (salon 1’dekiler ne yaptı gerçekten bilmiyorum).
Onları anlatmaya hazır mıyım bilmem, ama buradaki hikâyenin nasıl başladığını
anlatabilirim size, çünkü bence kulübeye gelmemizle, yataklara çarşafları
sermemizle, uzakta uluyan köpeklerin sesleriyle uyuyamadığımız ilk geceyle,
tırmıkla çapayı elimize ilk aldığımızda başlamadı. O ilk tartışmayla başladı.
Konu da her Türk vatandaşının tahmin edebileceği gibi, sigarasız kalmamızdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder